Milletin Efendileri

Bir zamanlar köylünün milletin efendisi olduğu söylenirdi. Aradan geçen yıllar bu beklentinin boş bir hayal olduğunu ortaya koydu.

Soma’daki facia ve sonrasında yaşananlar Türkiye’de iktidarın niteliğine dair birçok çarpıcı vakayı önümüze serdi. Bunlardan belki de en semptomatik olanı Başbakanlık Müşavirinin iki güvenlik görevlisinin yere çırptığı bir göstericiye tekme attığı andı.

“Milletin hizmetkârı” olma iddiasını taşıyan bir siyasi hareketin millete hangi tutumu reva gördüğünü somutlayan güçlü bir görsel… Bir taraftan işçilerin haklarını budayarak madencilerin ölümüne zemin hazırlamak, öte taraftan bu süreci protesto edenleri dövmek ve hatta yere düşene de en sertinden bir tekme atmak. Anlaşıldığı kadarıyla tekmeyi atan şahıs gelen tepkiler üzerine şu açıklamayı yapmış:

Soma’da 14 Mayıs tarihinde yaşanan hadise, beni derinden üzmüştür. O gün yaşadığım bütün provokasyonlara, maruz kaldığım hakaret ve saldırılara rağmen sükunetimi muhafaza edemediğimden dolayı üzgünüm.[1]

Diğer bir deyişle, öz-kontrolün yitiminden dolayı bir rahatsızlık yaşanmış fakat tekmeyi yiyen kişiye reva görülen muameleye ilişkin herhangi bir pişmanlık ya da özür ifadesi açıklamada yer almıyor.

Bu tahammül sınırlarını zorlayan duruma nasıl gelindi diye sorarsanız tartışılacak çok şey var fakat meselenin üretim ilişkilerinin dönüşümündeki kökenlerini irdelemek konunun temel dinamiklerini anlamak için belki de atılması gereken ilk adım. Yaşadığımız bu acı hadise bağlamında da özellikle madenciliğin içinde bulunduğu durum bu açıdan önemli doneler sunuyor.

Öncelikle madencilik ve taş ocaklığı üst sektöründeki istihdamın 1990’lar boyunca daraldığı ve 2000’li yıllarda da dalgalanmalara rağmen genel olarak sabit seyrettiği vurgulanabilir. Buna göre, 2012 yılında bu üst sektör 1988’e kıyasla istihdamını yüzde 51 daraltarak üretime devam etmekteydi. Yani işçi sayısı yarı yarıya azalmıştı. 2012 yılı itibariyle bu 113.000 işçinin 37.000’i linyit ocaklarında çalışmaktaydı.[2] Kayıt-içi istihdamdaki bu daralma Soma’da “kredi kartı borcu nedeniyle çalışmak zorundayım” diyen işçilerin içinde bulunduğu durumu somut şekilde ortaya koymakta.

TÜİK’in derlediği veriye göre istihdamda düşüş gözlemlenmesine rağmen ilgili sektörlerin üretiminde önemli bir artış gerçekleştiğinin altı çizilmeli. Soma’da linyit çıkarıldığı için yine bu sektöre yoğunlaşmalıyız.

 Yıl

2005

2006

2007

2008

2009

2010

2011

2012

Sınai Çıktı (Üretim Değeri; Milyon ABD Doları)

Linyit

1,795

2,152

2,900

3,593

2,595

3,320

3,791

3,766

Tüm Sınai Sektörler

218,667

250,363

296,493

340,285

255,188

332,873

411,922

424,453

Sınai Çıktı (Üretim Değeri; 2005: 100)

Linyit

100

120

162

200

145

185

211

210

Tüm Sınai Sektörler

100

114

136

156

117

152

188

194

Kaynak: http://tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=773, 16/5/2014’de erişildi.

Döviz kurları için bkz. http://www.tcmb.gov.tr/yeni/kurlar/kurlar_tr.php, 16.5.2014’de erişildi.

 

Yukarıdaki tablo ve grafikte görüldüğü üzere, (fiyatlarla ifade edilen) üretim değeri üzerinden hesaplanan linyit çıktısı son yıllarda büyük bir artış göstermekte. Son yedi yılda linyit üretiminin değeri –ABD doları bazında- iki kat artmış ve sektör 3.75 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaşmış.

Üretim miktarı da buna mukabil hızla artmış: 2004 yılında 43,7 milyon tonluk linyit üretimi 2011’de 72,5 milyon tona yükselmiş.[3] Bundan daha çarpıcı olanı, linyit üretiminin değerindeki artış Türkiye’deki genel sınai çıktısının üretim değerinin artışından daha büyük bir ivme göstermiş. Bu rakamlar bir paradoksa işaret etmekte: İstihdamı son çeyrek asırda yarı yarıya düşmüş ve 2005’ten beridir fiilen sabit kalmış bir sektör 2005’ten bu yana üretimini miktar açısından yüzde 65 ve değer açısından iki kat nasıl arttırabilir?

Girişim Sayısı (2005:100)

 

2005

2006

2007

2008

2009

2010

2011

2012

Türkiye Toplamı

       100

       112

       109

       112

       113

       125

       139

       157

Linyit

       100

       119

       126

       121

       141

       111

       134

       129

Kaynak: http://tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=773, 16.5.2014’de erişildi.

Paradoks bu sektördeki girişim sayısındaki değişimin seyrine bakılarak kısmen çözülebilir. Madencilik yere bağımlı faaliyetlere işaret eder. Yatırımcı sayısının ve yatırım miktarının artması genelde işletme sayısında doğrudanbir artışa tekabül etmez. Diğer bir deyişle, para tek başına yeni kazı sahaları/ocaklar ortaya çıkaramaz. Dolayısıyla yatırım yapılacaksa bile yeni kaynak (hisse alımı vb. suretiyle) mevcut sahalarda faaliyet gösteren işletmelere aktarılmalıdır. Öte yandan, yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere yedi sene gibi kısa bir sürede linyit işletmelerinin sayısında yüzde 29’luk bir artış gerçekleşmiş.

Maden sahalarında buna mukabil bir genişleme olmadığına göre fiilen olan şey muhtemelen özelleştirme akabinde yeni ve küçük işletmelerin eski kazı alanlarında faaliyete başlamaları. Bu sektördeki girişim sayısındaki artışın diğer sınai sektörlerdekine yakın olmasına ilişkin gariplik de bu dönüşümün bir sonucu. Diğer bir deyişle, linyit sektöründeki işletme sayısındaki artış emek sürecinde taşeronlaşmaya dayanan baskıcı pratiklerin yayınlaşmasına işaret ediyor. Ve emek sürecindeki bu dönüşümün taşıyıcıları da son yıllarda faaliyetlerine başlayan nispeten küçük işletmeler.

Bu iki veri dağarcığını biraraya getirdiğimizde de işçi sayısına ilişkin resmi verinin sahihliği sorgulanır hale geliyor. Madencilik ve hazır-giyim kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkışında hayati bir rol oynayan sektörlerdi ve bu iki sektörün işçi-işveren gerilimi açısından teknolojik niteliği neredeyse iki asırdır hiç değişmedi. Kazmanın yerini pnömatik aletler alsa da, Newcomen ve Watt’ın madenlerdeki suyu tahliye etmek için geliştirdikleri buhar makinelerinin icadından beridir madenciler hep karanlık dehlizlerde ekmek kavgasına girdiler ve (mevcut koşullarda da) yaşamlarını tehlikeye atmak zorundalar. Dolayısıyla sermayedarların işçileri biat ettirmek için başvurabilecekleri mucizevi bir “teknolojik” çare henüz icat edilmedi. Öte yandan, Türkiye gibi işçi gelirlerinin düşük olduğu ülkelerde zaten ileri teknolojileri kullanma saiki de son derece zayıf.

Bu nedenle ürün değerinin dolar bazında sadece yedi yılda iki kat artmasına karşın işçi sayısının aynı kaldığına inanmak güç. Mevcut rakamlar iki olguya işaret ediyor: artan kayıt-dışı istihdam ve işçi başına düşen iş yükünün ağırlaşması (ya da Marx’ın Resultate’de bahsettiği “emeğin yoğunluğunda” yükselme). Her iki olgu da işçilerin emniyetini tehdit eden koşulları besliyor.

Dolayısıyla iktidardaki partinin siyaseten rakipsiz hale geldiği bu dönem boyunca linyit ocaklarındaki istihdam koşulları ve emek sürecinin dönüşümünün yapısal olarak Soma’daki facianın koşullarını olgunlaştırdığı iddia edilebilir. Diğer bir deyişle, her ne kadar konuya “iş güvenliği” konusunu ihmal etmeden bakmak gerekse de iş güvenliğine ilişkin maliyetlerden kaçınma eğiliminin mevcut istihdam düzenlemeleri ve emek sürecinin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktığı vurgulanmalı.

Mevcut istihdam düzenlemeleri ve emek sürecine tepkilerin neden kitleselleşemediği sorusunu cevaplamak içinse Soma’da yere düşmüş protestocuya tekme atan zihniyete bir daha dikkatlice bakmak gerekiyor. O tekme üretim ilişkilerinin dönüşümüyle birlikte sınai dönemin kapitalist üretim ilişkilerini ve dolayısıyla mevcut siyasi rejimi meşrulaştıran söylemin performatif bir ifadesi. Bu söylem, her ne kadar yeni olsa da daha önceki hâkim söylemle bir öğeyi paylaşıyor: “Efendi” kavramını…

Bir zamanlar köylünün milletin efendisi olduğu söylenirdi. Bu ifade üretici sınıfların o dönemdeki en büyük kesimi olan köylülük ile ulus arasındaki bağlantıya işaret ediyordu. Artık paşalar değil köylüler milletin efendisi olacak ve bu sayede saltanatın ilgası iktidarın bir kısım elitten bir başka elit gruba devredilmesinin ötesinde (belki de sınıfsal) bir anlam kazanacaktı. Fakat aradan geçen yıllar bu beklentinin boş bir hayal olduğunu ortaya koydu ve birçok başka ülkede olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de de kentlere göç başladı. 1980’lerle birlikte ivmelenen içgöçle birlikte köylülük oransal olarak küçülürken proletarya büyüdü. Bu somut dönüşüm zamanla söylemsel bir boşluğa yol açtı. Saltanatın yerini alan rejim köylülüğü arkasına alarak meşruiyet sağlamaya çalışmıştı. Peki, köylülük erirken sınai dönemin kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştıran (ve bununla uyumlu bir ulus tahayyülünü besleyen) yeni söylemi kim üretecekti ve bu söylemin ana teması ne olacaktı?

Bu söylemi kente göçenler içinden 1980’lerle birlikte zenginleşen bir kesim üretti ve zenginleşemeyen (yani proleterleşen) diğer göçmenleri bu söylemle siyasi projelerinin peşine takmayı başardı. Bu projeye şimdilerde siyasal İslam diyoruz ve artık “millet kavramı” bu proje uyarınca tanımlanıyor.

1980’lerde diğer göçmenlerin arasından sıyrılabilen bu kesim gecekondularının arsalarına inşa ettikleri apartmanların kirasını yiyerek, yani aynı mahallede yaşayan işçilerin yevmiyelerine ortak olarak gelir elde eder ve o kaynağı yeni işçilerin kayıt-dışı, güvencesiz ve emniyetsiz koşullarda çalışacakları atölyeleri kurmak için kullanır. Bu kesimin içinden çıkan bir grup özellikle 2000’lerde daha da zenginleşti ve burjuvaziye dahil oldu. Bu süreçte TOKİ ve HES ihaleleri gibi rant dağıtım mekanizmaları kritik rol oynadı. Bu mekanizmalardan önemli bir tanesi ise yoksullara linyit kömürü dağıtımı. 2011 yılında 681 milyon TL değerinde linyit kömürü Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Vakıfları başta olmak üzere yardım dağıtan kurumlara aktarıldı. Bu rakam o yılki linyit çıktısının yüzde 11’ine tekabül etmekte ve TKİ’yi yoksullara doğrudan sosyal aktarımlarda Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü’nden sonra en büyük ikinci kurum haline getirmekteydi.[4]

Bu politika işçileri tehlikeli ve ağır koşullarda çalıştıran ve birçoğu 1980’lerde ilk birikimlerini yapmış olan küçük-ölçekli kömür ocağı sahiplerine için dolaylı bir sübvansiyon olarak görülebilir: Yoksullara dağıtılan kömürün yarattığı toplam arzdaki eksilme enerji santrallerinin bu ufak ocakların çıkardığı kömüre talebini arttırmakta. Kısacası sömürü sürecinden devlet vasıtasıyla nemalanma sırası artık bu gruba geldi.

Fakat zenginleşme, bu kesimin iş yapma biçimlerini çok da değiştirmedi. Her ne kadar devletin en büyük müşteri haline gelmesiyle işlerin mali ölçeği büyüse de eski alışkanlıklar bugün de devam ediyor: Güvencesiz istihdam ve çalışma koşulları, fiilen sıfır AR-GE harcaması ve palyatif yatırımlarla hızlı para kazanma hırsı… Daha da önemlisi bu alışkanlıklar tüm sektörlerdeki emek sürecini yeniden şekillendiriyor: kömür ocaklarında olduğu gibi…

Bu yeni kesimin ürettiği söylemin ana temasını da herhalde hepimiz biliyoruz. “Biz bu milletin efendisi değil, hizmetkârıyız!” Bu, ilk başlarda birçoğumuzca eşitlikçi bir mesaj olarak algılandı çünkü millete bir “efendi” tayin edilmiyordu. Fakat “millet” ve “hizmetkâr” arasında da bir mesafe vardı. Yani “efendisiz bir millet” değil, “hizmetkârları tarafından yönetilen bir millet”ten bahsedilmekteydi.

Oysa “efendi” kavramı efendinin efendilik yaptığı kişiye zulmedebilme ve hatta o kişiyi öldürebilme hakkına sahip olması olarak tanımlanabilir. O zaman, göstericiye atılan tekme de bu hakkın ilanı ve onanması olarak değerlendirilebilir. Demek ki artık bu milletin yeni efendileri var: kendilerini hizmetkâr olarak adlandıran efendiler… Bu çağın Kölemenleri…

Utku Balaban

* Utku Balaban, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi


[2] Türkiye Kömür İşletmeleri (2013), Kömür Sektör Raporu (Linyit), 16/5/2014’de erişildi, s. 23.

[3] Türkiye Kömür İşletmeleri (2013), Kömür Sektör Raporu (Linyit), 16/5/2014’de erişildi, s. 20.

[4] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 2013-2017 Stratejik Planı, 16/5/2014’de erişildi, s. 48.