Şiir Gibiydi John Berger

“Ya umutla yaşardın
ya da umutsuzluk içinde.
Arası yoktu.”[1]

“Kuş cama inanmaz,” diyenlerdendi; cam kafeslere aldırmayıp; tutsağı olmayanlardandı.

“Kendi ölümümle beni en çok uzaklaştıran şey bir düşünce: senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağınık yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerinden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da, huzur verici olması ne garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra, kalsiyum fosfat bile olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum,”[2] diyen O, 5 Kasım 1926’da Londra da doğmuştu.

90 yaşında bırakıp, gitti bizi 2 Ocak 2017 günü.

Adı John Berger’di: Marksist’ti; tanınmış bir roman, senaryo, belgesel yazarı, sanat eleştirmeni ve mücadele insanıydı.

Hasılı “çıplak doğan kalbimin/ ilk kundağı ninnilerdi./ ardından kendi kendine/ şiir giydi giysi diye./ bir gömlek gibi/ taşıdım sırtımda/ okuduğum şiirleri./ yarım yüzyıl yaşadım böyle/ karşılaşana dek o sözsüzlükte,” diyen O bizdendi; barikatın bize ait olan tarafındaydı…

* * * * *

1926 Londra doğumlu, İngiliz yazardı ve bugüne dek yaşamış, görünümlere karşı en hassas insan olduğunu söylemek de yanlış olmazdı.

Berger 1940’ların sonunda çeşitli galerilerde sergiler açtı ve bu dönemde komünist partisiyle yakın ilişkiler kurdu, sol kanat ‘Tribune’ için makaleler yazdı.

1944-1946 kesitinde İngiliz ordusundaydı. Daha sonra ‘Central School of Art’ ve Londra’daki ‘Chelsea School of Art’da öğrenim gördü. 1948’den 1955’e kadar çizim dersleri verdi. Eserleri Londra’da ‘Wildenstein’, ‘Redfern’ ve ‘Leicester’ galerilerinde sergilendi.

1952’de Londra ‘New Statesman’ için yazmaya başladı. Marksist yaklaşımlı başarılı yazılarıyla dikkatleri üzerine çekti. Sanat üzerine yazıları ve romanlarıyla dünya yazınında kendine sağlam bir yer edindi.

İlk romanı, 1958’de yayımlanan ‘Zamanımızın Bir Ressamı’ydı. ‘G’ başlıklı romanıyla 1972 yılında Booker ödülünü almıştı.

Berger, 20 yıl Fransa Alpleri’ndeki bir dağ köyünde yaşadı.

* * * * *

John Berger bir Marksist’tir: “Evet, ben başka şeylerin yanı sıra, hâlâ Marksist’im,” derdi.

Gençliğinde komünist örgütlerle yakın ilişki içerisine girer. Sol dergilerde düzenli olarak yazar. En ünlü eseri ‘Görme Biçimleri’ başta olmak üzere Marksist yöntemi hemen hemen bütün eserlerinde görünür kılar.

Bunun yanı sıra, ezilen halklarla hep dayanışma içerisinde olmuştur. ‘G.’ Romanı ile kazandığı Booker Ödülü’nden gelen paranın yarısını, ABD’li siyah direniş örgütü Kara Panterler’e gönderir. Meksika ziyaretinde Zapatistalar’ın Komutan Yardımcısı Marcos ile söyleşiler gerçekleştirir. 2006 yılında İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısına karşılık yayımlanan aydınlar bildirisini kaleme alır. Birçok yazısında Filistin halkının yanında olduğunu açıklayıp, “Ben galiplerin değil, onların korktuğu mağlupların arasındayım. Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun,” der.

‘The Guardian’da yayınlanan Filistin sorunuyla ilgili yazısında İsrail’e “kültürel boykot” çağrısını dillendirmişti.

Bir keresinde de, 24-26 Haziran 2005’de Darphane-i Amire’de gerçekleştirilen ‘Irak Dünya Mahkemesi’nde şöyle haykırmıştı:

“Suçları unutmamalı, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Suçluların ilk işi bunları yok etmektir zaten. Çünkü bu efendiler yalnızca masumları katletmezler, hafızayı da maktul ederler. Yeni dünya tiranlığına karşı yükselen muhalefete ilham vermesi için bu kayıtların tutulması şart. Bu aşırı silahlanmış tiranlar askeri ya da ekonomik her savaşı kazanabilirler, ama kaybettikleri bir savaş var ki, ismine kendileri ‘iletişim savaşı’ diyorlar. Dünya kamuoyunun desteğini kazanamıyorlar. Gitgide daha çok insan ‘Hayır!’ diyor. Sonuçta bu yenilgileri tiranlıklarının sonu olacak. Ama bu son daha kaç trajedi, istila ve felaketten sonra gelecek? Daha ne kadar yoksullaştıracaklar bizi?

İşte kayıt tutmanın, muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağıza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan ‘Hayır!’ diyecek. Çünkü bugün korumaya niyetli olduğumuz ve sevdiğimiz her şeye ‘Evet!’ demenin önkoşulu bu.”

* * * * *

Hayata dair “küçük” denilen ayrıntıları politikleştiren yazardı.

Düşünce ve görme veya önce görme ve sonrasında düşünme eylemlerinin birbiriyle ne kadar da iç içe olduğunu anlatırdı. Çalışkan, titiz ve kışkırtıcı bir yazardı.

Fotoğraf, resim, heykel, kent, sanat konularındaki eleştirileriyle tanınır; dik durup, diklenenlerden oldu hep…

“Resim hakkındaki modern yanılsama ressamın bir yaratıcı olduğudur,” der ve ekler John Berger: “Aslında ressam bir alıcıdır. Yaratma gibi görünen şey aldığına biçim verme fiilidir.” “Bugün resim yapmak, yaygın bir ihtiyaca cevap veren bir direniş eylemidir ve umutlanmayı teşvik edebilir”

* * * * *

Marksist sanat eleştirisi yapardı ve hikâye anlatıcısıydı.

“Hikâye” deyip geçmeyin sakın ola! Onun hikâyeleri tiranların yıkılışına dairdi:

“Yoksullar arasında hikâye anlatılmasının sırrı, hikâyelerin başka yerlerde de dinlenmesiyle, belki de birisinin ya da birilerinin hayatın anlamının ne olduğunu hikâyeciden ya da hikâyenin kahramanlarından iyi bilebileceği inancından kaynaklanır. Muktedirler hikâye anlatamaz: Böbürlenme hikâyenin zıddıdır ve anlatı ne denli yumuşak olursa olsun, pervasız olmalıdır; günümüzde muktedirler tedirginlik içinde yaşar.

Hikâyeler hayatı uzak diyarlardaki kesin sözlü bir başka hakeme havale eder. Bu hakem gelecekte yer alabileceği gibi, bugünle hâlâ ilgili olan geçmişte de yaşamış olabilir, belki de talihin güleceği (yoksullar iyi ya da kötü talihten dem vurur sık sık), ayakların baş olacağı bir tepenin üzerindedir.

Hikâye zamanı (yani hikâye içindeki zaman) düz bir çizgide seyretmez. Yaşayanlar ve ölüler bu zaman içinde dinleyici ve hakem olarak buluşur; dinleyici sayısının arttığı hissedilirse, her dinleyici hikâyenin daha derin bir mahremiyete büründüğü duygusuna kapılır. Hikâyeler bir anlamda adaletin her an tecelli edeceği inancının paylaşılmasıdır. Ve bu inanç uğruna kadınlar, erkekler, çocuklar tarihin belirli bir anında insanüstü bir şiddetle savaşırlar. Tiranlar bu nedenle hikâye anlatılmasından hoşlanmaz: Tüm hikâyeler bir bakıma onların iktidarlarının yıkılışına dairdir.”[3]

* * * * *

“Nâzım’ın şiiri, sivri ucu hapishane hücresine saplanmış bir pergel gibi kimi zaman mahrem, kimi zaman geniş çaplı ve küresel daireler çizer,”[4] diyen O, şiir yazardı; iyi bir şairdi; şiir gibi bir insandı.

Sanat atmosferinde olduğu kadar, siyasetteki “anti-post modern” tahlilleriyle öne çıkmıştı.

Geçmişten günümüze sanat tarihinin gelişimini, inişlerini, çıkışlarını kendi üslubuyla değerlendirip, eleştirmiştir…

* * * * *

Aşktan, sanata, sanattan politikaya birçok konuya değindi.

Sevdalıydı; sevdaya aşıktı; bağlıydı ve bu konuda şunları derdi:

“Benden uzakta olduğunda bile, benim için varsın. Varlığının bu şekli çok biçimli: sayısız imgeleri geçişler, anlamlar, bildiğimiz şeyler ve yerlerden oluşmakta, ama her şeyin altını çizen şeyse, her yere yayılmış yokluğun. Sanki sen bir mekâna dönüşmüşsün, hatların da ufuk olmuş. İşte o zaman bir ülkede yaşar gibi yaşıyorum içinde. Sen her yerdesin. Fakat bu ülkede seninle asla yüz yüze gelemiyorum…”

“Her tür sevgi tekrara bayılır. Çünkü tekrarlar zamana kafa tutar…”

“Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; evet, sevgi…”

“Seven birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü vardır…”[5]

* * * * *

“Görme Biçimleri”ne kafa yorardı; Görmenin öznelliğine vurgu yapardı.[6]

“Görmek, konuşmaktan önce gerçekleşir,” der ve görmek ile fark etmek arasındaki ilişkiye dikkat çekerdi; “Sonsuza kadar terimini hak edecek deneyimler şimdi ister istemez yalnızlık ve bireysellik olarak görülmektedir. Bu deneyimlerin rolleri tümüyle değişmiştir: aşmak yerine yalıtmaktadırlar. Fotoğrafın geliştiği dönem, bu benzersiz modern acının genel geçer hâle geldiği döneme denk düşer.”

“Görme yetisi sürekli olduğundan, görsel kategoriler sabit kaldığından ve pek çok şey yerli yerinde dururmuş gibi göründüğünden insan, görsel olanın bir daha tekrarlanmayacak, anlık bir karşılaşmanın sonucu ortaya çıktığını unutma eğilimindedir hep. Herhangi bir verili anda görünümler, daha önce görünmüş olan her şeyin enkazından inşa edilen yorumlardır.”

“Ancak bir kentin sokaklarında, bir tür acı çekerek yaşamış biri kaldırım taşlarının, kapı eşiklerinin, tuğlaların, pencerelerin ne anlama geldiğini fark edebilir. Sokak düzeyinde -araçların dışında- bütün modern kentler şiddet dolu ve trajiktir. Kitle iletişim araçlarında ve polis raporlarında sık sık sözü edilen şiddet, kısmen bu daha kesintisiz ama göz ardı edilen, daha eski bir şiddetin yansımasıdır. Sokakların, içlerinde yaşamış ve yaşamakta olanların yakın tarihlerini bile silen (ezen) -trafiğin simgelediği- gündelik zorunluluğun doğurduğu şiddet,” saptaması eşliğinde!

‘Görme Biçimleri’nin ana fikri: “Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.” “Tek bir nesneye değil, nesnelerle aramızdaki ilişkilere bakarız her zaman”dır.

* * * * *

“Fotoğraf öyle bir buluşma noktasıdır ki, orada fotoğrafçının, fotoğraflanan şey ya da kişinin, fotoğrafa bakanın ve fotoğrafı kullananların çıkarları genellikle birbiriyle çelişir,”[7] diyen O; şunun da altını çizendi:

“Global bir yanlış bilgilendirme sistemi oluşturan fotoğraf imgeleriyle kuşatılmış durumdayız: tanıtım adıyla bilinen sistem, tüketiciye yönelik yalanlar yaymakta. Bu sistemde fotoğrafın rolü ifşa etmek; yalan, fotoğraf makinesinin önünde inşa ediliyor. Bu ‘tablo’, bir simgeler dili (-ki genellikle yağlıboya tabloların ikonografisinden alınmıştır) imalı bir anlatım ve sıklıkla cinsel içerikli modellerle bir tür gösteri kullanmaktadır. Sonra bu ‘tablo’nun fotoğrafı çekilir. Fotoğrafı çekilir, çünkü fotoğraf makinesi, ne kadar sahte olursa olsun herhangi bir görünümler dizisine otantiklik atfeder. Fotoğrafı makinesi, bir yalanı alıntılamakta kullanıldığı zaman bile yalan söylemez. Böylece de, yalanın daha doğru ‘görünmesi’ sağlanmış olur.”

* * * * *

“Bir kadının toplumda var oluş biçimi, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde ve zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öyle iç içedir ki erkekler bunu bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar.

Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona.

Böylece kadın, içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öğe olarak görmeye başlar. Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı olarak sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kadının kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.

Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci bir ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir. Kadın benliğinin gözleyici yanı, gözlenen yanını öylesine etkiler ki sonunda tüm benliğiyle başkalarından nasıl bir tutum beklediğini gösterir. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan bu kendi kendini etkileme süreci onun kişiliğini oluşturur. Eylemlerinin her biri -amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun- o kadının kendisine nasıl davranılmasını istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden başkalarından nasıl bir davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır.

Anlatılanları şöyle özetleyebiliriz: Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini görsel bir metaya dönüştürmüş olur,”[8] diyen John Berger’in yaşam karşısındaki tavrı tam da şöyleydi (ve öğreticiydi):

“Gerçekte hep iki zaman arasındayızdır: Gövdenin ve bilincin zamanı arasında. Bütün öbür kültürlerdeki ruh ve gövde arasındaki ayrım işte buradan kaynaklanır. Öncelik her zaman ruhundur ve yeri bir başka zamanın aktığı çizgidedir…”

“Bugünkü bilimsel-teknolojik gelişmişlik seviyesi yoksulluğu topyekûn bertaraf edebilecek bir seviye. Ama gelin görün ki yoksulluk hem nicelik olarak hem de derinlik olarak katlanarak artıyor. Milyonlarca insan yetersiz beslenmeden mustarip. Ve bu sayı her yıl daha da artıyor. Böyle bir fenomen ortadayken, bunun müsebbibine ekonomik faşizm demenin neresi abartı? Realitenin kendisi abartılı. Neo-liberalizm ekonomik faşizmdir, çünkü dışlanan ve yoksulluğa mahkûm edilen insanlar piyasacıların zihniyetinde ‘loser’dır, kaybetmeye, başarısızlığa yazgılıdırlar. Ve dünya sadece galipler için yaratılmıştır. ‘loser’lar, iki nedenle kaybetmeye mahkûm. Çünkü tüketemiyorlar. Ve üretemiyorlar, üretseler bile verimsizler, çok az üretiyorlar. Galiplerin yargısı o ki, ‘mağluplar’ alt insanlar. Efendi ırka, üstün ırka mensup değiller. Onun için neo-liberalizm ekonomik ırkçılıktan başka bir şey değil…”

“… ‘Biz’ kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştukları bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir ‘biz’. O hâlde kendimizden ‘onlar’ diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.

Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum? Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikât…”[9]

“Doğrusu ne? Taban tabana zıt bir anlam kazanana kadar işkence edilmiş kelimeler: demokrasi, özgürlük, ilerleme, hücrelerine geri konduklarında bir dedikleri bir dediklerini tutmuyor. Başka kelimeler de var, emperyalizm, kapitalizm, kölelik, içeri girmeleri engelleniyor, her sınır karakolundan geri çevrili ve el koyulan pasaportları, küreselleşme, serbest piyasa, doğal düzen gibi sahtekârlara veriliyor. Çözüm: yoksulların akşam lisanı, bununla bazı doğrular anlatılıp korunabilir.”[10]

“Yoksullar toplu hâlde ele geçirilemez. Sadece gezegenin çoğunluğunu oluşturmakla kalmazlar, her yerdedirler ve en küçük olay bile bir şekilde onlara gönderme yapar. Bunun neticesinde zenginler duvar inşa etmeye vermiştir kendilerini. -beton duvarlar, elektronik izleme, füze kalkanları, mayın tarlaları, silahlı sınırlar, medya dezenformasyonu ve nihayet mali spekülasyonu üretimden ayıran para duvarı. Mali spekülasyon ve para değiş tokuşunun sadece yüzde 3’ü üretimle ilgilidir…”[11]

Bu gerçekler görülmelidir ve John Berger bunların görülüp, kavranması için hayatını ezilenlerin mücadelesine adamıştır…

Kolay mı? “Berger bize yalnız insanca bakıp görmeyi değil, aynı zamanda birbirimizi insanca dinlemeyi de öğretti.”[12] “Yapmak” fiili “es” geçmeden… Çünkü O, “Statükocu değildi, hep ‘yapan’dan, ‘insan’dan yana taraf oluşuyla…”[13]


N O T L A R

[1] John Berger.
[2] John Berger, Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, Çev: Zafer Aracagök, Metis Yay., 1987.
[3] John Berger, Kıymetini Bil Herşeyin, Hayata Tutunma ve Direnişe Dair Notlar, Çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay., Nisan 2009., s.90-91.
[4] John Berger, Kıymetini Bil Herşeyin / Hayata Tutunma ve Direnişe Dair Notlar, çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay. 2007.
[5] John Berger, Görme Biçimleri, Çev:Yurdanur Salman, Metis Yay., 1999, s.8.
[6] John Berger, BBC’deki programında Van Gogh’un ‘Mısır Tarlasındaki Kuşlar’ tablosunu gösterir ve izleyenler arasından birilerini seçerek, tabloda neler gördüklerini sorar. Denekler bir şeyler zırvalar, “mısır gördüm, darı gördüm, kuş gördüm, sarı gördüm, zaten Van Gogh sarıyı pek severdi,” falan. Sonra John Berger, bu tablonun Van Gogh’un ölmeden önce yaptığı son resim olduğunu söyleyip, deneklere tekrar ne gördüklerini sorar: “Karanlığı gördüm, umutsuzluğu gördüm, çaresizliği gördüm, acıyı gördüm, yok oluşu gördüm” benzeri yanıtlar alır.
[7] John Berger-Jean Mohr, Anlatmanın Başka Bir Biçimi, Agora Kitaplığı, Çev: Osman Akınhay, 2007, s.ix.
[8] John Berger, Görme Biçimleri, Çev:Yurdanur Salman, Metis Yay., 1999.
[9] John Berger, http:// https://mutlaktoz.wordpress.com/…6/03/13/hapishane/ mutlak töz
[10] John Berger, O Ana Adanmış (Seçme Yazılar), Metis Yay., 1988, s.59.
[11] John Berger, O Ana Adanmış (Seçme Yazılar), Metis Yay., 1988, s.143.
[12] Cevat Çapan, “John Berger Hep Bizimle”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2017, s.15.
[13] Ayşegül Sönmez, “Statükocu Değil ‘İnsan’dan Taraftı”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2017, s.15.