“Din, zahiri bir ihtişam meydana getirmek veya ruhani egemenliği ele geçirmek yahut zorlayıcı kuvvet uygulamak için değil; insanların hayatını erdem ve dindarlık kurallarına göre düzenlemek için kurulmuştur. Her kim ki kendisini İsa’nın sancağı olarak gösterirse, onun her şeyden önce ve her şeyin üstünde, kendi hırs ve kötülükleri ile savaşa girmesi gerekir. Hayatta kutsallık, davranışlarda ihlas, ruhta şefkat ve tevazu olmadan Hıristiyan adını zorla almak bir insan için beyhudedir”.
Bu sözler, İngiliz düşünür John Locke’un Hoşgörü Üstüne Bir Mektup başlıklı kitabından. Dinler, toplumlar, alışkanlıklar farklılaşabiliyor; ne var ki insanın kendisinden farklı olana katlanabilme konusunda gösterdiği zayıflık pek fazla değişmiyor.
1640 yılında patlak veren ve sadece Parlamento yanlılarının mutlak monarşi taraftarlarına karşı verdikleri bir mücadeleyi değil, Anglikan Kilisesi’ne karşı dinsel hoşgörüyü savunan Püritenler’in özgürlük taleplerini de dile getirdikleri iç savaş 1951 yılında sonlanır; ancak iki taraf arasında siyasi karşıtlık tam anlamıyla ortadan kalkmaz. Yine de sona doğru yaklaşılmıştır. 1685 yılında Locke, bu kısa kitabı yazar; 1689 yılında Şanlı Devrim ile İngiltere anayasal monarşiye geçer, aynı yıl ilan edilen Hoşgörü Yasası ile Anglikan Kilisesi’ne bağlı olmayan din adamlarının belli şartlar altında kendi ayinlerini düzenlemelerine izin verilir.
Bir devlet kilisesi olan Anglikan Kilisesi’nin diğer inançlara ve ibadet biçimlerine karşı baskıcı tutumunun bir eleştirisidir bu kısa kitap. Güncel siyasi çatışmalara yönelik belli bir tutum almayı ve siyasi bir çözüm arayışını içerse de aslında kadim bir mesele olan dinsel hoşgörünün felsefi bir temellendirmesini yapar.
Elbette Locke dinsel hoşgörü üzerinde durarak sayısız iç savaşa yol açan Avrupa’daki mezhep çatışmalarına ve İngiltere’deki dinsel baskıya bir göndermede bulunuyordu. Bir yandan da liberal siyasi doktrini temellendirecek şekilde devletin sınırlarını göstermeye çalışıyordu. Ama asıl muhatabı, İngiltere’deki dinsel hoşgörüsüzlük taraftarlarıydı. Onlara meydan okuyan, ince ince işlenmiş bir karşı tez sunuyordu.
Dinsel hoşgörüsüzlük taraftarlarına, iki nokta üzerinde durarak yanıt veriyordu Locke. Birincisi, devletin insanların inançlarına ve düşüncelerine müdahale edemeyeceği düşüncesiydi. İkincisi ise devletin ve kilisenin birbirinden kesin bir biçimde ayrılması gerekliliğiydi.
Laikliği, en basit anlamıyla, devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılması şeklinde tanımlarız. Bu tanım elbette doğrudur ama yeterli değildir; laiklik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması ve inançlar karşısında tarafsız kalabilmesidir. Aslında bu tanım hala eksiktir; çünkü devletin bir zor aygıtı olarak doğru dini, doğru inancı ve doğru yaşamı belirlememesi, bütün inanç ve yaşam biçimlerine karşı hoşgörü geliştirebilmesidir laiklik.
Laiklik ile birleşmiş olan ve siyasal dil dağarcığına din tartışmaları ile birlikte girmiş olan “hoşgörü” kavramı bu anlamda, güçlü olanların ya da siyasal iktidarı elinde bulunduranların kendi inançlarına ve değerlerine aykırı olsa dahi, farklı inanç, değer ve yaşam biçimlerine sahip olanlara müdahale etmemeleri anlamına gelir. İşte bu anlamda, hoşgörü, siyasal bir kavramdır. Siyasal iktidarın, “hakikati” belirleme gibi bir hakkı ve yetkisinin olmadığı düşüncesi ile de iç içedir.
Dolayısıyla, laiklik, devlet yönetiminin sadece seküler (dünyevi) ve akla dayalı bir hukuk üzerinde inşa edilmesini değil, aynı zamanda doğru inancı, doğru dini, doğru ibadeti, doğru davranışı belirleyememe durumunu içerir.
Anadolu topraklarında serpilmiş derin bir hoşgörü ve hümanizma geleneği vardır. Benim burada ele aldığım hoşgörü kavramı, kültürel ve ahlaki değil, siyasal bir içerik taşıyor. Tarihsel olarak ele alındığında bu türden bir hoşgörü kavramının Batı’da doğduğunu görüyoruz.
Geç Orta Çağ’dan itibaren kentlerin, on altıncı yüzyıldan itibaren de Fransa, İngiltere ve İsveç başta olmak üzere merkezi devletlerin doğduğu bir dönemde, siyasi çatışma yeni doğan ve güçlenen devletler ile Vatikan Kilisesi arasındadır. Reform hareketinin de belli bir itki sağladığı bu tarihsel eğilim, dünyevi iktidarın yani devletlerin ya da prensliklerin, ruhani iktidarı yani Katolik Kilisesi’ni kendi hakimiyeti altına alacak şekilde güçlenmesiyle sonuçlanır. Bu tarihsel eğilime, on ikinci yüzyıldan itibaren dünyevi ve ruhani iktidar arasındaki iktidar çatışmasını tartışan ve felsefi olarak akıl ve vahiy arasındaki ilişki üzerine odaklanan siyasal bir düşünsel bir gelenek eşlik eder.
On altıncı ve hatta on yedinci yüzyılların sonlarına kadar asıl mesele, dünyevi iktidar üzerinde hakimiyet iddiası içinde olan kilisenin devlete bağlanması, devletin hakimiyet alanı içine alınmasıdır. Egemenlik düşüncesi, bölünmez ve parçalanmaz tek ve nihai bir yetki olarak gittikçe güçlenir ve kilise, siyasi egemenliğe tabi olan olan parçalardan birine dönüşür. Bu aşamada, egemen devlet, kilise üzerinde daha üst bir iktidar organı olarak kendisini kabul ettirmeye çalıştığı gibi, doğru dini ve doğru dinsel yorumu da belirleme hakkını elinde bulundurduğunu iddiasındadır. Sözgelimi, yine İngiliz iç savaşı döneminde yaşayan ve egemen devlet teorisine belirleyici bir katkı sağlayan Hobbes, Leviathan adlı kitabında, din meselesine geniş yer ayırır. “Ölümlü Tanrı” olarak adlandırdığı egemen devlet, toplumda hâkim düşüncenin ne olacağını belirleyeceği gibi, dinsel yorumu da yapacaktır.
Bu tarihsel olarak laikleşmenin ilk aşamasıdır: Dinsel olanın dünyevi olana bağlanması, yani dünyevileşme. Egemen devletin kiliseyi kendine bağlı ve bağımlı kılması. Laikleşmenin bu sürecinde, aslında din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmadığını, tersine güç ilişkilerinin değiştiğini, daha önce siyasi iktidar üzerine hâkim olan kilisenin artık güçlü egemen devletlere bağımlı ve onların hakimiyet alanlarının içindeki bir oyuncu haline geldiği bir aşama. Bir başka deyişle, devletin dinsel olanı siyasal anlamda kontrol edecek şekilde güçlenmesi ve kurumsal olarak da kendine bağımlı kılmasıdır. İşte, bu aşamada Locke’un hoşgörü üzerine düşünceleri, doğru inancın ve doğru yaşam biçiminin siyasal zor ile belirlenebileceği iddiasına karşı bir meydan okuma olarak gelişir. Karşısına aldığı Kilise ve egemen mutlak devlettir; çünkü zaten kilise artık devletin içinde ve ona bağımlıdır. (Hiç kuşkusuz, Anglikan Kilisesi’nin kurulmasıyla sonuçlanan İngiltere’nin kendine has bir tarihi vardır; ama burada genel olarak Avrupa’da tarihsel gelişimin yönü hakkında bir fikir verilmeye çalışılıyor)
Laikleşmenin ikinci aşaması ise hayli uzun zaman ve mücadeleye mal olan, dinsel olanın devletten ayrışması sürecidir. Bu süreçte, din ya da kilise artık siyasi bir hakimiyet iddiasından vazgeçmiştir; kamusal alana ilişkin bir talebi de yoktur; özel alana doğru çekilir. Reform’un en temel iddiası olan, inanan insan ile Tanrı arasına herhangi bir kişi ya da kurumun giremeyeceği düşüncesi gerçekliğine bu aşamada ulaşır.
Oldukça şematik bir biçimde verdiğim bu tarihsel gelişim çizgisi, ülkeler açısından farklı olabilmekte ve ayrıca her ülkede gidiş-gelişlerle dolu farklı aşamaları olan laikleşme süreçlerine rastlanabilmekte. Sözgelimi Fransa, devrimden epeyce sonra, 1905 yılında devlet-kilise ayrılığını gerçekleştirmiştir (Fransa ile ilgili yetkin bir inceleme için Onur Karahanoğulları’nın, AÜ, SBF Dergisi’nde yayımlanan “III. Cumhuriyet’te Din Kamu Hizmetinin Kaldırılması, Laiklik” makalesi okunabilir).
Osmanlı tarihinden başlayarak Türkiye’deki laikleşme sürecine ilişkin bir açıklama sunmak bu kısa yazıda söz konusu olamaz. Yine de yukarıdaki şematik açıklama temel alındığında, Türkiye’deki laikleşme sürecinin birinci aşamada olup olmadığı tartışmaya değer bir konudur.
Asıl ilginç olanı ise, siyasi argümanını ve var oluş nedenini laiklik karşıtlığı üzerinden geliştiren AKP’nin, devletin dini kendi hakimiyet alanı içinde tuttuğu birinci aşamadaki konumlanmayı büyük bir ihtirasla sahiplenmiş olmasıdır. Bu aşamanın genel olarak ele alındığında dinsel yorumun devlet tarafından geliştirildiği mutlakiyetçi devletlere karşılık düştüğü hatırlanırsa, bir devlet görevlisi olan ve “kamu hizmeti sunan” Diyanet İşleri Başkanı’nın sürekli dinsel yorum yapmasını, bunu tek hakikat olarak dayatmasını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise Diyanet İşleri Başkanı’nın sözleri ve yorumlarına yapılan itirazları, karşı çıkışları devlete yapılmış addetmesi hiç de yadırgatıcı değildir.
Oysa Anayasamızda yer alan laiklik ilkesi gereği;
Dinsel hoşgörünün gerçekleşmesi, dinsel alanda siyasal bir zorun bulunmamasına bağlıdır.
Devlet, insanların düşüncelerine müdahale edemeyeceği gibi, onların inançlarına ve ibadet biçimlerine de karışamaz. Hakikat, siyasal zorun ya da devletin tekelinde değildir.
Hakikati yaratan siyasal zor olamaz. Doğru dinin olduğu kadar, doğru yaşamın ne olduğuna da dinsel kurumlar ya da devlet karar veremez.
- Mustafa Öztürk’ün İslamcılarca linç edilmesi: Teoloji siyasetin hizmetinde - 7 Aralık 2020
- Devletin soyut bedeni - 30 Kasım 2020
- Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir - 1 Kasım 2020