Cam Tavanı Çatlatan ve Erkeklerin Gölgesinde Kalan Kadınlar

Kadınlar tarih boyunca düşüncelerini özgürce ifade etmek ve dünyaya yön veren tartışmaların parçası olmak için çaba gösterdi. Ancak bu çabalar, çoğu zaman erkeklerin gölgesinde kaldı, hatta erkekler tarafından sahiplenildi. 19. yüzyıl Amerika’sında, felsefe, edebiyat ve düşün dünyasında önemli katkılar sunan kadınlar, yalnızca toplumsal cinsiyet rollerine hapsedilmekle kalmadı, aynı zamanda fikirleri erkeklerin ağzından yeniden dile getirilerek onların hanesine yazıldı.

Mary Moody Emerson, Elizabeth Palmer Peabody, Sophia Peabody Hawthorne, Lydia Jackson Emerson ve Margaret Fuller… Onlar, yaşadıkları dönemde sadece entelektüel cesaretleriyle değil, aynı zamanda fikir üretimiyle de çığır açan kadınlardı. Fakat tarih, onların eserlerinden çok, bu eserlerden beslenen erkekleri yüceltti.

Mary Moody Emerson, Amerikan felsefesinin temellerini atmaya yardım eden isimlerden biriydi. Fikirlerini mektuplarında işledi, tartıştı ve bunları yeğeni Ralph Waldo Emerson’la paylaştı. Yeğeni, bu mektuplardan beslenerek ünlü eserlerini kaleme aldı ve Amerikan düşünce dünyasının en büyük isimlerinden biri olarak tarihe geçti. Peki Mary Moody Emerson? O, yalnızca “ilham kaynağı” olarak anıldı.

Benzer bir kader, Elizabeth Palmer Peabody’nin de başına geldi. “Transandantalizm” terimini icat eden oydu, felsefi metinleri ve İncil’i modern bir dille yeniden yorumlayan da. Ancak bu düşünceler, erkekler tarafından dile getirildiğinde yankı buldu. William Ellery Channing, onun teorilerini vaazlarında kullandı ve Amerikan entelektüel dünyasında bir otorite haline geldi. Peabody’nin adı ise yalnızca bir dipnot olarak kaldı.

Bu kadınlar sadece fikir üreten değil, aynı zamanda bunları yaşamlarına da yansıtan cesur bireylerdi. Örneğin, Lydia Jackson Emerson, aşkıncı düşüncenin savunucularından biriydi. Ancak evlilik, onu tam tersine, kocasının gölgesinde yaşamaya zorladı. Ralph Waldo Emerson, onun ismini bile değiştirdi, onu “Lidian” olarak yeniden vaftiz etti. Ve ne oldu? Jackson, özgürlüğü savunan erkeklerin, kendi eşlerini mutfak ve misafir ağırlama sorumluluklarının ötesine geçirmediğini gördü. Onun gözünde, bireyselliği ve özgürlüğü savunan bu adamlar, aslında kendi hayatlarında tam tersini uyguluyordu.

Ve Margaret Fuller… Amerikan düşün dünyasında erkek egemenliğini belki de en fazla sarsan kadındı. Parlak zekâsı, edebiyat dünyasına kazandırdığı eserler ve kadınların entelektüel kapasitesini ispatlama çabaları onu dönemin en etkileyici figürlerinden biri haline getirdi. Ancak onun hikâyesi de trajik bir sona mahkûm edildi. Avrupa’da gazetecilik yaptı, devrimleri takip etti, sömürü ve adaletsizliği raporladı. Ama sonunda, denizde boğulduğunda geride kalan erkek dostları, onun parlak kariyerini değil, “Amerika’ya şüpheli bir yabancı koca ile dönmesini” dert etti. Onun ölümünden duydukları rahatlama, kadınların ne kadar ileri giderse gitsin, erkeklerin belirlediği sınırları aşmalarına tahammül edilemeyeceğini gösterdi.

Tüm bu kadınların ortak noktası neydi? Onlar düşünmeye, sorgulamaya, yazmaya ve üretmeye cesaret etti. Cam tavanı kırmak için mücadele ettiler. Ama o tavan her seferinde, onların üstüne düşerek, fikirlerini ve varlıklarını erkeklerin gölgesinde bıraktı.

Bu hikâyeler bize şunu anlatıyor: Kadınların düşünsel varlığı, tarih boyunca sistematik şekilde küçümsendi, yok sayıldı veya erkeklere mal edildi. Ancak bu kadınlar, yalnızca geçmişin mağdurları değil. Onlar, bugünün kadınlarına yol gösteren isimler. Onların çabaları, bugün hâlâ kendi fikirlerini duyurmaya çalışan kadınların mücadelesinde yankılanıyor. Ve belki de en önemlisi, onların tarih boyunca yaşadığı bu yok sayılma, günümüzde hâlâ akademide, sanatta, bilimde ve düşünce dünyasında kadınların karşılaştığı görünmez bariyerlerin ne kadar güçlü olduğunu bize hatırlatıyor.