“ev…
iyi kötü herkesin bir evi vardır.
ama, ev ahengini gerçek lezzetiyle yaşayabilmişler, o kadar azdır ki…
o yüzden de, gençken kaçıp kurtulmak isteriz evden…
sonra gönlümüzcesini kurmaya çalışır; genellikle de başaramayız…”
Der Çetin Altan…
Hemen her genç gibi evlerin bana dar geldiği zamanlar yaşadım elbette bende… Analı, babalı, kardeşli evimde ondan bundan sıkıldığım, kıymetini bilemediğim zamanları elbette hatırlıyorum. O güzelim konforun bir anda yok olduğu zamanlarda bir de onca yılımı aile olarak geçirdiğimiz evden ayrılmak zorunda kaldım… Bu ayrılışla her ne kadar doğduğum eve geri dönmüş olsam da kendimi asla o eve ait hissetmedim. Nerede oturacağına, hangi saatte evin neresinde duracağına başkasının karar verdiği yer evin değildir, zaten olmaz da…
Sonra aldım başımı gittim. Babamı, evimi, huzuru kaybetmek bana fazla geldi… Üç yıla yakın evim hiçbir yerdi… Ben neredeysem evim oradaydı… Ev uyunan yerdi. Küçücük odalarda kaldım, bir sürü insanla ev, oda paylaştım… Penceresiz odalarda uyudum… Güvenli hissetmediğim için bayılana kadar uykusuz kaldığım zamanlar oldu… Bugün o yıllardan hediyedir kolay kolay bir yerde kalamamam… Otel odaları hariç… Yani balkonlu otel odaları hariç… Onlarda nefes alabilirim. En yakınım bile olsanız size misafir olduğumda bana verdiğiniz en konforlu odada bile kalmak istemem. Mümkünse salonda divanda yatarım. Bunun uygun olamayacağı hissettiğim yerlerde kalmam… Kendi evimde bile sanırım yüzyıldır salonda yaşarım… Benim için olası en ideal evler üst katlarda, geniş camlı evlerdir… Tek hayalimde tavanı cam bir evde yaşamaktır.
Çocuğum olduğunda, evlendiğimde yani kendime ait bir evim olduğu zamanlarda bu durum geçmişti… Hatta çok da evimin dışında olmayı istemiyordum. İşte o sebeple pek severim üstte paylaştığım yazıyı…
“sonra gönlümüzcesini kurmaya çalışır; genellikle de başaramayız…”
Dediği yerde incecik çizilir yüreğim… Netice de bir başarı öyküsü değildir benimki de. Ama her değiştiğinde, her seferinde az buçuk parayla döşediğimde, çuvaldan perdelerimde, eskiciden alınmış takımlarımda, rengârenk duvarlarımdan, geçmişten bugüne bir sürü anı taşıyan aksesuarlarımda hep Emine’dir.
Ev her köşesine sizin elinizin değdiği, düzenine sizin karar verdiğiniz, temizliğini yaptığınızda gururlandığınız, istediğinize giriş hakkı verip istemediğinizi dışarda uzakta bırakıp içine kaçabildiğiniz, sizi üzmüş, sevmediğiniz insanların eşiğinden adım atamadığı, sessizliğinden ürkmediğiniz, karanlığında kaybolmadığınız, kendinizi yabancı hissetmediğiniz, elinizi bir yere atarken hata mı yapıyorum demediğiniz, özel hayatınıza sahip olmanın en temel gereksinimi dört duvarınızdır…
Sizdir. Ruhunuzdur. Tüm dünyayı geride bırakıp içine girdiğinizde nefes alacağınız yerdir. Duvarlarındaki resimler, komodindeki bir örtü, raftan aldığınız bir bardak bütün anılarınızdır.
Boşandığımda aslında tek kriterim vardı. İşten eve gelirken duyduğum huzursuzluğun bitmesi… Bir evin güven alanınız olup olmamasının tek yolu orada kendinizi rahatsız hissedip, hissetmemenizdir. Çünkü ev aynı zamanda içindeki ilişkinin tüm enerjisini taşır duvarlarında… Ondandır bazen üstünüze gelmesi…Bazen huzur vermesi…
Bugün buradan sevgili asi ergenliğime seslenmek istiyorum. Ne salakmışsın sen kuzum!
Deli gibi özlüyorum şimdi çocukluğumun geçtiği o iki katlı evi, odamı… Kocaman kütüphanemi… Masa başında hep birlikte yenen yemekleri… Odamı, odamın duvarlarında ki sayısız poster ve fotoğrafı… Evimde kitaplığın bir fazlalık değil bir gereklilik olduğu zamanları… Ev dediğinin aslında “aile” olduğu yılları… Babamın varlığına duyduğum güveni… Annemin kapıyı nasılsa açacağını bilerek hiç anahtar kullanmadığım zamanları… Hala annemin evine anahtarım olmasına rağmen içeride o varsa kapıyı çalar girerim…
Oysa şimdi herkesin bir anahtarı var evlerde… Ve eve geldiğinde kimse kimseye hoş geldin demek zorunda hissetmiyor kendini. Çünkü iş hayatı, çalışma saatleri her biri başka bir yaşamın içinde yaşayan aileler yaratıyor… Yemekler elde tabaklarda atıştırılıyor. Herkes bilgisayara ya da telefona kafasını gömüyor… Az konuşuluyor, konuşulduğunda tartışılıyor…
Bir yerde okumuştum kimin bilmiyorum…
“siz kapısından içeri girdiğinizde size ‘karnın aç mı?’ diye sorulan yer evinizdir.” Yazıyordu… Babanız saat sekizde her gece işten dönerek büyümüşseniz anneniz karnın aç mı diye sormaz bile, o saatte masa hazırdır zaten… Yani özlem duyduğun, o güzel sokakta, o bahçe içinde her türlü ağacın olduğu, komşunla aile olduğun panjurlu evden fazlasıdır elbette…
İnsanlar evlerine benzer mi? Ben benzeyenlerdenim… Bana muhteşem bir ev vermenize gerek yoktur. Çünkü ben kusursuz, düzgün ve köşeli değilim… Benim ucum bucağım hep sarçıklı, püsküllü… Ben buyum… Siyah giyen, renkleri seven, rengârenk bir karmaşadan huzur duyanlardanım… Hayatım boyunca etrafımda ki herkesin bundan rahatsız olması, eleştirmesi kocaman yalnızlığımın bir parçasıdır.
O kocaman kulelerde, kutu evlerde, kusursuz donanımlarla, her şeyi uzaktan kumandaların idare ettiği gri yaşamlara hiç özenmedim ben… İçlerinde bin bir mutsuzluğun yaşandığı pahalı evleri hiç sevmedim. Bir evin bilmem kaçıncı katına acaba asansörde kalır mıyım diye çıkmayı hiç istemedim…
Ezcümle; Şekerden evlerim oldu tadına doyamadığım, bir çay içimlik uğradıklarım oldu, kaçıp sığındıklarım oldu, kaçıp kurtulduklarım oldu, başımı huzurla dayayıp bir kenarında uyuduklarım oldu… Ama yine bir yerde yollara döndüm…
Bu yüzden küçük sihirli ayakkabılarım evim yerine başka yerlere götürüyor hep beni…
“EV, ANLAŞILDIĞIN YERDİR .”
Bak bunu kimin dediğini biliyorum… GARFİELD… Çünkü en çok kediler bilir evlerinin kıymetini…
- “Aidiyet” Ait Olmanın Tadının Kaçtığı Şeyler - 23 Aralık 2019
- Dedikodu - 17 Ekim 2019
- Anne var, anne var… - 19 Eylül 2019