Kendi merhametimden başka gidebileceğim hiçbir yerim yok

“Ya kalabalığın deliliklerine tatlılıkla katlanmalı, ya da kalabalıkla birlikte hatalar deryasına kendimizi kaptırmalıyız. “Fakat, diyeceksiniz, bu deliliktir.” Bunu kabul ederim; ama siz de hayat komedyasını oynamanın gerçekten bu olduğunu kabul edersiniz.”
-Erasmus

O kadar çok, o kadar çok konuşuyorum ki bazen, sanki bunun arkasından gelecek olan sessiz düşüşe kavuşmak için yapıyorum bunu.
Kendine güvenmek en zoru değil mi?
Nasıl affeder insan sonra ihanetini?
-Senin sana olan- ihanetin kadar acımasız olanına hiç rastlamadım.
Kendi merhametimden başka gidebileceğim hiçbir yerim yok.
Sessizlikte bile sesler duymak verilmiş bir ceza sanki.
Biricik dediğim zamanlarda, suskunluğun beni kucakladığını hayâl ediyorum, mahkûm olduğum çetenin arasından bir şekilde kaçmayı başarıp, süzülerek kendi kucağımda uykuya dalıyorum.
Uyandığımda ensemden tutup kaldıran eli bazen hiç tanıyamıyorum…
Kendime uzak düştüğümde bedenime de arkamı dönüyorum.
Öyle zamanlarda bir elimle diğerini tutuyorum.
Bir elim şefkatliyken, diğeri hep çok hırçın…
Her nedense hırçın olana gönülden bağlıyım.
Hırçın olmak sanki meydan okumanın ilk belirtileri.
İnsan her zaman ehlileşemiyor.
Ruh ve beden birbirini tamamlar gibi görünse de, ruhumun hırçınlığına bedenim ayak uyduramıyor çoğu zaman..
Ruhum hızın içerisine düştükçe ortalama bir yemeğin midede yarattığı hazımsızlık hissi gibi oraya buraya savruluyorum.
Kaçmak için koşuyorum sürekli ama önüme çıkan vicdanım tökezletiyor beni.
Yapmadıklarından da sorumlusun cümlesini işitiyorum sürekli.
İnsan kandırılınca sıra en son kendisine geliyor.
Büyük bir coşkuyla yükseldiğim anlarda tüm dünyanın da benimle coşkulandığını hissediyorum.
Yüksek ihtimalle uyduruyorum.
Sevdiğim adam bile gözlerini kaçırıyor benden böyle zamanlarda.
Onu sevdiğimi söylerim diye ödü kopuyor sanırım.
Kimsenin kimsede yeri yok,
en yüksek hızda çarpışıyoruz sadece.
“Az git öteye” demek bile gururuma dokunuyor.
“Yer açmak” varoluşu neden tehdit etsin ki?
İnsanın pervasızlığı en büyük güç gibi gelir bana.
Uzak zamanların birinde, sevdiğim adam; “neden sadece insanların duvarlarında bir resim olarak kalmayı istiyorsun, resmin verdiği sonsuzluk duygusu ve kalıcılığı sadece bir hayâlden ibaretken neden bunu seçiyorsun?” diye sormuştu.
Hayâllerle güzelleşiyoruz, gerçeklerle tüketiyoruz çünkü.
Gerçekleri tek başıma üstlenmek, hayâlleri biriciğimle yaşamayı isterdim.
Zarif güzelliklere neden düşmez insan, zarafet içerisine neden yerleşmez?
Neden günlük hayatın telâşına sevdiğini de ortak etmek ister?
Neden o hüzünlü sarının ışığında sevgiliye okunulan kitabın yapraklarının arasına cabbar bir yönetici girer?
Ne haddine?
Kıç kıça uyumak günahların en büyüğü.
Bu günahı sonlandırmak için kendine dönmeli, dönmeli ve dönmelisin.
Düşlerini sahiplenerek -tek başına- devam etmelisin üstelik.
Gerekiyorsa öyle yapmalısın evet.
Kırılganlığına sahip çıkmalısın.
Kin ile büyüğen kalpler kendisiyle değil de başkalarıyla uğraşıyor.
Dünya büyük bir çekişmenin bedelini ödüyor..
Halbuki geri çekilmeli.
Geri çekildiğin yerde sayıklamalar başlıyor.
Sayıklamalarıyla barışmalı insan, hayâllerle kucaklaşma o zaman gerçeğe dönüşüyor.
Gözlerim, ne dolunay, ne deniz ne de meltem rüzgârı arıyor.
Pinokyo ile bir randevum olsun isterdim şu an.
Ağacın kalbi insanın kalbinden daha katıksız çünkü.

Arzu BURSA