Peki, Türkler ne istiyor?

Etnik veya dinsel kimliklerden hareketle verilen hak mücadelelerinde soru genellikle hak talep edenlere yöneltilir: “Ne istiyorsunuz?” Bu soruya verilen yanıt, eğer mücadelenin açık amacı siyasal bağımsızlığını ilan etmek ve ayrı devlet kurmak değilse, genellikle iki talepten oluşur. Birincisi, eşitliktir. Çünkü genellikle kimlik tanınması mücadelesi veren grup, egemen kimliğin sahip olduğu ayrıcalıklara ve maruz kaldığı ayrımcı uygulamalara karşı, eşit tanınma ve buna bağlı olarak eşit hak talebinde bulunur. Egemen kimlik çoğu zaman çoğunluğun kimliğidir ve bu nedenle hak talebi azınlık hakkı konumunda dile gelir. Egemen kimliğin azınlık olduğu daha ender durumlarda ise mağdur konumda olan çoğunluğun talebi, egemen kimliğin sahip olduğu ve kendinden esirgenen hakları kazanmaktır. Eşitlik kavramı burada salt bireysel planda ifade edilen bir eşitliği değil, kimliklerin tanınma ve hak sahibi olma eşitliğini, bu anlamda kolektif bir eşitliği ifade eder.

İkinci talep grubunda, kendi etnik veya dinsel kimliğini özgürce yaşamak yer alır. Dinsel kimliğin gereklerini herhangi bir kısıt olmadan yerine getirmek ve etnik kimliğin ifadelerini günlük hayatta kullanabilmek taleplerinin siyasal ifadesini özgürlük kavramı karşılar. Burada da bireysel bir özgürlük talebini dışlamayan, ama bununla yetinmeyen, eksik haklara sahip kimliğin kolektif özne olarak sahip olması arzulanan bir özgürlük talebi ön plana çıkar.

Ulus-devlet modelinde azınlıkların eşitlik ve özgürlük taleplerine verilen yanıt, genellikle bireysel özgürlük ve soyut yurttaş kimliği etrafında oluşmuş eşitlik ilkelerini öne çıkarır. Kolektif haklar yerine bireysel hakların savunusu, bir cepheden bakıldığında, kişiyi dinsel cemaat ve etnik grup kimliğinden özgürleştiren, bu anlamda modern bireyin özgürlüğünü ön plana çıkararak daha ileri olduğu iddia edilen bir özgürlük anlayışını savunur. Ne var ki, dinsel ve etnik kimlikleri içinde varlıklarını yaşamak isteyenler için, bu hakların birey hakları olarak tanınması yeterli olamaz. Ancak topluluğun parçası olarak kullanıldığında, bu haklar ete kemiğe bürünür, somut toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı ve anlamlandırıcısı olur.

Ulus-devletin soyut yurttaşlık kimliğine sıkıştırdığı eşitlik ilkesi de, somut toplumsallıklara değemediği veya sınırlı değdiği için, kısmen boşlukta kalan bir ilkeye dönüşür genellikle. Ulus-devletin dayandığı egemen etnik veya dinsel kimlik, genellikle diğer kimliklerin eşitlik ve özgürlük taleplerinin birey hakları temelinde çözülmesini kabul etme eğilimindedir. Türkiye’nin bu konuda anlamlı bir örnek oluşturduğu, ulus-devlet kimliğinin aynı zamanda dil, din ve somut etnik/ tarihsel simgelere sahip bir grup kimliği konumunda olduğu durumlarda, resmî yurttaş kimliğinin etnik içeriği genellikle yadsınır veya bu etnik içerik üzerinde düşünülmesi bile gerekmeyen doğal bir olgu olarak kabul edilir. Türkiye’de egemen kimlik statüsünde olan Türk kimliği, bu iki durumu, yani hem etnik ve dinî aidiyeti olmayan soyut bir yurttaşlık kimliğini, hem Türkiye topraklarıyla sınırlı olmayan, evrensel bir etnik aidiyeti (Türkçe konuşanlar) ve dinsel kimliği (Müslümanlık) ifade eder.

Türkiye’de bugün Kürt sorununun merkezinde din farkı değil, merkezinde dil farkı olan bir etnik kimlik sorunu yatıyor. Kürt sorunu sadece Kürtçe sorunu değil elbette, ama esas olarak da Kürtçe sorunu. Kürtlüğü kimliklerinin aslî bir unsuru olarak gören, toplam nüfusun yüzde 15-20’sine tekabül eden, homojen bir coğrafî yerleşimi olan Türkiyeli Kürt nüfusun içinde, Kürt kimliği merkezli bir siyasal hareketi destekleyen iki buçuk milyon civarında seçmen var. Bu hareket bir dilin hayatın tüm alanlarında serbestçe kullanılabilir olma hakkını talep ediyor. Elbette, dil burada bir kimlik tanınması talebinin taşıyıcısı olma işlevi görüyor. Dil, aynı zamanda, Kürtlerin Türkiye’de Türkiyeli Kürt olarak yaşama hakkının ve bölgesel olarak Kürtlerin Kürtleri yönetmesi taleplerinin ifade edildiği bir araç. Bu taleplerini Kürtler yıllardan beri çok açık biçimde dile getiriyor. Bu talebin etrafına bağımsız bir Kürt devleti kurma arzusu, dört veya beş ülke arasında dağılmış Kürtleri bir devlet çatısı altında birleştirme ülküsü gibi daha radikal talepler hep eklemlendi, ama Türkiye’de Kürt kimliğinin ana talebi Kürtçenin konumuna ilişkin oldu.

Soruyu Türklere sormak

Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınmasını talep edenlere “Ne istiyorsunuz?” sorusu, genellikle bastırılmış bir gerginliğin tizleştirdiği ses tonuyla sorulur. Çoğunlukla bu sorunun arkasında, “Her türlü hakka sahipsiniz, daha ne istiyorsunuz?” imâsı yatar. Çoğu zaman bu imâ da değil, açık bir iddiadır. “Kürtler Türkiye’de, cumhurbaşkanı dahil, her şey olabiliyor, daha ne istiyorlar?” yaygın bir sorudur. Yanlış olmayan bu görüşte düzeltilmesi gereken yegâne olgu, “Türkiye’de Türkiyeli Kürt olarak değil, Türk olarak Kürtlerin her türlü hakka sahip oldukları”dır.

Böyle bir soruyu sorma hakkını doğal olarak kendinde gören çoğunluk kimliği mensubu kişi, aynı zamanda talep edileni kabul etme veya etmeme hakkını kendinde görür. Çünkü, böyle bir soruyu sormak, işin başından kendini talebe olumlu veya olumsuz yanıt verme, Kürtlerin talep ettiklerinin içinden istediği kadarını kabul etme, istemediğini reddetme, “zamanı değil” gerekçesiyle erteleme hakkı veren üstün bir konuma yerleştirmek demektir. Bugün hükümetin Kürtlerin anadilde eğitim taleplerine çoğunluğun iktidardaki veya muhalefetteki temsilcilerinin verdiği en olumlu yanıt “şimdi zamanı değil”dir. Bu, 1915’te Osmanlı Ermenilerine karşı yürütülen son derece kapsamlı etnik temizlik operasyonunun tehşir edilmesi, eleştirilmesi ve adının konması talebi gündeme gelince de verilen standart bir yanıttır. “Şimdi zamanı değil!” yanıtı ortaya konan Kürt sorunu, Ermeni sorunu gibi sorunların esas olarak bir Türk sorunu olduğunu ele verir.

Çoğunluk kimliği cephesinden sorulan “Kürtler ne istiyor?” sorusu, sorunun en önemli boyutunun tam da talep etme fiilinde yattığını gösterir. Talep etmek farklı bir toplumsal özne olarak kendini ifade etmek demektir. Bu ise kaynaşmış, yek vücut olmuş bir bütün olarak toplumu tasarlayarak egemen kimliğin toplumsal alanın tümünü örtmesini amaçlayan kurucu ideoloji açısından büyük bir tehlike demektir. Bu tehlikenin egemen kimliğin tahayyül dünyasında adı bölücülüktür. Bunun yeni egemen söylemdeki daha dinî tınıyla ifadesi ise “aramıza nifak sokmak”tır. Buna karşılık, zaten ulusal bünye içinde görülmeyen Ermenilerin mağduriyetlerinin tanınması talebini dile getirmeleri, 1915 tehcirinin bir soykırım olarak uluslararası camiada tanınması ve Türkiye devletinin de soykırımı tanıması için çaba göstermeleri, bölücülük değil (onlar yabancıdır), düşmanca saldırıdır.

“Kürtler ne istiyor?” sorusunun varlığına işaret ettiği sorunun esas kaynağını görmek için, her seferinde bu soruyu tersi yönde sormak gerekir. Bu, sadece Türkler için değil, bütün çoğunluk kimlikleri için geçerli bir turnusol kâğıdı işlevi gören bir sorudur. Zencilerin eşitlik talebi karşısında beyazlar ne istiyor? Müslümanların eşitlik talebi karşısında Hristiyanlar ne düşünüyor? Berberîlerin eşit kimlikli yurttaşlık hakkı talebi karşısında Araplar ne diyor? Kürtlerin eşitlik talepleri karşısında Türkler, Alevilerin eşitlik talebi karşısında Sünniler, Müslüman olmayanların eşitlik talebi karşısında Müslümanlar, Türkiye’de ne istiyor? Türkler kelimesini, sadece etnik bir aidiyetin ifadesi olarak değil, kendini Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemenlik alanında geçerli olan aslî kimliğe ait hisseden toplumsal çoğunluk olarak anlamak gerekir. Bu çoğunluk, etnik köken itibarıyla Türk olabileceği gibi, Boşnak, Çerkez, Arnavut, Laz, Arap veya Kürt de olabilir. Bu anlamda baskın kimlik olarak Türklük hem Osmanlı devletinden kalan millet sistemindeki Müslüman milletini, hem de imparatorluğun dağılmasının travmasıyla birleşmiş ve hâkim millet tasarımının devam etmesinin yegâne koşulunu elde kalan son devletin korunması olarak algılayan bir savunmacı kimliği ifade eder.

“Eşyanın doğası” ve “bilek hakkı”

Kürtlerin eşitlik taleplerini Türklerin kabul etmeye yanaşmamalarının resmî gerekçesi, bu talepler karşılanırsa arkasının geleceği ve işin ayrı devlet kurmaya, Türkiye’nin parçalanmasına gideceğidir. Bu siyasal olarak uygun yanıttır. “Sevr Sendromu”nu bu red gerekçesini meşru kılma aracı olarak kullanan bu tavrın gerçek motivasyonlarını biraz daha deşince, karşımıza Türklerin eşit olarak ve yanyana kendilerinden farklı etnik/dinî unsurlarla birlikte yaşamaktan hoşlanmadığı veya bundan korktuğu gerçeği çıkar. Zira, Türkiye’de Kürtlerin Kürtçe dilinde eğitim görebilecekleri, idare ile ilişkilerini Kürtçe yürütebilecekleri, kendi valilerini seçebilecekleri bir özerkliğin yürürlüğe girmesi durumunda, Türkiye’nin batısındaki Kürtlerin de buraları terk edip “kendi memleketlerine” gitmesinin şart olduğu, Türk çoğunluk arasında yaygın bir görüştür.

Müslüman olmayan Türkiye yurttaşlarını doğal olarak yabancı addeden bu zihniyet, eşitlikten Türkiye’de yaşayan tüm Müslümanların Türk olmasını, böylece eşit olunmasını anlar. Müslüman olmayanlar ise en iyi ihtimalle hoşgörü gösterilmesi gereken, zaman içinde kendi “anavatanlarına” gitmeleri mukadder olan “misafir komşular”dır. Türklük hallerinin önde geleni, kozmopolitizm ve hümanizmin dış mihraklı, başka bir deyişle Batılı, dolayısıyla bölücü, ulusal birliği parçalayıcı, “yıkıcı” oldukları inancıdır. Bu inancın gelişmiş bir ideoloji, bir doktrin halinde ifade edilen şekli Türk milliyetçiliğidir.

Bu Türk milliyetçiliği, başka etnik kimliklerin hak talebini vermeme nedeni olarak kendi egemenliğinin kanla, ateşle ya da biraz daha masum gibi görünen bir ifadeyle, bileğinin hakkıyla kazanıldığını düşünür. Bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmez. Çok daha yaygın, daha az bilinçli, bir tür kendiliğinden ideoloji konumunda olan Türklük hallerinde ise Türkiye Türklüğünün ırkçı olmadığı, özel bir etnik kimlik vurgusu taşımadığı, birleştirici olduğu, medeniyeti temsil ettiği ve bu bağlamda evrensele açılmanın aracı, dolayısıyla ilerici olduğu dile getirilir.

Bilinçli, doktriner Türk milliyetçiliği ile genel Türklük hallerinin yaygın, kendiliğinden milliyetçiliğinin bir sentezini, Kürtçe anadilde eğitim talebi karşısında Ataol Behramoğlu’nun yakın bir tarihte dile getirdiği görüşte bulabiliriz: “Türkiye Türklüğü bence ulusu birleştiren gerçekçi bir kavramdır. Irkçılıkla alâkası yoktur. Ulusu birleştiren dil ise bunu tarihsel süreçler içinde, denebilirse bileğinin hakkıyla kazanmış, ulusal dil olarak evrenselleşmiş Türkçe veya Türkiye Türkçesidir. Aynı ulus içinde ikinci bir dil dayatması eşyanın doğasına aykırı, bilim dışı, sonuçta ulusun bölünüp parçalanmasına yol açacak, emperyalizm dışında kimsenin işine yaramayacak bir dayatmadır.”[1]1

“O kadar da değil!” Peki, ne kadar?

Bu Türklük ruh hali, en başta Kürtlere, ama aslında bütün etnik ve dinsel azınlıklara eşit hak tanımayı, sonu olmayan, daha doğrusu sonu bölünme ve parçalanmayla biten bir sürecin ilk adımı olarak görür. Başbakan Tayyip Erdoğan “Kürtçeyi seçmeli ders yaptık, yeterli bulmuyorlar. Neymiş, zorunlu ders olmalıymış. Kusura bakmasın, o kadar da değil” derken bunu ifade eder. “O kadar olmayan” nedir? Daha doğrusu, Türklük halleri ne kadarını yeterli görür? Kürt sorununun yıllardır çözülmemesinde Kürtlerin bir kısmının silahlı mücadele yolunu seçmelerinin yol açtığı kısmen doğru bir iddiadır. Ama “o kadar da değil!” haykırışının eşlik ettiği Türklük hali, Kürtlerin neye ve ne kadar hakkı olacağına sadece kendisinin, kendi istediği zamanda ve biçimde karar verme hakkı olduğuna ve bunun “bileğinin hakkıyla” ya da kılıç gücüyle kazanılmış bir hak olduğuna inanma halidir

O kadar değilse, ne kadar? Sorun tam da burada yatıyor. “Ne verileceğine” karar verme hak ve yetkisinin kendilerinde olduğunu düşünen, buna inanan çoğunluk ne istiyor? Kürtlerin hepsi dağa çıksın mı istiyor? Yoksa, Mümtaz Soysal’ın açıkça önerdiği gibi, bölgesel özerklik ve anadilde eğitim talep eden Kürtlerin Irak Türkmenleriyle zorunlu mübadeleye tâbi tutulmasını mı?[2] Ya da Gündüz Aktan’ın imâ ettiği türden, Kuzey Irak’a “gönüllü gitmeleri”nin sağlanmasını mı?[3] Bunun daha patos içinde ifade edilmiş, İzmir yöresi beyaz Türklük hali olarak tanımlanabilecek versiyonunda ifade edildiği türden, bir “ver kurtul” çözümünü mü?[4] Türkler, Türkiye bütünüyle “Türk” olsun ve belki “Dünya Türk olsun” mu istiyor? Kemalist laikçilerin din konusundaki tavırları gibi, Türkiye’de Kürt kimliği özel alanda kalsın, kamu alanında gözükmesin mi istiyorlar? Bulgaristan’daki Türklere anadilde eğitim ve Bulgaristan Türkü kimliğiyle eşit yurttaşlık talep etmeyi en doğal hak olarak görürken, Türkiye’de Kürtlerin benzer bir hak talep etmesi karşısında, “O kadar da değil” diyerek neden hemen kabarıveriyorlar? Neden Edirne’deki bir Türk, Hakkâri’de eğitim dili Kürtçe ve Türkçe olan bir ilkokul açılması talebi karşısında “Bu kadar da değil” diyor? Bugün Kürt sorununda ilk sorulması gereken soru “Türkler ne istiyor”dur. Türklerin “bu kadar veririz, daha fazlasını vermeyiz” dediği şey, tam ne kadardır ve neden o kadardır?

Türklük halleri

Bu soru aslında Türk sorununa işaret eder. Bu sorunun temelinde Türklüğün ne olduğu kadar, Türklük halleri olarak tanımlanabilecek bir davranış ve düşünce bütünlüğü, bir egemen kabul yatar.[5] Bu kabul Türklüğü önce Türkçe konuşmak olarak tanımlar. Sonra din gelir. Ama, Türklük hali olarak tanımlanabilecek davranış kalıbı bu ikisi üzerine de düşünmemeye dayanır. Anadili Türkçe olan bir Müslüman olmanın Türkiye’de verdiği ayrıcalıklar üzerine, Türklük ayrıcalıkları üzerine düşünmemek, aynı zamanda Türkiye Türklerinin Türklükleri üzerine düşünmemeleriyle mümkündür.[6] Bu düşünmeme tavrı, Türklüğün salt bir yurttaşlık bağını ifade ettiği, bu anlamda evrenselci, kucaklayıcı ve entegre edici olduğu inancının temelini oluşturur.

Özellikle laik orta sınıfların tahayyül dünyasında iki Türklük tasarımı vardır. Birincisi, resmî görüş mahiyetinde olan, etnik vurgusunun silindiği iddia edilen yurttaşlık kimliğidir. İkincisi ise şahsî görüş mahiyetinde olan dil, din, tarih ve coğrafya referanslı bir etnik kimliktir. Bu iki Türklük tanımının karışımı ve zaman ve mekânın ihtiyaçlarına göre birinin öne çıkması Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri yürürlükte olan “egemenlik sözleşmesi”nin belkemiğini oluşturur. Bütünlük güvencesi olarak algılananın arkasında, Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu, Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” olarak tanımladığı bir sözleşme vardır. Bu kurucu sözleşmenin ilk versiyonu, yürürlükte olduğu 1913-1924 arasında, Türkiye’yi oluşturan coğrafyadaki gayrımüslimlerin temizlenmesi, mallarının, servetlerinin, yatırım ve meslek alanlarının paylaşılmasına dayanıyordu. 1924 sonrasında ise Kürtler Türkleşmeyi kabul ettiği oranda sözleşme yürürlükte kaldı. Başlangıçta dinsel temelli olan sözleşmenin, daha sonra etnik vurgusu baskın bir Türklük kimliğini merkezine almasıyla Cumhuriyet dönemi Kürt isyanları da başladı.

Söz konusu kurucu zımnî sözleşme, sadece kültürel ve ideolojik boyutu olmayan, aynı zamanda iktisadî ve siyasal tezahürleri de olan, çok boyutlu bir Türklük sözleşmesidir. Anayasalardan daha güçlü ve kalıcıdır. Bu sözleşme hem ırk vurgulu milliyetçi tezlerin hem de din ve etnisite vurgulu milliyetçi-maneviyatçı tezlerin özcü içeriklerinden beslenen güçlü motifler taşımakla beraber, bu ikisinin toplamından daha kapsayıcıdır. Türklük sözleşmesi her şeyden önce bir unutma, bilinçli bir hatırlamama, hatırlansa bile bunun üzerinde konuşmama sözleşmesidir.

Bu egemenlik sözleşmesi bütün Müslüman unsurların potansiyel birliğini öngörür. Bu açıdan, herşeyden önce Müslüman olmayanlara karşı bir ittifaka ve bir çıkar birliğine dayanır. Müslüman olmayanların egemen kimliğe asimile edilmeleri mümkün değildir, çünkü egemen kimliğin iki boyutundan biri dinseldir. Bu nedenle, Türkiye’de gayrımüslim Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları “yerli yabancı”, “ecnebi yurttaş”tırlar. Egemen kimlik içinde bir biçimde erimeleri mümkün olmadığı için de, zaman içinde ülkeyi terk edecek bir tortu olarak görülürler. “Ermeniler, Rumlar veya Yahudiler Türkiye’de ne istiyor?” sorusunun kendisi bile egemenlik sözleşmesine aykırıdır. Onlar herhangi bir şey talep edemezler, hele eşitlik hakkını telaffuz bile edemezler. Kürtler için ise (Boşnaklar, Çerkezler, Arnavutlar, Abazalar, Araplar, vb. için olduğu gibi), egemen kimlik içinde asimile olma kapısı açık olduğu için, “Ne istiyorlar?” sorusu, bir şey isteyenin aslında nankörlük yaptığını imâ eder.

“Türkiye Türklerindir”

“Türkler ne istiyor?” sorusu rahatsız edici bir sorudur: Çünkü, Türkler her şeyden önce Türklük üzerine düşünülmemesini, Türklüğün tartışılmamasını, tahayyül dünyasının, kurucu mitoslarının, kurgulanmış tarihinin sorgulanmamasını isterler. Başka bir ifadeyle, genel olarak Türkler Türklükleri üzerine düşünmezler, düşünülmesinden de pek hazzetmezler. Üzerinde düşünmeyerek, Türklüğün tahayyül dünyasını irdelemeyerek, bunun evrensellik, eşitlik, kardeşlik gibi nitelikleri haiz olduğu fiksiyonunun zedelenmemesini sağlarlar. Daha doğrusu, sağladıklarına ve bu yolda devam edilirse bunun eksiksiz sağlanacağına inanırlar. Bu nedenle, Türkçü Türk milliyetçiliği en parlak zamanlarında bile göreli olarak marjinal bir akım olarak kalmıştır. Türklük hali içinde Türk milliyetçiliği sadece alt öğelerden biridir.

Açıkça milliyetçi olan, “kana kan, dişe diş” mantığı içinde bakan, “Ortada Kürdün asimile edilmesi, ezilmesi, sömürülmesi değil; Türk’ün dilini kaybederek, asimile olması vardır. Yani, Kürt sorunu değil, Türklük sorunu vardır”[7] iddiasını dile getiren ulusalcı-ırkçı görüşler, Türklük halleri içinde şimdilik patolojinin en uç emaresi konumunda duruyor. Buna karşılık Başbakan’ın “bu kadar değil” derkenki yanıtı, o uçta yer almasa da, kendisinin ve AKP seçmenlerini aşan, Türk çoğunluğun kafasında olan bir sınırı ifade ediyor. Bu kesin bir sınır değil. Zamana ve koşullara göre değişen bir sınır, ama katı bir özü var. Bu özü, ülkenin dilini, tarihini ve kültürel kimliğini temsil etme ve buna dayalı olarak milleti bu unsurları haiz homojen bir kitle olarak kabul etme inancı oluşturuyor. Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta dile getirdiği, “tek dil, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet” sloganına, resmî milliyetçi hareketlerden veya ulusalcı sol kanattan herhangi bir itiraz yükselmiyor. Buna zımnî olarak tek dini de ilave ediyor Türklük halleri. Dini ve tarihi millî olan bu Türklük, ülkenin ulusal dokusunda bütünlük güvencesi olarak çoğunluk tarafından kabul ediliyor. Bu genel kabul, Türklük vurgusunun olmadığı veya geri planda kalacağı bir siyasal yapıya karşı derinden gelen bir tepkiden besleniyor. Bu tepkinin temelinde Türk devletini son yurt olarak görme refleksi var. Bu, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin salgıladığı ve onlarca yıl devam eden millî eğitim politikasının Türkiye Türklerinin bilinçaltına kazıdığı bir yok olma korkusu aynı zamanda. Bu çerçevede mağduriyet hissi yapıcı ve kurucu bir işlev görüyor.

“Türkiye Türklerindir” sloganı Türklük hallerinin iki farklı yüzünü özetliyor. Bu slogan ya Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan herkesi kapsıyor ve o zaman bütünüyle anlamsız bir totoloji. Ya da mağduriyet hissi ve yurtsuzluk korkusuyla dağlanmış, geçen yüzyıl zarfında gerçekleştirilen etnik temizlik politikalarının anlamını verdiği bir ülküyü dile getiriyor. Her iki durumda da bugün Türkiye toprakları üzerindeki esas sorunun Türk sorunu olduğunu ifade ediyor.


[1] Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet, 18.8.2012, (altını biz çizdik).

[2] “Güneydoğu’da ise, bölgesel özerklik, resmi dil dışında öğretim gibi ulus-devlet ilkesiyle çatışan isteklere karşı kesin kırmızı çizgiler çizmek ve düzen değiştirici planlı ekonomik-sosyal kalkınmayı öne çıkarıp bu koşullara uymak istemeyenlerin Irak’taki Türkmen nüfusla değiştirilmesini önermek gerekecektir.” Mümtaz Soysal, “Kesin Çözüm”, Cumhuriyet, 17.8.2009.

[3] Gündüz Aktan, Radikal, 10.1.2006.

[4] “Artık etle tırnak, Türkle Kürt sözcüklerinin arasında otuz bin ceset var ve çoğalıyor. Şehre inen aşiretleri, töre cinayetleri, kapkaççı çocuk çeteleri, otopark mafyaları var. Kaçak elektriğini, kaçak suyunu bize ödeten, doğurup sokağa saldığı evlatları suç makinesine dönüşen ve sonra varoşlarda Biji Apo diye bayrak açıp dükkân yağmalayan eşkıyası var. Aymaz devlet, hâlâ PKK’ya karşı ‘sadık’ Kürt nüfus çoğaltma derdinde. Bizim cebimizden alıp iki karıdan, üç karıdan on, yirmi çocuk sahibi cahillere, çocuk başına 20 YTL’den 50 YTL’ye ‘sosyal yardım’ yapıyor… Şimdi böyle bir kavmin, kafası kadın haklarında ortaçağı aşamamış dernek başkanı, demokrasi var diye çıkıp televizyonlarda: ‘T.C. Güney Doğu’da işgalcidir, ben Barzani’nin iktidarını tanırım, Atatürk de İngiliz mandacısıydı’ deyince… Türklerde de böylesini sırtında taşımamak, dölünü finanse etmemek, aşiretini, töresini, cehaletini, kısaca yükünü çekmemek, hatta birlikte yaşamayı reddetmek isteği doğuyor.” Mine Kırıkkanat, “Asalak Kardeşlik”, Vatan, 7.12.2005.

[5] Türklük halleri ile bkz. Birikim, sayı: 274, Şubat 2012 içinde “Olayımız Türklük!” başlıklı dosyadaki yazılar.

[6] “Türklük hallerinin en önemli ortak özelliği, Türklükleri ve Türklük imtiyazları üzerine düşünmemektir”, Barış Ünlü, “Türklüğün Kısa Tarihi”, Birikim, sayı: 274, Şubat 2012.

[7] Yunus Yılmaz, Türk Solu, sayı: 165, 2007.