Aslında hepimiz özgürüz, dünyada özgür olmayan bir insan yoktur, olamaz da. İşte varoluşçuluğun başlıca iddialarından biri. Fakat dünyada özgür olduğunu söyleyemeyeceğimiz o kadar çok insan vardır ki… Toplumsal veya kişisel şartlar bakarsınız insanları sıkıştırır, hareket edemez hale getirir. Varoluşçular bunu inkar etmezler elbette. Onların anlatmaya çalıştıkları şey, insanın içinde bulunduğu koşulları aşabilme, hayatını değiştirebilme kapasitesine sahip olduğudur. Nasıl bu kapasiteyi harekete geçirebiliriz? İnsan bir tasarı yapmalı ki, kendini imkanların ortasında bulsun; az çok güvence altına alınmış bir geleceği tehlikeye atmayı göze almalı ki, hayatını değiştirebilsin. Ne var ki insanların çoğu özgürlüğünden korkar; sadece özgürlükten kaçmak için özgürlüğünü kullanır. Özgürlükten kaçmayı bir yaşam biçimi haline getirdikçe kişi varoluşunu kendi gözünde meşrulaştırmaya çabalamaktan vazgeçer; anlamsız ve boğucu bir dünyada yaşamaya başlar.
Dindarlık da devralınmış bazı geleneksel değerlere sığınma olduğu müddetçe özgürlükten kaçmanın bir yoludur. Peki insanın tanrıya iman ederek bu dünyadaki bağımsızlığından vazgeçmesinin neresi kötü? Dinsel varoluş, dünyevi özgürlükten daha değerli bir özgürlük duygusu yaşatmaz mı mümin kişiye? Teslimiyetteki vecd, özgürlüğün üstünde ve ötesinde bir şey, hatta bir tür üst özgürlük değil midir? Fakat insan başka herkesin de özgür ve iyi olduğu bir dünyayı istemeden duramaz. Keşke insanın Tanrı’nın emirlerine riayet ederek kendi bireyliğini ve nefsini aştığı ve iyiliğe ulaştığı şu içinde yaşadığımız dünya gerçekten başkaları için de iyiye giden bir dünya olabilseydi. Oysa insanlar toplumsal bir biçimde dine teslim olmaya zorlandıkça, din de hepimiz üzerinde bir iktidar, güç aracı haline geliyor. Dinin bazı kişi veya zümre çıkarlarını korumak amacıyla toplumu yönetmek için bir araç haline getirilebileceği iyi bilinir. Kutsal kitaplarda bulunan ve bir yasa haline getirilmemesi gereken cümlelerin, kötülükleri ve haksızlıkları meşrulaştırmak için, sözde din bilginleri tarafından bugünde geçerli kılınması olsa olsa ahlaki bir felakete yol açar. Adaletsiz iktidarın tasarrufunda kurumsallaşan dinin, davranışlarını ahlaki olarak yargılamaya gerek duymaksızın aşağılık eylemlere katılabilecek, lince ve yağmaya hazır bir kitle insanı yaratmak için kullanılabileceğinden şüphe etmek abestir.
Adaletsiz bir dünyada dinsel aşkınlık özlemi kişiyi özgürlüğe götürmez, eninde sonunda kişi hayal kırıklığına uğrar. İyinin yanındaki insanın iyiye teslimiyeti, grup veya sınıf çıkarları için o dini temsil etme iddiasındaki güce, gösterişe ve zorbalığa teslimiyet haline geldiği anda dinsellik de haysiyetli bir toplumsal varoluş biçimi olma özelliğini kaybeder. Kişi özgürlükten hiç, kötülüğe itaat etmek, kendini ahlaksızlığı desteklerken bulmak için feragat eder mi? Özgürlüğü hayatta kalma gayretine kurban etmediği sürece kimse yapmaz bunu. Özgürlüğünü haksız bir iktidara teslim eden, kendisine saygısını sürdürebilir mi? Kendini daha fazla kandırmayı başaramayıp sonunda anlamsız ve boğucu bir dünyada yaşamaya mahkum olmaz mı? Varoluşçulukla dindarlığı birleştiren düşünürler, Tanrı’nın insanı kul veya köle olarak değil özgür bir varlık olarak yarattığını düşünmek zorunda olduğumuzu vurgularlar. Tanrı insana saygı duyduğu için onu özgür olarak yaratmıştır. Bu özgürlüğü ahlaki meşruluğunu kaybetmiş mutlak bir dünyevi iktidara teslim etmek insanın hem Tanrı’ya hem kendisine ihanet etmesi anlamına gelir.
Varoluşçu düşünürlere göre insanın dünyasına anlamını ve değerini veren şey özgürlüktür. O halde özgürlüğünü yaşamakla hakikati deneyimlemek bir bakıma aynı şeydir. Cümlelerin doğruluğundan yanlışlığından önce gelen bu ilksel hakikat, dünyanın örtüsünün özgürlük tarafından açılmasından başka bir şey değildir. Kendi özgürlüğümüzden kaçtığımızda, anlamın ve değerin kaynağı bizde değil de dışımızda, zaten orada bir yerlerde imiş gibi yapar, kendimizi kandırırız. Zaten orada, tarihin ve toplumun bize aktardığı bir anlamın ve değerin gerçekten varolabilmesi bile bizim o değerleri üstlenip üstlenmediğimize bağlıdır. Sırf tarihsel diye bir takım değerleri ahlaki bazı üst değerlerin değerlendirmesine tabi tutmadan sahiplenmek özgürlüğü hiçe saymaktan başka bir şey değildir.
Varoluşçuların dediği gibi, anlam ve değer özgürlüğün kendisinden doğuyorsa, sanatı da ahlakı da özgürlüğün dünya ile karşılaşmasından doğan şeyler olarak görmemiz gerekir. Özgürlüğü doğrulayan şey, kendimize içinde bulunduğumuz durumu aşabilecek hedefler koyabilmemizdir. Daha iyiye ve güzele ulaşmak için kendimize hedefler koyamasaydık içinde bulunduğumuz durumun bir değerlendirmesini tam olarak yapamazdık. O durumun nasıl olduğunu, bizim için ne ifade ettiğini bilemezdik. Hedefsiz insan için faydalı ve zararlı, kolaylaştırıcı veya zorlayıcı engeller de yoktur. Böyle bir insan nihilizm içerisinde sürüklenir veya başkasının isteminin bir aracı haline gelir. Varoluşu haklılaştırmak için özgürlük gerekir fakat özgürlük de anlamını ve değerini benimsediği hedeflerden alır. Aslında hedefe zaten bir değer yüklenmiştir. Özgür eylem istediği hedefe ulaşamasa bile o değeri sergiler. İşte bu yüzden, özgür kişi, özgürlüğünün nesnesinden koparılsa bile o hedefe verdiği değeri kaybetmediği sürece çözülmeyecek, çökmeyecek, teslim olmayacak, kendini kaybetmeyecektir. Özgürlük ulaşmaya çalıştığı ideale veya gerçekleştirmek istediği değere tam da böyle bağlanmasaydı ne dünyanın yabancılığından ne de anın anlamsızlığından kurtulabilirdik.
O halde özgürlük dünyadaki hiçbir nesneyle özdeşleşip kendini o nesnede kaybetmez, her zaman kendi özgürlüğü kadar başkalarının özgürlüğünü de ister. Tıpkı Sisyphus gibi o ağır kayayı tepeye çıkarmaya devam eder, böylece toplumsal özgürlük hedefini hep yeniden üstlenerek kendisinde bir değer taşıdığını gösterir.
Bu yazı ilk kez: 22 Mart 2018 Tarihinde Gazete Kadıköy’de yayınlanmıştır…
- Otomatik Portakal ve Belirlenimcilik - 6 Kasım 2020
- Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyeti - 1 Kasım 2020
- Duygular ve Sözler - 10 Ekim 2020