Türkiye son 5 yılını birbiri ardına gelen seçim kasırgasıyla geçirdi. Önümüzdeki hafta bugün bir yenisinden çıkmış olacağız. Sonuçlar açıklanınca kimse “ne de olsa yerel seçim” deyip yoluna devam edemeyecek çünkü 16 Nisan’dan bu yana sandık başına her gidişimiz yeni rejime dair bir plebisite dönüşmüştür. Vekil ya da muhtar fark etmez, esas oylanan iktidar blokunun inşa etmek istediği düzen ve o düzenin özdeşleştiği Saray’dır.
Seçimlerin böylesine bir kısır döngüye mahkûm edilmesi muhalefetin değil, iktidarın “marifeti”dir. Bir adım ötesinde, tek adam rejiminin yerleşikleşmesini arzu eden egemen güçlerin taktiğidir. Bu taktik her seçim döneminde cebini dolduran, iktidardan yeni ödünler koparan sermayenin ve rant odaklarının lehinedir. Beka söyleminin de tehdit ve şantajların arkasında da yerel seçim sonuçlarının iktidar, yandaş patronlar ve emperyalist aktörler arasındaki karmaşık ilişkiyi sarsma ihtimali yatmaktadır.
Sandığa gitmeye ramak kala yalnızca Erdoğan ya da Bahçeli’nin değil, yakın tarihte aldıkları pozisyonlarla ilerici, cumhuriyetçi, demokrat kesimleri yıldırmaya çalışan, sicili kabarık eski bakan, bürokrat ya da “kanaat önderleri”nin paniği de iktidar blokunun geriletilme olasılığı karşısında düştükleri derin endişeden kaynaklanmaktadır. Çünkü çok büyük bir bölümü bugünkü düzenin suç ortağıdır.
Durup dururken eski İçişleri Bakanı Ağar, İstanbul’u kastederek, “Allah bize bir daha, bu tür bir CHP belediyesi dönemi yaşamayı nasip etmesin” dememiştir. TBB Başkanı, boşuna AKP’nin bir il başkanlığına yaptığı ziyarette, “milli bir duruşa ihtiyaç var” deyip iktidara göz kırpmamıştır. Soylu’nun muhalefete yönelttiği karalama kampanyasına Ağar ve benzerlerinin katılması “derin devlet”in iktidarı teslim aldığını değil bu rejimin bizatihi kendisinin “derin devlete” dönüştüğünün kanıtıdır.
İttifaklar üzerine kurulu düzenin hep AKP-MHP blokuna kazandıracağı savı bu yerel seçimlerde tarihe karışabilir. Ummadıkları yerlerde ummadıkları sonuçlarla yüz yüze gelmeleri muhtemeldir. Bunun ilk şartı siyasi ve ekonomik krizden yaka silken herkesin sandık başına gidip oy kullanmasıdır. Oy vermenin tüm dertlere deva olmadığı doğru olsa da bugünün şartlarında sandık küskünlüğü iktidarın ekmeğine yağ sürmekten ibarettir. Seçmen olarak oy vermekle yetinilmemeli oyuna sahip çıkmanın en az sandığa gitmek kadar önemli olduğu akılda tutulmalıdır.
Bütün bunlarla birlikte 31 Mart’ta iktidarın tökezleme olasılığı bu rejimi geriletmenin, daha demokratik bir düzene geçişin garantisi olarak görülemez. Zira bağlamı farklı olsa da 7 Haziran tecrübesi hatırlardadır. Erdoğan’ın “Yavaş seçimlere girebilse dahi seçimden sonra bunun bedelini kendisi ödeyeceği gibi bedelini Ankaralılara da ödetme durumuna düşürür” sözleri daha yeni söylenmiştir. Kayyum uygulamasının yalnızca HDP’ye yönelik bir tehdit olmadığı böylece bir kez daha aşikâr hale gelmiştir.
Dolayısıyla muhalefet seçim akşamı kadar sonrasını da düşünmedikçe, ülkenin içine sürüklendiği kriz ve kaosa karşı uzun soluklu birleşik bir muhalefet stratejisi geliştirmedikçe bu rejim geriletilemez. Bu strateji, AKP’nin miting alanında çay paketini kapışan halkı da yanına alıp iktidardan nemalanan kan emicileri hedef tahtasına koymalıdır. 1 Nisan sabahı yalnızca muhalefetin kazandığı yerellerde değil tüm Türkiye’de “biz bu kabustan çıkabiliriz” duygusunun hakim olması için özgürlük isteyenlerle aş, iş derdinde olanların birbirine hasım değil müttefik olduğunu idrak etmelidir.
Öyleyse yeniden yazalım; Ağar’dan Feyzioğlu’na bildiğimiz devletin bildiğimiz aktörleri ama doğrudan ama dolaylı 31 Mart öncesi iktidar blokuna destek çıkıyorsa Türkiye tarihinin ilerici güçlerinin, demokratlarının daha aydınlık bir ülke için sandıkta ve de gündelik yaşamda birbirine omuz vermesi bir tercih değil zarurettir.
- Yönetim krizinde son perde: Acemilik, kibir ve öfke - 14 Nisan 2020
- Özgür bir memleket için boykotun ötesine geçelim - 10 Şubat 2020
- Bir kuşak laikliğin değerini bu iktidar yüzünden öğrendi - 14 Ocak 2020