Kara…

İçimden çıkamıyorum.
Bu nasıl bir hücre?
Ben nerede hapisim?

Yeni hatıralara ihtiyacım var, can yakıyor eskiler… Odalar boş. Koridorlar loş. Kapı tokmakları kara, parmak uçlarım kapkara. Bir Çingenenin kara yalnızlığı bulaşmış olmalı parmak uçlarıma. Sandal ağacının kekremsi kokusu boğazımı yakıyor. Duman usulca diz çöküyor önümde. Yutkunamıyorum, gözlerim yanıyor. Çiviler çakılıyor gözbebeklerime merhametsizce.

Gözlerin ne önemi var oysa, yıkımın ilk adımının gözlerde olduğunu görmekten başka?

Bir yumsam, yumabilsem, içinden gemiler kalkardı bilirim. Çölde sürme çekmem gerekmedi hiç. Gözlerde vaha olduğumu çöl bilirdi. Denize yaklaştıkça saçlarıma sinen yosun, balık, iyot kokusu… El sallıyor sahilde gölgesiz buruk bir şemsiye, birkaç devrik sandalye terk edilmiş sahilde… Bilmiyorum, hangi okyanusun dibinde şimdi o gemi enkazı?  Ve ben hangi okyanusun dibinde dolaşıyorum başıboş?

Ayaklarım yok!

Ayaklarım olsaydı, dibinde denizler can çekişirdi biliyorum. Rüzgar ince bir sızı gibi geçerdi ayak bileklerimden. Parçalanırdı kentler, bastığım topraklarda. Ayaklanmış bir ülkenin boy aynasından bakardım uzaklara…

Eskiden bir çiçek vardı hatırladığım. Mor bir katırtırnağı çiçeği. Rüzgar söküp atmaya çalışsa da hoyratça; kökleriyle sımsıkı bağlı toprağa. Yol kenarları, otobanlar kraliçesi katırtırnağı.

-“Ne olur bu hayattan vazgeçme!” derdi, kendi kendine…
-“Ne olur, sımsıkı bas ayaklarınla toprağa!”
Mor bir katırtırnağı çiçeğinin rengi olabilseydim.
Son mevsimin kara yaprakları yağıyor üzerime şimdi. Hani o mor nerede?
Simsiyah bir şimşek yarıyor kalbimi ikiye…
Çaydanlığın ıslak çığlıklarını duyuyorum uzaktan.
Hayat o kadar gürültüyle akıyor ki; kendini duyamaz oluyor bazen insan.
Nasıl geldim buraya? Neredeyim ben? Bu oda benim miydi?
Etrafıma baktım. Mevsimler değişmiş. Peki, ben neredeydim?

Buz tutmuş kütüphanemin rafları. Kanepeler, koltuklar kar altında. Sırtım bir türlü ısınmak bilmiyor. Bir ateş yakmalıyım odanın ortasında. Varsın tutuşsun her şey. Aklım karmakarışık. Kalbim hızla çarpıyor.

Zaman geçiyor. Bir şeyler eksik. Oysa her şey yerli yerinde görünüyor.

Daha sabaha çok var.

Yağmur yağıyor dışarıda. Şemsiyeler hızla açılmaktadır şimdi. Siyah pardösülü bir kadın, siyah montlu bir adamın koluna giriyordur. Hızlı adımlarla yürüyorlardır iki kişilik yalnızlıklarına sarılarak sımsıkı. Sokaklar kayıyordur ayaklarının altından. Telaşlıdırlar. İçlerinde çoktan yıkılmıştır oysa bütün mabetler, tüm kaleler düşmüştür. Devrilmiştir koca bir ağaç, onlar görmezden gelirken… Neden görmezden gelirler? Duygularını kendine sakladıktan sonra, hissetmenin ne anlamı var?

Hiç de konuşmazlar. Sesleri yoktur.
Söz de bitmişse eğer, yağmur değil yalnızlıktır üstlerine yağan.
Yuh! Diye haykırsam artlarından.
Ama bilmem nerede benim sesim?
Sesim yok!
Gözlerimi açıyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Duygularım nereye gittiler?
Deli gibi fırlasam uzandığım yerden, arkalarından seslensem geri dönerler mi?
Hep kırmızı hapı yutuyorum. O kapıdan geçmek bu kadarlık bir olay mı?

Aynaya bakabilseydim. Kan çekiliyor yavaş yavaş damarlarımdan. Kara’lıktan, Beyaz’a geçiş anını bekliyorum son sevgiliyi bekler gibi umarsız. Utanıyor hüznüm bana baktıkça.

Aynalar dedim… Hani neredeler? Kim bilir kaç yüzyıl oldu kendimi görmeyeli…  Aldıklarını geri vermiyor yıllar. Ilık bir Mayıs günü kalbimi söküp gömdüm toprağa. Oysa biliyorum, orada atmayacaktı nabız. Kaslar kendini salmış, daha da uzamış boyu yavrumun. Sığar mı şimdi tabuta? Koklamaya kıyamadığım, acıttılar mı canını ölü bedeninin?

Her şey bitti yaşanmışa dair. Bir çağ ölmekte gözlerimin önünde.

Bir asır bitip, bir asır başlıyor şimdi içimde. Sustu yüzyıllardır çalan o garip ezgi. Tellerini özgür bıraktım sazın bu gece. Renkler çoktan uçup gittiler. Birer vizyon değil miydiler? Varsın gitsinler. Hani o ışık fotonlarının retinaya çarpıp, geri dönme olayı…

 

Getirdiğim; giderken götürmedi beni…  Bir şey söylemedi de…  Tek bildiğim, yalnız yapıldığı bazı yolculukların. Beni terk etti. Devrilen son çığın altında öldüm.

Kim miyim?
Adım mı neydi?
Unuttum!
Siyah gelinlik giyerim.
Azura olmalıyım…
Ve Jilet…
Hayretle izliyor bir metal soğukkanlılığıyla akarken kan, kestiği o incecik damardan.
Ve Tanrı…

Yanılıyor Rilke, Tanrı olgunlaşmadı. Bunca yara içinde Tanrı sadece basit bir sanrı.