İtalya’da ki Gladio, (Kılıç) soruşturmalarının ünlü yargıcı Felice Casson, gizli servis arşivinde yaptığı incelemelerde, 1972 yılındaki bir bombalamanın kesinlikle NATO destekli bazı gizli örgütlerce yapıldığı sonucuna ulaştı.
Yargıç, başbakan Andreotti’nin bilgisine başvurdu, 1972’de yaşanmış, üzerinden uzun yıllar geçmiş olduğundan başbakan örgütün varlığını kabul etti, ancak 1972’de örgütün kapatıldığını söyledi. Yargıç, araştırmalarına devam edince Gladio’nun faaliyete devam ettiği ortaya çıktı. 28 Mayıs 1974 yılında Brescia’da patlayan bombalamada 8 can kaybı ve 102 yaralı, 4 Ağustos 1974 yılında, Roma Münih seferi yapan trende patlayan bombayla 12 kişi ölmüş ve 48 kişide yaralanmıştı. Bu eylemler serisinin en büyüğüyse 1980 Ağustos ayında Bologna tren istasyonunda patlayan bombayla 85 kişi yaşamını yitirirken, 200 kişi ağır yaralanmıştı. Bu son eylem 20. yüzyıl Avrupa’sının yaşanmış en büyük terör eylemiydi.[1]
İtalya’da 1969-80 arasında 4.298 terör olayı yaşanmış, yapılan soruşturmalar sonucu, bunların önemli bir bölümünden Gladio sorumlu gösterilmiştir. Bazı eylemleri bizzat yapmış, bazısında terör örgütlerine patlayıcı ve silah sağlamış, bazısında da tahrik ve yönlendirme yaptığı tespit edilmiştir.
Bu soruşturmalarla, İtalyan Devletinin, NATO müttefikleriyle birlikte (çoğu kez kendi inisiyatifi dışında) belirlenmiş politikaları halka kabul ettirmek için, halkına karşı eylemler yaptığı, yaptırdığı mahkeme kararlarıyla kesinlik kazanıyordu. Bu mahkeme kararları, devlet denen organizasyonun, her zaman hukuk içinde kalmadığını, gerekli bulduğunda terör eylemlerine başvurduğunu, onun adil ve kutsallığı üzerine söylenenlerin özünde içi boş bir lakırdı olduğunu göstermekte.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün NATO ülkeleri ve onun dışında dört Avrupa ülkesinde İkinci Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, CIA tarafından kurulan bu türden terör örgütlerinin olduğunu, halkına karşı eylemler yaptığını artık biliyoruz. İtalya’da Gladio, Türkiye’de Kontrgerilla, (Özel Harp Dairesi) Yunanistan’da B-8 ya da SheepSkin, Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Gehlen Örgütü, Stay Behind ya da Sword, Avusturya’da Schwert, Fransa’da Rüzgâr Gülü, İspanya’da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere’de ise Secret British Network olarak biliniyor.
Bütün bu örgütler Sovyetler Birliğinin ve Varşova Paktının olası bir Batı Avrupa işgalinde cephe gerisinde terör eylemleriyle direnişi örgütlemesi amacıyla kurulmuştur. Sovyetler Birliğinin ve Varşova Paktının dağılması sonrası, bu örgütlenmenin artık gereksiz olduğu düşünülerek deşifre edildi, sınırlı da olsa sorumluları yargılandı ve örgütün tesviye edildiği söylendi.
Burada sorumluların yargılanmasına bir açıklık getirmek zorundayız. Bu örgütler savaş durumunda, mevcut bir işgale karşı faaliyet göstermek için kuruldukları halde, yukarda İtalya örneğinde gördüğümüz gibi, barış döneminde karıştıkları bazı olaylardan dolayı sorumlu tutulmuş ve yargılanmıştır. Yani ülkenin mevcut yasalarının dışında, silahlı bir güç oluşturulmasına dayanan bir örgütlenmeye gidilmiş olmalarından dolayı değil, karıştıkları belli olaylardan sorumlu tutulmalarıyla yetinilmiştir. Üstelik bu yasa dışı örgütlerin, doğrudan yabancı bir ülkenin gizli servisi, CIA tarafından kurulmuş olduğu ve onun denetiminde faaliyet sürdürdükleri görülmezden gelinmiştir.
Avrupa’da oldukça geç denebilecek bir zamanda (1990’ların başında) bu örgütlenmenin farkına varılmıştır. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktının dağılması sonrası bu örgütten haberdar oldular.
Türkiye’de ise böyle bir örgütlenmenin Kontrgerilla adıyla faaliyette olduğunun bilinmesi oldukça erken dönemlere kadar uzanıyor. 12 Martta Darbesi sonrası, Ziverbey Köşkünde gözlerini bağlayarak işkence yaptıkları aydınlara işkencecileri, kendilerini Kontrgerilla olarak tanıtmış, oradan sağ çıkamayacaklarını söylemişlerdi.
1974 yılında Ecevit ilk başbakanlığı döneminde örtülü ödenekten kendisinden bu yapı için para istendiğinde haberdar olmuş, neyin nesi olduğunu biraz kurcalayınca şaşkınlık içinde kalmıştı.
Bu örgütlenme, faaliyette bulunduğu her ülkede, o ülkenin her kesiminden insanlar arasından kendine üye devşirmiştir. Sanayici, işadamından, siyasilere, oradan askerler, subaylar ve sokaktaki sıradan yurttaşa kadar her kesimden unsurları değişik amaçlar için örgütlemiştir. Hiç kuşkusuz, bu örgütün en çok ihtiyaç duyduğu bir de vurucu gücü vardı. Bunları ise her ülkenin sosyo-politik yapısına göre belirlemiştir. Ama değişmeyen bir kural olarak, her ülkede sağ milliyetçi partiler ve sağ örgütlenmelerden adam devşirmesidir.
Türkiye’de doğrudan CIA’ye bağlı bu yapı, milliyetçilerden, Ülkü Ocaklarından adam devşiren bu örgüt birçok cinayete/katliama imza atmıştır. Sol örgütlere de sızmaya çalışmış, ama genel olarak sol örgütler ve sosyalistler örgütün hedefinde olmuştur.
Batı Almanya’da “Gehlen” adı altında bu örgütün Komünistler, sosyalistler bir yana, Alman Sosyal Demokratlarının iktidara gelmesini bile tehlikeli bulunmuştur. Çünkü CIA, sol, sosyal demokrat partilerin iktidarlarının, bir komünist istila sürecinde ülkenin kapılarını, Sovyetler Birliği’nin işgaline açabileceğini öngörüyordu. İkinci Paylaşım Savaşın hemen bitiminde CIA tarafından, özelikle Nazi Subayları üzerinden kurulan gizli örgütlenme uzun yıllar Alman yöneticilerden saklandı. Bu örgüt adını Hitler’in gizli servisinin başındaki, Nazi Generali Reinhart Gehlen’den alıyor olması da son derece anlamlı.
Yukarıda İtalya için söylenenler, çok sayıda can kaybına neden olan olaylar, İtalyan Komünist Patisinin iktidara gelmesinin engellenmesi içindi. Bütün 60’lı ve 70’li yıllar Gladio ve/veya bizdeki adıyla Kontrgerillanın korkunç eylemlerinin gölgesinde siyaset yapılmış, onun kanlı eylemleri altında siyaset akacağı mecrayı bulmuştur.
Bizde de, Ecevit Hükümetlerinin kısa ömürlü olmasını bu örgüte borçluyuz. Ecevit, her iktidara geldiğinde işadamları stok yaparak kuyrukların oluşmasına neden olmuş, halkın hükümetten memnuniyetsizliğini kışkırtmış, diğer yandan da gazetelere verdiği ilanlarla bunu pekiştirmeye çalışmıştır. Silahlı terör eylemleri, Kontrgerillanın sokak gücü ve adam devşirme odağı olan Ülkü Ocaklarına havale edilmiş, çıkarılan sayısız olay, çatışma, adam kaçırma, sol gruplara saldırılar, Maraş Katliamıyla doruğa ulaştırılmış.
Maraş’ta “ülkücülerin yönlendirdiği kitleler daha önceden tespit edilen evlere saldırıya geçti. Saldırganlar, resmi rakamlara göre çoğu Alevi 111, gayri resmi kaynaklara göre 150 kadar kişiyi korkunç şekilde öldürmüş, yüzlerce kişiyi ağır şekilde yaralamış, çok sayıda kadına tecavüz etmiş, yüzlerce ev ve işyerini tahrip etmişlerdi.”[2] Bu olaylarla Ecevit hükümetinin düşürülmesi, halkla bağlarının zayıflaması hedeflenmiştir.
Bu sosyal demokratların her iktidara gelişinde tekrarlanan bir oyun olmuş, DYP, SHP koalisyonu döneminde de, Sivas Katlamamı yaşanmış, Madımak Otelinde 33 aydın, genç ikisi otel görevlisi ve ikisi eylemci olmak üzere toplam 37 kişi yaşamını kaybetmişti. Bu eylemlerle, Aleviler arasında sosyal demokratların iktidarlarında kıyımlara uğrayacakları algısı yaratılmaya çalışılmış, Alevilerin genel olarak sol ve sosyal demokratlara birlikteliği engellenmeye çalışılmıştır. Bu algının oluşması için Kontrgerillanın basın ayağı oldukça etkin kullanılmıştır.
Basındaki gücünü kullanarak çok sayıda haber ve yorum ile bu algı güçlendirilmeye, Aleviler ile sosyal demokratların, yani CHP ile yakınlığı zayıflatılmaya çalışılmıştır. Cem Vakfı da bu algıyı öne çıkarmak için hep özel bir çaba içinde olmuştur. Devlet tarafından kurulması istenen ve finanse edilen bu vâkıfın açılımı Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı olduğu halde daha çok Cem Vakfı olarak öne çıkmış ve bilinmiştir. Bu vakfın kurucusu İzzettin Doğan, sol ile Alevilerin bağını zayıflatmak için özel bir çaba içinde olmuş, devletin alevi kıyımlarına girişmiş olmasını, sol ile ilişkisinden kaynaklandığını, daha devletçi, sağa ve İslam’a yakın bir alevi hareketinin bu kıyımların önüne geçeceğini ileri sürmüştür.
Örneğin Cem Vakfı ve İzzettin Doğan’ın Sivas Kıyımı karşısındaki tavrı hep mesafeli olmuştur. Devletin bu olaydaki rolünü görmezden gelmiş, bu işin gericilerin, üç beş sakalının işi olarak sunmayı, ama mümkünse bu konunun hiç gündeme getirilmemesi noktasında olmuştur. Biz, 2 Temmuz Madımak Müze Olsun Kampanyası’nı başlattığımızda, bu kampanyaya en uzak ve bazen de karşısında Cem Vakfının durduğunu gördük. Cem Vakfının özelikle itirazı bu katliamın bir devlet marifeti olduğunaydı.
Bu itiraz, her katliam sonrası, kontrgerillanın itirazı olarak kaşımıza çıkıyor. Ancak her faili meçhul, son duraksamada devletin hanesine yazılıyordu. Bütün engellemelere rağmen ortaya çıkan, yakalanan kimi suçluların kimlikleri, bazı çevreleri işaret ediyor da olsa, arkasındaki güçlere uzanan her araştırma, soruşturma devleti bir şekilde ele veriyordu. 60 ve 70’li yıllarda daha çok sağ örgütler, özellikle 70’li yıllarda Ülkü Ocaklı Faşistler kullanılarak bu olayların asıl failleri Ülkü Ocaklı Faşistler olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Ancak bu devletin arkasındaki asıl güç ve fail olduğunu gizlemeye yetmedi. Yine bunun gibi Sabancı cinayetinde kullanılan sol örgütün de arkasında derin devletin olduğu saklanmayacak kadar açıktı. Derin Devletin, resmi devlet görevlileri tarafından gerçekleştirdiği eylemlere 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamını örnek olarak gösterebiliriz. 1 Mayıs Katliamı solun kendi içindeki bir çatışma, hesaplaşma gibi gösterilmeye çalışılmış, bunda başarılı olunmayınca, Derin Devlet bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Derin Devlet’in resmi devlet görevlilerini, kolluk kuvvetlerini kullanması daha çok, Türkiye Kürdistan’ındaki eylemlerde karşımıza çıkıyor. Bu Devletin, Derin Devletleşme halinin en belirgin özelliği, hiçbir görevlendirmede (devletin normal de yaptığı) kayıt tutma işini, geriye belge bırakmak adına yapmamış olmasıyla ayrılıyor.
Ya da, kim oldukları bilinmeyen, varlığı hep inkâr edilebilen, devletin resmi yapıları arasında yer alaman, JİTEM gibi örgütlenmelere gitmesiyle oluyor. Her alanda karmaşık ilişkiler ağıyla beslenen Kontrgerilla örgütlenmesi bu kayıtsız, karmaşık yapısıyla izini sürdürmeyi zorlaştırmayı hedeflemekte. Bu da, Kontrgerilla’nın eylemlerinin faili meçhul kalmasını ve bu cinayetlerin devletin hanesine yazılmasını kaçınılmaz kılıyor.
Her biri, yakın tarihimizin büyük cinayeti olarak, dosyaları tozlu raflara kaldırılan davalar, kontrgerillanın cinayetleri olduğundan, bugün çok az sayıda insan şüphe duymakta. 1 Mayıs Katliamı, Maraş, Çorum, Sivas, birçok aydının katledilmesi hep Kontrgerillanın eylemleri olarak anılan eylemler oldular. Bunlardan biri de; 16 Mart 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde sol öğrencilere atılan bombayla 7 sol görüşlü öğrencinin öldürülmesidir.
Bu bombalamadan sonra, olayın faili olarak okulda tanınan faşist lider ve Ülkü Ocakları Başkanı ile MHP Gençlik Kolu Başkanı’nı gözaltına aldı, ancak bir süre sonra serbest bırakıldı. Olayın aydınlatılması için başka hiçbir gelişme olmadı. Zaten ardından gelişen olaylar bu kanlı saldırının gündeme gelmesini engelledi. Ancak “1999 da bir kadın medyaya demeç verdi ve kardeşinin 16 Mart Katliamında bomba atan kişi olduğunu, bunu itiraf etmek istediği için ülkücü arkadaşları tarafından öldürüldüğünü açıkladı. Başka itiraflarda yapıldı. Katliamın bombası bir yüzbaşıdan Abdullah Çatlı tarafından alınmıştı. Beyazıt’a bir polis minibüsü ile gelinmişti. Minibüsün içindeki dört kişiden biri Mustafa Doğan isimli bir polisti. Polis daha sonra Almanya’ya kaçmıştı. Bombayı atıp kaçanları takip eden polisleri bir komiser durdurmuş, takip etmeyin demişti. O komiser, Reşat Altay, daha sonra Susurluk Olayında Abdullah Çatlı’nın arkadaşı çıkmıştı. Siyasi Şube müdürlüğü yaptı. Hrant Dink cinayeti günlerinde ise Trabzon’da üst düzey emniyet görevlisi olarak onu gördük.[3]”
Yukarıda sözü edilen yüzbaşının, Abdullah Çatlı’ya verdiği “bombanın bir askeri birlikten alınan NATO silahı olduğuysa sonra anlaşılacaktı.[4]” Bu olayın üzerine hiç gidilmedi, üzeri kapatıldı. Açılan dava zaman aşımına uğrayarak kapatıldı.
Bu olayda ortaya çıkan sınırlı belge ve bilgilerden İtalya’da yargıç Felice Casson’ın 1972 yılındaki bir bombalamada NATO desteğini ortaya çıkarmasıyla benzerliği gözden kaçmazken, bu örgütlenmenin faaliyette olduğu her ülkede aynı kaynaktan planlandığını ve beslendiğini bize gösteriyor.
Son bir örnek daha vermeden geçmeyelim. 1 Mayıs 1977’da yaşananlar hiç aydınlatılmadı. 1 Mayıs Katliamında Kontrgerillanın ve derin devletin rolünü bugün ret eden kimse yok. Ancak burada altını biraz daha kalın çizerek, CIA ve NATO ile bağını göstermek gerekiyor. 1 Mayıs günü, şimdiki adı The Marmara Oteli, olan Intercontinental Otelinin 4. Katından meydana ateş edildiği biliniyor. Bu katın tümünü o gün bir Amerikan Şirketi (ITT) kiralıyor. Bu şirketin aynı zamanda Şili’de Salvador Allende yönetimini deviren eylemlerin büyük finansörü olduğunu biliyoruz.[5]
Bunun gibi, birçok faili meçhul cinayet ve katliam, kontrgerillanın eylemleri olarak yakın tarihimiz tarafından kayıt altına alınmıştır. Ancak bir noktadan sonra devletin bu faili meçhullerle baş etmesi, mümkün değildi. Bunda özelikle Doğu ve Güneydoğuda işlenen çok sayıdaki faili meçhul cinayet ve Susurluk’ta açığa çıkan Derin Devletin kirli yüzünün yeni bir yapılanmaya gidilmesini zorunlu kılıyordu.
Belki burada, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktının dağılmış olmasının, artık bu örgütlerin, daha çok içteki bir “düşmana,” “teröre” karşı yeniden yapılanması gerekliğinin payının da altını çizmeliyiz.
Kayanakça
[1] [1] Daniele Ganser, NATO Gejeimararmen In Europa Sf. 28
[2] Ayşe Hür, 21.12.2014 Tarihli Radikal Gazetesi İnternet Sayfası,
[3] Katliamın mağdurlarından/Avukat Kamil Tekin SÜREK, Evrensel Gazetesi (16 Mart 2015)
[4] soL Gazete İnternet Sayfası, 16 Mart 2013 Cumartesi
[5] Daniele Ganser, NATO Gejeimararmen In Europa Sf. 365
- Kozmik Birlik: Hepimiz Yıldızların Çocuklarıyız - 9 Ekim 2024
- İçsel Yolculukta Aldığımız Yaralarla Ayağa Kalkmak - 25 Mayıs 2024
- Tembelliğe övgü - 18 Ocak 2024