Yeniden maymuna benzeyebilir miyiz?

Bir illüstrasyon var; bu aralarda sosyal medyada çokça paylaşılıyor: İlk insandan bu yana geçirdiğimiz evrim ile ilgili… Maymuna çok benzeyen bir insan türü, belli aşamalarla bugünkü insan tipine ulaşıyor ve o en gelişmiş son figür, arkasındakilere diyor ki: “Dönüyoruz başaramadık.” Pek çok versiyonu da yayımlanıyor bu illüstrasyonun.

Son derece eleştirel bir resim elbette; tek anlamı var bunun: İlkelleşiyoruz… Şimdiye kadar kazanılmış tüm insani niteliklerden vazgeçiyoruz, kendi ilkelliğimize sarılıyoruz. İhtiraslar, çıkar duyguları, iktidar hırsları toplumu sarıyor böylece.

Düpedüz hayvanlaşıyoruz; insanın doğasından gelen “elde etme” güdüleri, normal bir yaşam biçiminin koşulları oluyor. Öyle olunca da hayvan ile insan arasında bir fark kalmıyor.

Oysa felsefi alan yüzyıllar boyu özellikle “İnsan nedir?” sorusuna endekslenmişti; insan ile hayvan arasındaki nitelik farklarını saptayarak, buradan bir “özne” tanımı yapmak için uğraşmıştı. Örneğin Aristoteles’in “Hayvanların Hareketleri Üzerine” adlı eseri başlangıçta doğanın incelenmesi olarak okunabilir, ama bunun alt metni ise pekâlâ insan ile hayvan arasındaki farkları saptayabilme çabasına işaret eder.

Ulus Baker 1988 yılında ODTÜ’de verdiği seminerlerde, Pavlov’un köpekler üzerine yaptığı o ünlü deneylerden söz etmiş ve çok açık bir şey söylemişti; diyordu ki: “Ben burada dil üzerine bir araştırma yapıyorum, insan dili üzerine araştırma yapıyorum, diyor Pavlov. Köpekte eksik olan bir şeyi göstermeye çalışıyorum, köpekten alamadığım bir cevabı insandan aldığım bir sistem var ve biz bu sistemin içerisinde yaşıyoruz, buna da kültür diyoruz.”

Ne anlıyoruz Ulus Baker’in anlattıklarından? Şunu: Pavlov da (aynı Aristoteles gibi) çalışmalarını bir köpek üzerinden yürütüyorsa da aslında yaptığı, insanı tanımlamak: “Test edilen şey specimen [türünün örneği] olarak köpek değil, test edenin bizzat kendisi.”

İnsanı hayvandan ayrıştırmak

İnsanı hayvandan ayırarak bir insan tanımına ulaşmak, bir yandan da ne kadar René Descartes’ı andırıyor. O da (kabaca söylersek) “insani olmayan” niteliklerden arınmak ve mutlak bir “varoluş”a varmak niyetindeydi. Ardından da pekâlâ Friedrich Hegel gelebilir hemen akla… Hegel’den aklımıza hemen ne gelmeli? Şu: O, İnsanı evrensel bir özne olarak toplumsallıkla bağdaştırmış ve bu anlamda, bir öznenin o hayvani taraflarını dizginlemesi gerektiğini belirtmişti. Ruh ile bilincin çatışmasıydı bu…

Daha fazla örnek verilebilir “insanileşme” süreci hakkında… Ama belki de Karl Marx’ın söylediklerini bu noktada başköşeye almak gerek; o, çok açık bir tanım ortaya koymuştu. “Çocuklaşmak” diyordu, büyüdükten sonra yaşanabilecek bir şeydir; ama yetişkin bir insan yeniden çocuklaştığı anda, “bir çocuğun yapmacıksız tavırlarından da hoşlanmaz ve çocuğun doğruluğunu daha yüksek bir düzeyde yeniden yaratmak ister.” 

Marx’ın düşünceleri de çok açık: Yetişkin bir insan, ne kadar “çocuklaşsa” da artık o ilk “çocuk” haline geri dönemeyecektir, yetişkinliği deneyimlemiştir çünkü… Ve o “çocuk oluş” hali içine, tüm yetişkinlik durumunu taşıyacaktır.

Konuyu fazla uzatmayalım, yazının başında dedik ki: “Düpedüz hayvanlaşıyoruz.” Başka türlü bir söyleyiş ile “ilkelleşiyoruz” ve hayvanın doğasında barındırdığı bir doğallığa doğru yürüyoruz; hayatta kalma ve elde etme güdümüzden başka bir şey kalmıyor elimizde. Öyle mi acaba? İş bu kadar basit mi? Keşke öyle olsaydı; keşke o saf doğallığımıza, hayvani güdülerimize geri dönebilseydik. Her uygulamaya soktuğumuz “güdüsel” eylem, sadece “yaşama tutunabilme” niyeti ile sınırlı kalsaydı.

Yazık ki böyle bir “çocuklaşmak” mümkün değil. Belli ki biz bu ilkelleşme yolunda geriye doğru yürürken, bugünden oraya bir hayli “yük” taşıyacağız ve yine başlangıç noktasına ulaştığımızda, o noktanın aynı olmadığını göreceğiz.

Ne öğrendik?

İnsanlar, kendi tarihlerinde çok fazla şey öğrendi. Tek başına yaşamaktan vazgeçip toplumsal olarak yaşamayı öğrendi… Birtakım aletler yapıp doğa koşullarına ve diğer canlılara karşı direnebilmeyi öğrendi… Örgütlenmeyi ve isteklerini bu yolla elde etmeyi öğrendi… Kurumsallaşmayı ve bu yolla iktidar olabilmeyi öğrendi… Teknolojiye sahip olmanın iktidara da sahip olmak olduğunu öğrendi… Teknoloji ve iktidar bağlamında ekonomiye hükmetmeyi öğrendi… Sömürüyü öğrendi… Toplu katliamların, soykırımların yöntemini ve iktidara yararını öğrendi… En önemlisi de köleleştirmenin dilini öğrendi… Ve daha sayısız şey öğrendi.

Bu öğrenilen şeylerin, insanların “çocukluk” dönemi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Ve bunlar, ilkelleşme noktasına taşınıp yığıldığında ise karşımıza çıkacak olan bir “saflık dönemi” değil, tam bir barbarlık dönemi olacaktır. Evet, burada kullanılan “olacaktır” sözcüğü gerçekten yersiz kaçıyor, çünkü zaten çoktandır bu barbarlık dönemine giriş yapmış bulunuyoruz; bu çoktandır “oldu”. Üstelik bu barbarlık dönemindeki “hayvanlaşmış insan”, hiç de o tanıdığımız yabani hayvanların doğal karakterlerini yansıtmıyor ve yalnızca güdülerini “yaşama sarılma” adına kullanmıyor.

Şimdi “ilkelleşme” denilen şeyin yeni bir anlamı var: Modernleşmiş insanın, iktidarı ve çıkarı elde etmeyi öğrenmiş insanın, örgütlü ilkelleşmesi bu… Toplum da aynen böyle… Modern ideolojilerin tanımladığı “ideal özne”ler, şimdi bu ideallikten nasıl kurtulacağını, “özneler-arası” paylaşımı nasıl sıfırlayacağını, yine modern stratejilerle arayıp buluyor ve “modern ilkelleşme”yi bir siyaset, hatta bir hedef olarak benimsiyor.

“Yeni dünya düzeni” bu olsa gerek… Pekiyi bunun muhalefet stratejileri “eski” metinlerde bulunabilir mi?

Zor!

Kaynak: Kültür Servisi