Yolculuk

Giderek derinlere doğru ilerliyorum. Yoluma devam ettikçe, bitki örtüsü de hızla değişmeye başlıyor. Afrika palmiyelerinin yerini tropik ağaçlar alıyor.

Ve toprakta, ağaç köklerinin arasında yaşayan yağmur solucanları…

İlerledikçe önüme içi su dolu bir kaya havuzu çıkıyor. İçinde oynaşan balık ve kurbağa yavruları…

ibinde ise gezinen siyah akrepler. Kum tepelerinden aşağı doğru esen sıcak bir rüzgâr… Burada da zamana meydan okuyan canlılar var mı?

Sağanak yağmurlara özlemli bu kurak topraklar. Yasemin, akasya, ıtır kokusuna özlemli…

Sapsarı kum denizinde havada uçan leylek sürüleri…

Gün soluyor.

Bir kasabanın sınırındayım. Balçıktan yapılmış, ot tavanlı kulübeler görünüyor alaca karanlıkta…

Kasaba kadınları kulübelerinin önlerinde oturmuş, tahta dibeklerde yabani tahıl ve darı dövüyorlar.

okmaklarının sesi boğuk, ritmik bir uğultu halinde tüm kasabaya titreşimler yayıyor. İlerledikçe sık sık önüme çıkan yol barikatları…

Göçerlerin saldırılarına karşı alınmış militarist önlemler. Hükumet askerleri nöbet tutuyor. Yolkeserler geceleri iş başında olurmuş.

İçimden bir ses, hep Doğu’ya doğru ilerlememi söylüyor. Bu sese karşı durabilecek takatte değilim. Neredeyse sonsuzlukla ölçülen bir zaman dilimi boyunca ilerliyorum.

Doğuya doğru ilerledikçe masif kayalar kesiyor yolumu… Aldırmıyorum.

Boyları bir kaç yüz metreye varan kaya blokları… Her an üzerime devrileceklermiş gibi duruyorlar. Başımı kaldırıp bakıyorum.

Kaya blokların tepesinde devasa bir çift sfenks, gözlerini üzerimden ayırmıyorlar.

Kleopatra’nın gözleri mi yoksa takip eden? Nereye gidersem gideyim hep beni görecek gibi…

Pusuya yatmış bir çift taştan aslansa, insan yüzleriyle bana bakıyorlar. Sürekli izlendigimi düşündürüyorlar bana. Kumlu çöl rüzgarları kayaları aşındırmış.

Bu güce karşı koyacak gücüm mü kaldı? Yorgunum.

En iyisi bir mağara ya da bir kovuk bulup dinlenmek. Sağıma soluma bakınıyorum. Akşamın alaca karanlığında sığınacak bir yer bulabilmek çok zor. Dudaklarım çatlamış. Mataramda içecek bir damla suyum kalmadı.

Binlerce yıldır yollarda olduğumun farkındayım. Artık bu durum kanıksanmış bir hal halini aldı.
Her koşulda canlı kalabilmeyi öğrendim.

Ve nihayet bir kaya kavernine sığındım.

Lambamın titrek ışığında fark ediyorum, duvarları tarih öncesi motiflerle bezenmiş. Kırmızı, beyaz, toprak sarısı… Sığırlar, çobanlar, develer, atlar, oklar, mızraklar…

Ellerimle dokunuyorum resmedilmiş tüm figürlere… Binlerce yıl önce var mıydınız? Hangi ellerden çıktı, dokunabilmem için ardınızda bıraktıklarınız?

Ben kaya duvarları süsleyen figürlerle meşgulken, önümden geçiyor bir savaşçı birliği. Okları, mızrakları, alet edevatları… Dörtnala yol alıyorlar görmeden beni.

İçlerinden birini durdurup sorabilseydim;
“Neresindeyiz zamanın? Hangi haritasında dünyanın?

Neolitik çağında mı, paleolitik döneminde mi yoksa bu yaşadıklarım? İlk okyanusun dibinden mi çıkıp geldim yoksa? Her tarafta fosiller…”

Kaybettim zamanı. Çölde düşürdüğümü hatırlıyorum. Heybemin delikti dibi…

Kulağımda rüzgarın yükselip, alçalan uğultusu. Bulunduğum yeri terk etmem için uyarıyor rüzgar. Suskunluğumca anlıyorum söylediklerini.

Maymunsu bir varlıktım. Milyonlarca yıldır yaşamaktayım.

Nerede son bulacak yolculuklarım?

Uykuya teslim ediyorum göz kapaklarımı.

Artık uyumalıyım.

Bir düş gördüm. Zamanın çok gerisindeydi.

Yıldızların henüz toz olduğu zamanlardan… O tozlardan doğuyordu yıldızlar ve ölüyorlardı teker teker sönerek. Aniden alev alıyor, yanıyor ve sönüyorlardı.

Savrulan parçaları sürükleniyordu evrenler arası, her biri birer gezegene dönüşmeden çok önce…

Güneş öncesi döneme ait küçük elmaslar gibi parlıyorlardı, uzay tozuyla harmanlanmadan önce…

Güneşe yaklaşmadan, sular buharlaşmadan, tüm yaşam solmadan çok daha önce.

Uzay boşluğunda bir ufak tozduk.

Yaşam tam olarak nerede ve nasıl çıkmıştı ortaya? Bu süreçte, yerkürenin ilk ve orta döneminde büyük geriye dönüşler ve felaketler yaşanmıştı biliyorum.

Birçok bitki ve hayvan yok olmuştu belli ki. Ay, gel-gitlerine devam etmekteydi aralıksız.

Okyanuslar doğurdu sonra, derin anaforlarla… Dağlar oluşuvermişti bir sabah uyandığımda. Yeni başlamıştı, yeryüzünün su döngüsü. Yağmur, rüzgar ve ısı; ufalanan kayaçları oradan oraya savurarak yeniden taşa, kayaya ve kıtaya dönüştürmüştü.

Baktım,
Yaşam başlamaktaydı.
Cansız madde canlıya dönüşebilirdi artık.

Fotoğraf: Sebastiato Salgado