Almanya Adalet Bakanlığı’nın yeni yıl resepsiyonuna ana konuşmacı olarak davet edilen Can Dündar, “Beni serbest bırakan hakimler tutuklandı, Erdoğan birinin yerine danışmanını atadı” dedi.
Almanya Adalet Bakanlığı’nın yeni yıl resepsiyonuna ana konuşmacı olarak davet edilen Can Dündar’ın konuşmasının tam metni:
“Sayın bakan, Alman hukuk dünyasının değerli mensupları,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Almanya’ya yeni yerleşmiş bir Türk gazeteci olarak böyle önemli bir toplantıya konuşmacı olarak davet edilmiş olmaktan gurur duyuyorum.
Berlin’deki ilk günlerimde, en çok trafikte zorlandığımı itiraf edeyim. Gündelik hayatta iki ülke arasındaki farkı en çok trafikte hissettim. Türkiye’de kırmızı ile yeşil arasındaki fark çok net değildir. Sürücüler genellikle sarı yanıyormuş gibi davranırlar. Yaya iseniz, size yeşil de yanıyor olsa ürkek bir şekilde yolu kolaçan edersiniz. Bunu yapmadığı için hayatını kaybeden pek çok insan tanıyorum.
Burada ben de ilk günler, aynı ürkeklikle geçtim karşıya. Ama sonra yayaların nasıl bir güven duygusuyla karşıdan karşıya geçtiklerini gördüm. Ve kısa bir süre sonra ben de aynı güvenle geçmeye başladım.
Bu, kurallar rejiminde yaşamanın özgüveni…
Hukuk da öyledir. Kimse ihlal etmediğinde hayatın bir parçası gibi gelir. Nefes almak gibi… Normaldir. Eksildiğinde sizin için ne kadar yaşamsal önemde olduğunu anlarsınız. Kaybolduğunda nefesiniz kesilir.
Ne yazık ki, Türkiye’de bir süredir biz, hukuksuz, dolayısıyla nefessiz kalmış durumdayız. Ülkemde hâkim olan bu duyguyu tek sözcükle tanımlayabiliyorum bugün:
Korku…
Sanıyorum geçen hafta Ankara’ya bir ziyaret yapan Alman Barolar Birliği heyeti de aynı şeyi gözlemledi:
Ülkenin üzerinde büyük bir korku bulutu var. Çoğu zaman ışıklar kırmızı yanıyor, ama korku yüzünden, ışıklar yeşile de dönse, insanlar hareket etmeye korkuyor.
Basın için de aynısı geçerli. Öyle bir tedirginlik var ki, otosansür, sansürden daha etkili hale geldi. Yazdığı için hapse atılan 1 gazeteci, yazmaya hazır 100 gazetecinin susturulmasını sağlıyor. Halen 150’ye yakın gazetecinin hapiste olduğunu düşünürseniz nasıl bir sessizlikten söz ettiğimi anlarsınız.
Hapis demişken, izninizle kendi yaşadığım hukuki süreci anlatmak istiyorum size… Aslında Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğun sembolik bir örneği benimki…
2015 Mayıs ayında bir haber yazdım.
Haber, Türk istihbarat servisinin Suriye’deki radikal İslamcı gruplara illegal yoldan silah sattığını belgeliyordu. Uzun zamandır araştırdığımız bu dosyayla ilgili birçok haber yayınlamıştık. Bu kez elimizde sevkiyatın yapıldığı TIR’lar içindeki silahların görüntüleri vardı.
Haberin çıktığı gün, haber yalanlanmadı, ama savcılık hemen internet sitemize yayın yasağı koydu ve soruşturma başlattı.
Ertesi gece o dönem Başbakan olan Erdoğan bir televizyon canlı yayınında “Bu haberi yapan kişi, bedelini ağır ödeyecek. Böyle bırakmam onu” dedi. Hayatımda ilk kez bir başbakanın bir gazeteciyi böyle açıktan tehdit ettiğini gördüm. Ama söylediğinin bir blöften ibaret olmadığını yaşayarak anladım.
Erdoğan, dediğini hemen yapamadı, çünkü Haziran’da bir seçim vardı. O seçimde oyları geriledi. Kasım’da Cumhurbaşkanı seçilince bahsettiği bedeli ödemeye başladım.
Hakkımda açılan davada 4 suçlama vardı:
Devlet sırlarını açıklamak.
Casusluk
Terör örgütüne yardım etmek
Hükümeti devirmeye çalışmak.
Bu dört suçlamadan hakkımda iki kez müebbet hapis cezası isteniyordu. Bu cezanın eski ceza yasasındaki karşılığı idamdı. Yani gerçek bir haber yazdığımız için asılmamız isteniyordu.
Savcının karşısına çıktığımızda ona, bir örgüt suç işliyorsa, bu devletin istihbarat teşkilatı bile olsa, bunun sır kapsamına giremeyeceğini anlattım. Gazetecinin bunu saklamaya hakkı olmadığını, yayınlamasının ise sorumluluk, hatta görev olduğunu izah ettim. Dünyadan ve Türkiye’den örnekler verdim.
Tutuklanma talebiyle mahkemeye sevkedildim.
Sulh Ceza Mahkemesi’ydi. Hükümet’in emriyle kurulan bu mahkemelerden hükümetin istemediği bir karar çıkması imkânsızdı. Nitekim hâkim, hemen tutuklanmama karar verdi.
Türkiye’nin en büyük cezaevi olan Silivri’ye götürüldüm.
Bir tecrit koğuşuna konuldum. Diğer tutuklularla görüşmemiz yasaktı. Ziyarete gelen milletvekilleri ve avukatlarımız dışında kimseyle görüşmemize izin verilmedi. Yerli ve yabancı basın örgütlerinin başvuruları da reddedildi. Ailemi haftada bir kapalı görüşte, ayda bir de açık görüşte görebiliyordum. Bilgisayar kullanmama izin yoktu; daktilo talebimi ısrarla reddettiler. İçerde el yazısıyla bir kitap yazıp bitirdim.
10 sulh ceza mahkemesine yaptığımız başvuruların tümü reddedildi. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi’ne başvurduk. 3 ayın sonunda Yüksek Mahkeme, tutukluluğumuzun anayasaya aykırı olduğuna hükmetti ve bu kararla salıverildik.
Kararın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tepkisi geldi.
Kararı onaylamadığını, tanımayacağını, uymayacağını söyledi. İlk kez bir cumhurbaşkanı, yüksek mahkemenin aldığı karara açıkça karşı çıkıyordu.
Ne demek istediğini, 15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonra anladık. Darbeyi savuşturan hükümetin ilk kararlarından biri, beni tahliye kararıma imza atan Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesini “terör örgütüne yardım”dan tutuklamak oldu. İki yüksek yargıcın bu kadar kolay tutuklanabilmesi sizde nasıl bir hayret uyandırıyor, tahmin edebiliyorum; ama dahası var: Erdoğan bu iki isimden birinin yerine kendi danışmanını tayin etti.
Duruşmalar başladığında karşımızdaki şikayetçi koltuğunda Cumhurbaşkanı ile Türk istihbarat teşkilatının avukatları vardı. Yoğun katılım nedeniyle mahkeme heyeti, duruşmaların kapalı oturumda yapılmasına karar verdi.
Karar günü geldiğinde, devletin tahsis ettiği yakın korumamın o gün uyuyakaldığı için gelemediğini öğrendim. Ve o gün, mahkeme heyeti karar için duruşmaya ara verdiğinde, yoğun güvenlik altındaki mahkeme binasının önünde silahlı saldırıya uğradım. Saldırgan bana Cumhurbaşkanı’nın hitap ettiği tabirle, “vatan haini” diye bağırdı ve ateş etti. Kurşundan eşimin saldırganın koluna atlaması sayesinde kurtuldum. Saldırıda bir muhabir yaralandı.
Saldırıdan yarım saat sonra mahkeme salonuna girdim ve kararı öğrendim:
5 yıl 10 ay hapis…
Mahkeme casusluk, terör örgütüne yardım ve hükümeti devirmeye çalışma suçlarına delil bulamamış, sadece devlet sırrını ifşadan ceza vermişti.
O gün bana kurşun sıkan saldırgan ise, savcılık ifadesinde devlet büyüklerinin benim aleyhime yaptığı konuşmalardan etkilendiğini söyledi. 5 ay hapiste kaldı ve sonra yeterince tutuklu kaldığı gerekçesiyle salıverildi. Kendisine yurtdışına çıkış yasağı da konmadı.
Bir gazeteciye kurşun sıkan saldırganı salıverip pasaportunu da veren devlet, 5 ay önce yanıma gelmek isteyen eşimi havaalanında durdurup hiçbir gerekçe göstermeden pasaportunu aldı. Kendisi hakkında herhangi bir suçlama ya da soruşturma yok. Israrlı sorularımıza cevap alamayınca üst mahkemeye itiraz ettik. Cevap bekliyoruz, ancak 6 aydır birbirimizi görmüyoruz.
Halen davam Yargıtay’ın kararını bekliyor.
Şimdi size son yargılamada mahkemede olanların başına gelenleri söyleyeyim:
Mahkeme başkanı görevden alındı.
Heyetin bir üyesi, Gülen örgütüne üye olduğu gerekçesiyle tutuklandı.
Mahkemenin savcısı silahlı saldırıya uğradı.
Avukatlarımın üçü tutuklandı, halen hapisteler.
Ve ben yurtdışındayım.
İşte size bir adalet manzarası…
Benim yerime gazeteme genel yayın yönetmeni olan arkadaşım da, gazetenin 10 yöneticisiyle birlikte tutuklandı. Bugün hapiste 82. Günleri… aralarında gazetemizin yazarları ve avukatları da var. Hatta gazetenin çaycısı bile tutuklandı geçen ay… Suçunu sonradan öğrendik: Meğer Erdoğan o gün ofisimizin yakınında bir yeri ziyaret ediyormuş. Polis yolları kestiği için işe geç kalmış. “Buraya gelirse ona çay vermem” demiş. Bunu duyan binadaki koruma amirlerine haber vermiş. İhbar üzerine tutukladılar çaycımızı…
Bugün tutuklu olan arkadaşlarımın koşullarını öğrenince, benim bir yıl önce cennette olduğumu düşündüm. Gazeteye baskın yapıldığında avukatım Berlin’de benimleydi. Hakkında tutuklama kararı çıktığını öğrenince bütün ısrarıma rağmen dönmeye karar verdi. Gider gitmez havaalanında tutuklandı. Kendi isteğiyle dönen bir avukatı, kaçma şüphesi var diye hapiste tutuyorlar. Ben istediğim an onu görebiliyordum, şimdi o –olağanüstü hal şartlarından ötürü- istediğinde avukatını göremiyor. Ancak haftada bir gün, 1 saat avukat görüşüne izin veriliyor. Bu görüşme kamerayla kayıt altına alınıyor, görüşmede bir de gardiyan bulunuyor. En ufak bir belge alışverişine izin verilmiyor. Bu nedenle görüşe gelen avukatların kağıt paralarına bile el konuyor. Daha da vahimi, 82 gün geçtiği halde hala neyle suçlandıklarını bilmiyorlar. Bu koşullar maalesef şu an yüzbinlerce tutuklu için geçerli…
Son olarak, ülkenin genel durumundan söz etmek isterim:
Türkiye olağanüstü hal rejimi altında tarihinin en önemli referandumuna gidiyor. Gösteri yapmak yasak, basın tam bir kontrol altında, muhalefet neredeyse sindirilmiş halde… Meclis’teki üçüncü büyük partinin lideri ve 12 milletvekili hapiste. 3 ay sonra bu koşullar altında seçmene anayasa değişikliği konusundaki kararı sorulacak. “Evet” derlerse Türkiye yaklaşık 1 asırdır yönetildiği parlamenter rejimden, başkanlık sistemine geçecek ve Erdoğan, “Führer” yetkilerine kavuşacak. Meclis’i feshedebilecek, yargıç ve savcıları atayan kurulu partisi ve kendisi belirleyecek. Olağanüstü hal ilan edebilecek.
Kısacası 3 ay sonra Türkiye diktatörlüğe yakın bir siyasi sisteme geçecek.
Bu, siyasi hayatımızın son seçimi de olabilir.
Oysa Türkiye, Müslüman dünyada, İslamla demokrasinin, laik bir sistem içinde birarada olabileceğini kanıtlayan tek örnekti. Şimdi bu örneği kaybedersek bu hem doğuda islamofaşizmin bir zaferi olacak, hem batıda islamofobyayı büyütecek. Yani kaybeden sadece Türkiye olmayacak.
Genelde Avrupa, özelde Almanya, Türkiye ile ilişkilerinde vahim hatalar yaptı. Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyelik için 50 yıl kapıda bekletildi. Bir dönem Avrupa ailesine üye olmayı hedef olarak gören Türk kamuoyunda, AB’ye destek yarı yarıya azaldı. Erdoğan bu tepkiyi, kendi batı karşıtı ideolojisi yararına kullandı. Avrupa Parlamentosu’nun müzakereleri dondurma teklifi de aslında Erdoğan’a yaradı. Böylece Putin Rusya’sını alternatif ve daha iyi bir partner olarak sunabildi.
Türkiye, tam ortadan ikiye ayrılmış durumda. Son kamuoyu yoklamaları, evet’le hayır oyları arasında şu anda 2 puanlık bir fark olduğunu gösteriyor. Tarihi bir kırılma noktasındayız.
Geldik en önemli soruya…
Ne yapabilirsiniz?
Bir:
Antidemokratik uygulamalara karşı çıkabilirsiniz.
İki:
Demokrasi güçlerinin yanında durabilirsiniz.
Hükümetlerden fazla bir beklentimiz yok, ancak mesela Alman meclisinin incirlik askeri üssünü ziyaret konusunda gösterdiği ısrarı bir cezaevi ziyareti için de göstermesini bekliyoruz.
Şu anda .. hukukçu hapiste… Onların duruşmalarını izleyebilirsiniz.
Değiştirilen anayasa taslağının Avrupa hukukuna uygunluğu üzerine görüş bildirebilirsiniz.
Referandum sürecini hukuki açıdan izleyebilirsiniz. Türk hükümetine ve kendi hükümetlerinize bildirebilirsiniz.
Türk Anayasa Mahkemesi’nin durumunu anlattım size… Bu koşullarda bizden itiraz için o mahkemeye başvurmamız isteniyor. Oysa Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, artık Türkiye’de hukukun işlemediği teşhisini yapıp yerel süreçler tamamlanmadan başvuru kabul etmesi gerekiyor. Strasbourg’a bu konuda yapılacak telkinlerin, onbinlerce tutuklu için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Artık yeryüzü, milli sınırlarla değil, ideolojik sınırlarla bölünüyor.
Bir yanda hukuk, basın özgürlüğü, demokrasi, insan hakkı tanımayan bir despotizm rüzgarı var.
Öte yanda buna rağmen hala direnen bir insanlık ailesi…
Bizi ülkelerimiz değil, ilkelerimiz ayırıyor.
Bugün, aynı ilkeleri savunan hukukçuların arasında olduğum için kendimi şanslı addediyorum. Ve hepinizi, yeryüzünün her yanında despotizme karşı demokrasiyi, hukuku, özgürlüğü savunmaya davet ediyorum.
Korkusuz yaşayacağımız bir dünya için…
Çok teşekkürler”.
Kaynak: Özgürüz
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024