6 Şubat depremlerinde resmi rakamlara göre 53 binden fazla insan hayatını kaybetti. Bu sayı, yalnızca Türkiye tarihinin değil, dünya deprem literatürünün de en yüksek can kayıplarından biri olarak kayda geçti. Böylesi bir yıkım, doğanın kaçınılmazlığıyla açıklanamayacak ölçekte bir toplumsal ve siyasal sorumluluk tartışmasını zorunlu kılıyor.
Ancak aradan geçen zamana rağmen, bu felaketin siyasal ve yönetsel sorumluluğuna dair kapsamlı bir hesaplaşmanın yaşandığını söylemek güç. Ne yapı denetim sisteminin çöküşü ne imar politikalarının sonuçları ne de yıllardır dile getirilen bilimsel uyarıların neden dikkate alınmadığı bütünlüklü biçimde yargının ve siyasetin konusu olabildi.
Hesap Sorulamayan Bir Felaketin Ardından
Deprem sonrası süreçte dikkat çeken en önemli başlıklardan biri, yaşanan büyük yıkımın siyasal sonuçlarının sınırlı kalması oldu. Felaketin üzerinden yalnızca birkaç ay geçmişken yapılan Mayıs 2023 seçimleri, deprem gerçeğinin siyasal bir hesaplaşmaya dönüşmediğini gösterdi. Aksine, mevcut iktidarın yeniden yetkilendirilmesiyle sonuçlanan bir tablo ortaya çıktı.
Bu durum, deprem gibi büyük ölçekli felaketlerin Türkiye’de neden kalıcı bir siyasal sorumluluk mekanizması üretmediği sorusunu yeniden gündeme taşıdı. Deprem, bir “doğal afet” olarak ele alındığında sorumlular belirsizleşiyor; bir “toplumsal felaket” olarak ele alındığında ise hesap sormak kaçınılmaz hale geliyor. Tercihin hangisinden yana yapıldığı ise siyasal iklimi doğrudan etkiliyor.
Konut Sayılarıyla Kurulan Yeni Bir Dil
Bugün gelinen noktada kamuoyuna sunulan temel anlatı, “şu kadar konut yaptık” söylemi etrafında şekilleniyor. Elbette barınma ihtiyacının karşılanması hayati bir gereklilik. Ancak sorun, bu ihtiyacın bir başarı hikâyesi ve hatta bir siyasal övünç nesnesi haline getirilmesinde düğümleniyor.
Depremde on binlerce insanını kaybetmiş bir ülkede, konut inşasını bir lütuf ya da telafi edici bir başarı olarak sunmak, ister istemez etik bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Çünkü yapılması gereken bir sorumluluğun, sonradan yerine getirilmesi, ilk aşamadaki ihmal ve hataları görünmez kılmıyor.
Rant, Yeniden İnşa Ve Sessiz Sorular
Daha da önemlisi, deprem konutlarının nasıl, nerede ve kimin yararına yapıldığı soruları çoğu zaman kamuoyunun gündeminde yeterince yer bulamıyor. Yeniden inşa süreci, bazı bölgelerde rant tartışmalarını, mülkiyet sorunlarını ve yerinden edilme risklerini de beraberinde getiriyor.
Bu noktada şu soru kaçınılmaz hale geliyor:
Deprem suçlularının yargılanmadığı bir ülkede, deprem üzerinden yapılan inşaatlarla övünmek etik olarak nereye oturur?
Eğer yapı stoğunu denetlemeyenler, imar aflarını çıkaranlar, bilim insanlarının uyarılarını görmezden gelenler hesap vermiyorsa; yapılan her yeni konut, yalnızca bir barınma çözümü değil, aynı zamanda geçmişin üzerini örtmenin aracı haline gelme riski taşıyor.
Adalet Olmadan İyileşme Mümkün Mü?
Toplumların büyük felaketlerden sonra iyileşebilmesi, yalnızca fiziki yeniden inşayla değil, adalet duygusunun onarılmasıyla mümkün olur. Oysa bugün deprem gerçeği, büyük ölçüde teknik bir inşaat meselesine indirgenmiş durumda. Yıkımın siyasal, hukuki ve ahlaki boyutları ise geri plana itilmiş görünüyor.
Deprem evleri yapılabilir, yapılmalıdır da. Ancak depremde neden bu kadar insanın öldüğü sorusu yanıtsız kaldığı sürece, bu konutlar gerçek bir iyileşmenin değil; eksik bir yüzleşmenin sembolü olarak kalacaktır.
Belki de asıl sorun şudur:
Adaletin yerini beton, hesaplaşmanın yerini metrekare, sorumluluğun yerini ise açılış törenleri alıyorsa; ortada bir başarıdan değil, ertelenmiş bir vicdandan söz etmek gerekir.
Deprem, yalnızca toprağı değil, devlet-toplum ilişkisini de sarsar. Bu sarsıntının ardından neyin inşa edildiği kadar, neyin hesabının sorulmadığı da tarihin hafızasına kazınır.
- Deprem Sonrası Övünç: Adaletin Yerine Konut Sayısı Konabilir Mi? - 27 Aralık 2025
- Irkçılık ve Kadın Düşmanlığı: Aynı Karanlığın İki Yüzü - 24 Aralık 2025
- Asgari Ücrette Sessiz Uzlaşma: Sendikaların Kaçtığı Yer Sınıfın Yarasıdır - 24 Aralık 2025












