Popülizm, yapısı gereği, muhalif bir hareket olarak başlıyor. Sonra elbette iktidar da olabiliyor, birçok durumda olduğunu görüyoruz. Ama bunun bir kuralı da yok. İktidar olamadığı örnekler de görüyoruz.
“Yapısı gereği muhalif” dedim, çünkü bildiğimiz bütün örnekleriyle popülizm bir “hak arama” çabası olarak başlıyor. İktidardan uzak tutulmuş, toplumsal olarak saygı görmemiş, ekonomik nimetlerden yeterince yararlanamamış… Bunların birinden, benzerlerinden, birçok zaman hepsinden şikâyetçi bir toplumsal kesimin (ya da yanyana getirilebilir birkaç kesimin) sözcüsü ve savunucusu olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kullandığı dil de daha baştan “kavgacı”. Kafa tutan ve hesap soran bir dil.
Hollanda veya Danimarka gibi toplumlarda ekonomide hakkı yenen, bölüşümde payını alamadığını düşünen bir kesimin savunmasını üstlenmiyor, o tip ülkelerin popülizmi. Tersine, varlıklı kesimlere daha çok hitap ediyor olabilir. Orada genellikle yabancıların göçünden tedirgin olan kesimlerin sözcülüğünü yükleniyor ve liberal demokrasinin birtakım ilkeler yüzünden bu göçü durduracak “zecrî” tedbirler alamamasını diline doluyor. “Beni seçin, ben o herifleri iki günde kapı dışarı ederim,” diyor.
Hindistan’da bakıyorsunuz, çoğunluğun (yani Hindular’ın) azınlığa (yani Müslümanlar’a) öfkesine sahip çıkıyor. Orada da ekonomik ölçütler, zengin-fakir ayrımları o kadar ön planda değil.
Zengin ülkelerde popülizm gelecekte dünyanın başına gelmesini korkarak beklediğim bir olayın hazırlığını yapıyor olabilir. Modern teknoloji, daha şimdiden, işsizliği doğal hale getirdi. Bu süreç böyle devam edecek. Örneğin 28 Mart’ta yayımlanan yazımda, epey süredir zihnimi uğraştıran bu soruna kısaca değinmişim: “Teknolojinin bugün vardığı aşamada dünya nüfusunun hatırı sayılır bir yüzdesi ‘fuzulî’ hale geliyor” demişim. Amerika’da yoksul olmayı, örneğin işsiz ya da evsiz olmayı, bir ahlâk bozukluğunun sonucu olarak gören (böyle bir ideoloji edinmiş) Evangelistleri düşünsün. Onların bu “fuzulî” nüfusla ilgilenmelerinin nasıl biçimler alabileceğini tahmin etmeye çalışın…
Evet, bütün bu durumlarda, popülist hareketlerin önderleri, toplumun önüne çıkan sorunların “liberal-demokratik” kalıbı içinde mütalaa ettiğimiz kurallar çerçevesinde çözülemeyeceği iddiasını dile getirmekte birleşiyorlar.
Şöyle böyle İngiliz devriminden beri bu “liberal-demokratik” kalıpla yaşamaya alıştığımız için (en azından onların varlığından haberdarız) bu bizim gözümüzde olağan durum. Canımızı sıkan sorular yoksa, bu düzenden şikâyet de etmiyoruz. Ama sorun çıkabiliyor, sorun büyüyüp “kriz” de olabiliyor. Olunca, çözümünün de olağandışı olması gerektiğine aklımız yatıyor. Biri kalkıp böyle yöntemler önerince içimizden birçoğu “Bak, işte ‘gerçekçi’ adam” diyebiliyor.
Böylece bu tip adamların başını çektiği popülist siyaset büyüyebiliyor, iktidar da olabiliyor. Olduğu durumda çözmeyi vaat ettiği sorun(lar) hakkında şöyle davranıyor, böyle davranıyor… Bu yazıda işin orasıyla ilgilenmiyorum. Dikkatimi çeken başka bir ilginç nokta var, onun üstünde biraz durmak istiyorum.
Bizdeki durum da bu anlatacağım duruma çok benziyor ama önce Polonya’dan başlayayım. Polonya’da Kaczynski kendi popülist hareketini iktidara taşıdı. Kaczynski’yi Polonya halkı Komünizm günlerinden de bir miktar tanıyor olabilir. Kaczynski kopkoyu bir anti-Komünist’tir.
Kaczynski ülkedeki bütün yargıçları son analizde kendisinin tayin edeceği bir düzen kurmak üzere Meclis’ten yasa geçirdi; ama Polonya Cumhurbaşkanı (ki, Kaczynski’nin siyasî görüşlerinin çok uzağında değildir) bu kadar yetkiyi aşırı bularak bu yasaları veto etti. Yani, Tayyip Erdoğan’ın başardığı şeyi Kaczynski başaramadı.
Şimdi, kafamı kurcalayan soru şu: insan niçin anti-Komünist olur? Ben Polonya’da yaşamış olsaydım herhalde despotik uygulamadan ötürü partiyle ve temsil ettiği Komünizm’le mücadeleye girişirdim. Sormadan ve danışmadan yönetmesinden nefret ederdim. Hiçbir denetimi kabul etmemesinden, kendininkinden başka hiçbir sese imkân vermemesinden hınçlanırdım v.b.
Ama Kaczynski vaktiyle Komünistler’in yaptığı bu şeyleri şimdi kendisi yapmak istiyor.
Peki, bu Kaczynski’ye özgü bir durum mu?
Hayır, öyle görünmüyor.
Bir kere, tarihi Polonya’ninkine epeyce benzer bir başka ülkede, şimdi Polonya’daki gibi popülist bir önderin iktidarda olduğu Macaristan var önümüzde. Orada da Orban aynı şeyleri yapmakla meşgul.
Aynı sonsuz ve denetimsiz iktidara sahip olmak için bu kadar kıvrandıklarına göre, bu adamlar, Orban ya da Kaczynski, niçin anti-Komünist olmuşlardı?
Macaristan’da ve Polonya’da –bu aşamada “ve Türkiye’de” demenin zamanı geldi sanırım– yakın tarih bu toplumlarda eski muhalefet–yeni iktidarın “rövanşist” olmasına yol açan özellikler taşıyor. Yani, yeni rejimin kimyasında hatırı sayılır derecede bir “intikam ruhu” var.
Ama bakıyoruz ki bu “intikam” şikâyetçi olunan rejimin dizginsiz iktidar kullanımına yönelik değil.
“Yönelik” filan olmadığı gibi, onu taklit etme yönünde güçlü bir istek görülüyor. Bunun sonucu, eski rejime de taş çıkartan bir sınırsız iktidar kullanımı.
Öyle anlaşılıyor ki popülistler derslerini düşmanlarından alıyor, siyaset yapmayı onlardan öğreniyorlar. Onun için de, popülizmin iktidara gelmesi, geldiği toplumun siyasi yapısını ve temel tavırlarını değiştirmiyor.
Kaynak: Birikim
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024