“Uyan ey köşem bucağım
Kırıkkolum iğriboynum
sağırkapım-dilsizim
Vaktidir direnmenin
Vaktidir şimdi.”[1]
Atillâ İlhan’ın, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ gittiler akşam olmadan ortalık karardı,” dizelerindekilerdendiler…
Devrimin erikler çiçek açınca olacağından kuşkusuz, dağlara çıktılar; Nurhak’lara tırmandılar; kır gerillasını başlatmışlardı; hedefleri NATO üssünü yerle yeksan etmekti.
Bunun için Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’indeki betimlemesiyle, “Mor Dağlar”a benzeyen Nurhak’taydılar.
“Dağın moru olur mu hiç?” demeyin sakın ola! Güneş batarken Elbistan’ın sırtını yasladığı Nurhak Dağı’nı görürseniz bunun mümkün olduğunu fark edersiniz!
Elbistan’ın güneydoğusunda 3090 metre yüksekliğinde volkanik bir dağdır Nurhak; Celali İsyanları’nda Türkmenleri kollayan yüce bir dağdır.
Sinan (Hoca) Cemgil’i, Alpaslan Özdoğan’ı, Kadir Manga’yı Nurhak’ın sonsuzluğa emanet ettiğimizde takvim 31 Mayıs 1971’i gösteriyordu…
O gün öğleden sonra saat 15.00’de TRT’nin birkaç cümlelik kısa haberi şöyleydi: “Nurhak dağlarında jandarmayla girdiği çatışmada Hoca lakaplı Sinan Cemgil ile arkadaşları Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga öldürüldü.”
16 Mart 1971’de Malatya Kürecik’teki Amerikan radar üssünü tahrip etmeye giden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na (THKO) bağlı gruptan bir kısmı, 31 Mayıs 1971’de Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada jandarma birlikleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayıp çatışmaya girmişlerdi.
Civardaki köylülerce ihbar edilen gerilla grubu yedi kişiden oluşuyordu: Katledilen Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan ile çatışmada ağır yaralanan Mustafa Yalçıner ve Hacı Tonak. Metin Güngörmüş ile “hemşerim” adıyla bilinen Ahmet Erdoğan çemberi yarıp kaçtılar. Daha sonra 6 Haziran’da yakalandılar.
Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir İstanbul Maltepe’de çevrildikleri evde onların katledildiği haberini duyunca öfkelenirken; Mahir Çayan, balkona fırlayıp, “Yoksul Halkımız için dövüşüyoruz, sizin için sizler ve çocuklarınız için, Bağımsız Türkiye için,” diye haykırmıştı.
31 Mayıs 1971 gecesi Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir bağımsızlık türküleri söylediler. 1 Haziran’da Mahir Çayan ağır yaralandı, Hüseyin Cevahir ise katledildi.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin en büyük acılarından birini 31 Mayıs 1971’de hissetmişlerdi.
Sonrasında İbrahim Kaypakkaya, ihbarcı köy muhtarını cezalandıracaktı.
Sinan Hoca’nın, kendilerini çeviren askerlere, “Biz sizlerin, halkımızın, bağımsız onurlu ve bolluk içinde yaşayabilmesi için halk düşmanlarıyla, sizi sömüren ve asırlardan beri zulüm altında ezenlerle kavgaya tutuşmuş Halk Kurtuluş Ordusu’nun neferleriyiz,” haykırışı Nurhak Dağları’nda sonsuzluğa dek yankılandı.
Orhan İyiler’in de dediği gibi, “Öldükleriyle kalmadılar”![2] 12 Mart darbesine, emperyalizme, sömürüye karşı başkaldırıydı bu…
* * * * *
Hepimize Ahmed Arif’in, “vurulmuşum/ dağların kuytuluk bir boğazında/ vakitlerden bir sabah namazında/ yatarım/ kanlı, upuzun…” dizelerini hatırlatan; “Nurhak sana güneş doğmaz/ uçan kuşlar yuva kurmaz,” dedirten “Mor Dağlar”daki isyan, Antonio Gramsci’nin, “Kendini riske atarak sergilenen gözü peklik, yiğitliktir”;[3] Friedrich Nietzsche’nin, “Dostlar üç hâlde birleşirler. Yoksulluk karşısında kardeş olurlar. Düşman karşısında eşit olurlar. Ölüm karşısında da özgür olurlar,” saptamalarını anımsatan başkaldırının müthiş bir arka planı vardı.
Bu konuda THKO’lu Ergun Adaklı şunları ifade eder:
“Bizi tarihsel olarak ileri fırlatan süreçler çok farklı kaynaklardan oluşur. Bunlardan bir içsel kaynaklar var, yani Türkiye’nin içinden kaynaklar var, bir de Türkiye’nin dışından, yani dış dinamikler var.
İçeride 1961 Saraçhane mitinginden itibaren ve onun sonucunda Türk işçi sendikal önderlerin TİP’i kurmalarından, sonra da 1967’de DİSK’in kurulmasından itibaren gelişen işçi hareketleri iç kaynaklardandır. Gelişen işçi hareketleri derken, doğrudan doğruya fabrika işgalleri, çatışmalar, yani yüksek düzlemde hareketler. Bugün Türkiye işçi hareketinin tarihine mal olmuş olan Kavel direnişi gibi, 1967 direnişleri veyahut da Demirdöküm, Sungurlar gibi 1969 direnişleri. Dolayısıyla işçi hareketinde muazzam bir kabarış, yeni bir sendikal perspektif, patronlara karşı mücadelede yeni bir düzlem oluşmuştu. Bunlar bizi politize eden iç dinamiklerin temel öğelerdir. Ama aynı zamanda 1960’ların başından itibaren başlayan toprak işgalleri, köylülerin hareketleri, küçük üreticilerin, yoksul köylülerin, topraksızların hareketidir iç dinamikler. Mesela Bafa Gölü’nün toprak ağalarından kurtarılması, yani köylülerin kendi topraklarını toprak ağalarından kurtarmak amacıyla yaptıkları Bafa Gölü işgalinden doğudaki toprak işgallerine, tütün üreticilerinden Ordu ve Giresun fındık üreticilerinin mücadelesine kadar ve tabii ki başta Amasya ve Sivas olmak üzere, şeker fabrikalarında gelişen pancar işçilerinin mücadeleleri. Bunlar süreğen mücadelelerdir ama aynı zamanda fındık mitingi, pancar mitingi, fıstık mitingi gibi tarihe mal olmuş büyük yoksul köylü mitingleri, toprak işgalleri ve mitingler. TİP vasıtası ile siyasallaşmaya başlayan gençlik hareketinin üzerinde esas politik etkinlik yaratan şey, bunlardır. Önünde sonunda o çağda hepimiz TİP’in içinden doğduk. TİP’in içinden gençlerin kurduğu bir federasyondur FKF. Gençlikte bu şekilde yayılma oldu. Sonra Dev-Genç’e dönüştü. Her zaman toprak işgalleri ile işçi mücadeleleri ile fabrika işgalleri ile içli dışlı olmuştur. Ki zaten daha sonra THKP-C ve THKO’nun doğuşu sürecinde de, o işçi ve köylü işgal hareketlerinin getirdiği ilişkiler, THKO’nun ve THKP-C’nin kadro yapısında ve ilişkiler ağında kendisini göstermiştir. Diğer taraftan 27 Mayıs sürecinden gelmişiz. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren milli birlik komitesi genellikle albay düzeyinde olan ama daha sonra emekli olan belli kadroları, ABD’nin Türkiye üzerindeki vesayet düzenine kaşı yeni bir mücadele başlatmış. Tabii ki bazı gazeteciler -İlhami Soysal’lar başta olmak üzere- ABD üslerine karşı mücadele ediyor. Yani ABD emperyalizmine karşı bağımsızlık kavgası, 2. Kurtuluş mücadelesi olarak isimlendirilen kavga başlamış. Bu da tabii ki gençliği çok etkiledi. Ve sonra Dev-Genç, daha sonra Deniz’in Dolmabahçe’de ABD askerlerini denize dökmesi de dâhil olmak üzere NATO’ya karşı direniş. NATO gemilerinin Türk kıyılarını, limanlarını kullanmasına karşı mücadelede Dev-Genç ön plana çıktı. Dolayısıyla hem ABD ve Avrupa emperyalizmine, NATO’ya karşı mücadele hem de içeride Türkiye’yi allak bullak sömüren patronlara ve ağalara -o zamanki tabiri ile patron-ağa devletine- karşı, kırsal bölgelerde toprak işgalleri ile veya üretici köylünün kendi hak mücadelesi ile ortaya çıkan kavgalar, Dev-Genç hep bunların içinde oldu. Mesela Akhisar’daki tütün mitinglerinde her zaman Dev-Gençliler vardı. Ama mitinge gelip gitmezlerdi. Mitingden çok daha önceleri gelir, köylülerle beraber kalır, tarlalarda çalışır, onlarla içli dışlı olur ve onların kavgalarının içerisinden yükseliş gösterirlerdi. Onları da beraber yükseltirlerdi. Dolayısıyla bizim çağımız böyle bir çağdı.
Ve aynı zamanda dünyanın dış dinamiklerinin korkunç derecede devrimci atılımı beslediği bir çağdı. Bir tarafta Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuş, koskoca Çin dünyada emperyalist kapitalist sisteme meydan okuyan bir güç hâline gelmiş; öbür tarafta Sovyetler Birliği sosyalist kuruluşun getirdiği yükselişle uzaya kadar giden bir çalışma sürecinde dünyada sözü edilir bir güç olmuş, diğer taraftan Vietnam emperyalist kurtuluş mücadelesi veren tüm halkların simgesi hâline gelmiş… Vietnam savaşı bizim simgemizdi. Ho Chi Minh bizim simgemizdi. Tahakküme karşı baş kaldıran Küba devrimcileri, Castro ve Che Guevera önderliğinde Küba devrimini gerçekleştirmiş. Küba bizim simgemizdi. Diğer taraftan 1961’de Patrice Lumumba’nın Kongo’da başlattığı Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketleri giderek yayılmış. Mozambik’ten Angola’ya kadar kurtuluş mücadeleleri, oradan Güney Afrika’daki apartheid rejime karşı mücadeleler.
Bunlar hep, bizim dünyadan Türkiye’ye taşıdığımız devrimci dinamikler. Dolayısıyla böylesi bir ortamda devrimcileştik biz ve politize olduk. Ama şöyle bir şey söyleyebilirim. 1964 ve 1965’te Türkiye’de ilerici gençliğin politize olmasında esas etken ABD ve NATO’nun hegemonyasıdır… Böyle bir çağda giderek yükseldik. Türkiye’de tekelci kapitalistler giderek hegemonyalarını güçlendirip devlete egemen oldukça, çatışma yavaş yavaş TÜSİAD’cılarla kavgaya dönüştü. Dolayısıyla, bütün bunların karmaşası içinde yavaş yavaş TÜSİAD’cıların yani tekelci kapitalistlerin, NATO’nun derin devleti ile birlikte Türkiye’de faşist bir devleti örgütleme sürecine girişmesi ile beraber devrimci gençliğin de buna karşı yavaş yavaş bir silahlı mücadele yükseltme fikrini ortaya çıkarması biçiminde gelişti.
THKO ve THKP-C’yi doğuran budur. Alelacele doğmuştur.”[4]
Aynı konuda Oğuzhan Müftüoğlu da, “Genel olarak solun o dönemdeki ana karakteri kamusalcılığa dayanan, emek eksenli bir antiemperyalizm ve bağımsızlıkçılıktı,”[5] derken; Atilla Özsever de ekler: “Öğrenci gençliğin aktif mücadelesinin yaşandığı, anti-Amerikancı eylemlerin yaygınlaştığı, işçi hareketlerinin ivme kazandığı bir süreci yaşıyorduk.”[6]
O süreçte 12 Mart 1971 Darbesi ile cunta devrimcilere büyük bir öfke ve kinle saldırdı. Sürek avı başlattı. Cuntadan sonra geçen bir yıl içinde yüzlerce devrimci ceza evlerine konurken, onlarcası da katledildi, ama asla unutulmadılar. Her birinin ismi, fikirleri ve idealleriyle birlikte yığınlara mal oldu.
16 Mart 1971’de Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakalandı. Mahkemeleri 16 Temmuz 1971 günü Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığında Baki Tuğ savcılığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi’nde başlayıp 9 Ekim 1971 günü bitti. Davada Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idama mahkûm edildi.
17 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom -cezaevinde idamla yargılanan THKO önderlerinin serbest bırakılması talebiyle- aralarında Ulaş Bardakçı ve Mahir Çayan’ın da olduğu THKP-C militanlarınca kaçırıldı.
31 Mayıs 1971’de Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan ve Kadir Manga, Malatya’da Nurhak dağında öldürüldü.
1 Haziran 1971’de Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir İstanbul Maltepe’de bir evde kuşatıldı. Kuşatma sonucunda Hüseyin Cevahir öldürülürken Mahir Çayan yaralı ele geçirildi.
29 Kasım 1971’de Aralarında Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin, Ziya Yılmaz, Mahir Çayan’ın da olduğu devrimciler Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak firar etti.
19 Şubat 1972’de Ulaş Bardakçı İstanbul Arnavutköy’deki bir evde kuşatıldı; çatışmada öldürüldü.
30 Mart 1972’de Deniz’lerin asılmasını engellemek için NATO’nun Ünye’deki üssünde görev yapan askerleri rehin alan Mahir Çayan ve arkadaşları Tokat’ın Kızıldere köyünde kuşatıldı ve On’lar katledildi.
6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde idam edildi.
* * * * *
“Gerçek yüzü işkenceye, kontrgerillaya dayalı”[7] “12 Mart, sol yükselişe karşı bir hamle”ydi.[8]
1968’de üniversitelerde eğitim reformu talebiyle harekete geçip, ardından anti-emperyalist eylemlere yönelen devrimci gençler, Amerikan 6. filosunun karşısına dikildiler. Daha sonraki eylemlerde devrimci gençlerin katli ile mücadele keskinleşti.[9]
16 Şubat 1969’da “Kanlı Pazar” yaşandı. Camiden çıkan gerici bir grup, Taksim’de yasal bir miting için toplanan devrimci gençlere saldırdı. Bu saldırıda, iki genç öldürüldü. Olay, toplumda büyük bir tepkiye yol açtı.
Ekonomik darboğaz, 1970 devalüasyonu, düşük ücretler, işçi sınıfının da hareketlenmesine neden oluyordu. Grevler, fabrika işgalleri ve nihayetinde sendikal örgütlenmeyi kısıtlayan yasaya karşı işçiler 15-16 Haziran 1970’te büyük bir direnişe geçti.
Bu gelişmeler üzerine zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır…”[10] dedi!
Durum buyken; sınıf mücadelesinin yükselmesine paralel olarak kapitalizmin mevcut sermaye birikimi tıkanmaya başladı. 1970’de yüksek bir devalüasyon yapıldı, egemen sınıflar arasında “çatlak” oluştu.
Ve 12 Mart darbesi ile “ithal ikameci” model içinde kalınmakla birlikte, tekelci sanayi burjuvazisi lehine önemli düzenlemeler gerçekleştirildi.
Darbede ABD’nin büyük bir rolü olmuştu. 12 Mart döneminin AP’li Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “CIA, altımızı oydu” sözleri de bunun bir kanıtıydı.[11]
El netice, 12 Mart darbesinin en önemli amacı sol, sosyalist, devrimci akımların toplumsal bir etkinlik kazanmasını ve yaygınlaşmasını önleyip, ezmekti.
* * * * *
“Nurhak’ta ‘Asıl siz teslim olun’ diye haykıran, ‘Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik. Yankee go home. Bu da bize yeter… Bir kısmımız ve hatta hepimiz ölebiliriz; ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek… Gün gelecek Türkiye’nin bağımsızlığı ve kurtuluşu için gerekirse hepimiz vurulacağız. Bunlar bizi korkutmuyor, üzmüyor ancak kinimiz bileniyor,’ sözleriyle müsemma Sinan (Cemgil) Hoca”mız;[12] Antonio Gramsci’nin, “Orkestra şefinin emri: Önceden uzlaşma ve iş birliği vardır. Emir hiyerarşik bir dayatma değil, kendine özgü bir işlevdir,”[13] tarifindeki önder(lerden)di…
Bir gerilla lideri, halk kahramanı, angaje entelektüeldi; “Vietnam Kasabı” Comer’in arabasını ateşe veren atkının sahibiydi; Varto Depremi’nde yoksul Kürtlerin hizmetkârıydı.
Yoldaşı Atilla Keskin’in, “Minibüsten inip bakımlı apartmanların arasında yürüyoruz. İleride oldukça büyük bir bahçe içinde kagir ama kişiliği olan eski bir İstanbul evine gözüm takılıyor. ‘Bu kadar apartman arasında amma da direnmiş’ diye düşüncemi belirtiyorum. Cevabını unutmam imkânsız: ‘Direniriz Ato, bizim ailenin ömrü hep direnmekle geçti. Gördüğün gibi evimiz de direniyor’. (…) Sonra evi gezdiriyorsun. Her yerde kitaplar, sözlükler, kâğıtlar, altı çizilmiş ansiklopediler. Sanki ev değil kütüphane, kardeşin ve baban harıl harıl kitap çeviriyor,”[14] diye anlattığı Sinan Cemgil katledildiğinde babası Adnan Cemgil, Onu oradaki köylülere, “Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum,” diye anlatırken; annesi Nazife Cemgil’de naaşının başındaki köylüler şunları demişti:
“Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Adnan ve Nazife Cemgil çifti öğretmenlerdi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı. Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllardan 1944’te doğdu.
Annesinin Yozgat’a sürülmesi üzerine İstanbul’da başlayan ilk eğitimine Yozgat’ta devam edecekti. İstanbul’a geri döndüğünde aynı okulda tamamladığı ilköğreniminden sonra, 1956’da İstanbul İtalyan Lisesi’ne kayıt oldu, ancak, son sınıfta kendi isteğiyle Pendik Lisesi’ne geçer.
Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular soruyordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlatıyordu. Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı bir öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi.
Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu. Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi. Bir de zindanda yattığı günlerden 18 Nisan 1968 tarihli mektubunda şunları diyecek kadar duyarlı:
“Birkaç saat önce girdi odaya kuş sesleri ve gün ışığı… Daktilo klavyesi a ile başlamaktadır, b gelmez. Sanılmamalıdır elif ba’daki gibi… Hemencecik z geliyor. Hiç uymuyor elif ba hesabına… Bu gece uyunmadı hiç. Bu sabah erkenden dolaşmaya çıkılmayacak, bakılmayacak hesap makinelerine ve manavlara ve ıvır zıvır satan dükkânlara ve köründe sabahın gidilmeyecek salep içmeye. A’dan sonra hemencecik z geliyor. Az… Az pilav, az sigara, az salep, az yaşamak… Vay kahpe felek vay…”
1964’te, Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Fakültesi’nde öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı.[15] Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu. ODTÜ’lerin birbirlerine, “Hocam” hitabı Ondan mülhemken; “Hoca” lakabı en çok ona yakışırdı.
1965’te ODTÜ SFK’nin kuruluşuna katılarak, bir süre genel başkanlığını yaptı. Aynı yıllarda Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) üye olarak, partinin çeşitli çalışmalarına aktif olarak katıldı. 1968’le birlikte yoğunlaşan öğrenci eylemlerinde ODTÜ içindeki mücadelesi ve sevilen kişiliğiyle üniversitedeki hareketin doğal önderi konumuna yükseldi.
1966’da yapılan ilk anti-Amerikan yürüyüşe katıldı ve 1967’deki Hazırlık Okulu boykotunda aktif olarak görev aldı. 1968 sonbaharında önce Mimarlık Fakültesi’nde başlayan sonra da tüm ODTÜ’ye yayılan boykota önderlik etti. Aynı yılın Aralık’ında Ankara’da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) subay kulübüne karşı yürütülen eylemin içinde de yer alan Sinan Cemgil, Ocak 1969’da ABD Büyükelçisi Commer’in ODTÜ’yü ziyareti sırasında arabasının yakılması nedeniyle bir süre arandıktan sonra yakalanarak yargılandı ve ardından serbest bırakıldı.
1969’da Şirin Cemgil’le evlendi. 1970’de oğlu Taylan dünyaya geldi.
Yine 1969’un Nisan’ında ODTÜ’de gerçekleşen işgale önderlik etti. İşgali yürüttüğü gerekçesiyle arandıktan sonra tutuklandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı. Bu yıllarda TİP içinde yoğunlaşan ve ayrılıklara yol açan tartışmalarda taraf olarak görünmemesine rağmen, TİP üyeliğini korudu. Sinan Cemgil, öğrenci eylemlerinden uzak kaldığı 1970’te Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş ile birlikte THKO’nun kuruluş çalışmalarını gerçekleştirdi.
4 Mart 1971’de ilk kez Ankara’da dört ABD’li erin kaçırılmasından sonra yayınlanan bildiriyle kendini duyuran THKO’nun bütün eylemlerinde yer aldı. 9 Mart 1971’de ABD’li erlerin serbest bırakılması ve 12 Mart’ta verilen muhtıradan sonra arkadaşlarıyla birlikte Ankara’yı terkeden Cemgil, 17 Mart’ta Deniz Gezmiş ile Yusuf Aslan’ın Gemerek’te yakalanmaları üzerine Adıyaman civarındaki Nurhak dağına çıktı.
Burada arkadaşlarıyla birlikte gerilla kampı kurdu. Örgütün amacı kentlerde başlayacak hareketlerle birlikte civardaki ABD Kürecik Radar Üssü’ne karşı eylem düzenlemekti.[16]
Nurhak Dağları’nda katledildiğinde sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. 27 yaşındaydı. Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti.
* * * * *
“Gençlik eylemlerinin dışına taşmış bir mücadele başlamıştı,”[17] diye betimlediği O günlerden aktarır Mustafa Yalçıner: “Alpaslan emekçi, Kadir dirençli, Sinan Öncüydü…
Alp çok emekçi bir insandı. Çok insan tanıdım, işçi de tanıdım ama Alp’e benzeyen insana çok rastlamadım. Çok kolektivistti…
Kadir dirençli, bir o kadar da naif bir insandı…
Sinan tabi bambaşkaydı. Hani bazıları için derler ya annesi onu önder olarak doğurmuş diye. Tabii tarihi ne kahramanlar yapar ne de kahramanları analar doğurur. Eğer böyle bir şey doğru olsa buna en çok uyan Sinan’dır, Deniz’dir, Hüseyin’dir. Sinan Türkiye devrimci hareketinin en sivrilenlerindendi; etrafındaki insanları müthiş bir etkileme ve peşinden sürükleme yeteneği vardı. Çok yönlüdür bir defa, bu anlamda da Deniz’le benzeşirler ama Sinan’ın daha derinlemesine bilgileri vardır.
Mesela hepimiz ODTÜ’de okuduk, İngilizce bilgimiz vardı. Sinan sekiz dokuz dil, en önemlisi Latince biliyordu. Bütün bu dillerden okuyabilme yeteneği vardı ve okuyordu da. O dönem Marx’ın Lenin’in birçok eseri Türkçe’ye çevrilmemişti. Tembellikten değil ama daha çok pratik içinde yer aldığımızdan okumuyorduk, Sinan her koşulda okuyordu. Dağda bile sırt çantasında dört cilt İngilizce kitap taşıyordu. Mola yerinde açıp bakıyordu. Sinan dünyayı çok yönlü anlayabilmenin koşullarına bizden daha çok sahipti.
Bizim içimizde dağa çıkma fikrine en son kafası yatan arkadaşımızdı. Bunu iyi bir şey olarak söylüyorum. Sinan bunun daha kitlesel olarak yapılması gerektiğinin farkındaydı. Biz kendi düşündüklerimizin kendi uygulayacaklarımızın yeterli olduğunu düşünüyorduk ama Sinan’ın buna itirazı vardı. Ancak bizi ikna edemedi. Bu işin sadece öncülerle olmayacağını düşünüyordu ama kafasında şekillenmiş net bir şey de yoktu. Daha net bir şekilde tavrını koysaydı biz dağa çıkalım diye ısrar etmezdik. Ama sonuçta o da bu koşullar içinde devrimcileşmişti. Sosyalizmi kavrayış açısından en ileri noktada olanımız oydu.”[18]
Ya Alpaslan Özdoğan? Onu da arkadaşı Hüseyin Sünger şöyle anlatır:
“Alpaslan için arkadaşlık çok önemliydi, hiçbir karşılık beklemeden her zaman güçsüz olanın yanında alırdı. Başı dertte olana hemen koşardı. Hem bu yüzden hem de uzun boyu nedeniyle bizim aramızda adı Goofy (Gufi) idi. Goofy Walt Disney’in Miki Fare’sinin en yakın arkadaşıdır, uzun boyludur ya, oradan geliyor…
Okul açıldı. 1967-1968’de yılı rektör Kemal Kurdaş dönemi, forumlar, boykotlar, çeşitli siyasilerin konferansları derken kendimizi Öğrenci Birliği ve Sosyalist Fikir Kulübü’nün (SFK) de olduğu barakalardaki sınıflarda eğitim çalışmalarında bulduk…
Stadyumun tribünlerine yazılan muhteşem DEVRİM yazısını Goofy ve arkadaşları yazmıştı. Yazmıştı ama bize söylememişti, katıldığı hiçbir eylemden bize söz etmediği gibi. Artık Goofy yok Alpaslan vardı. DEVRİM hâlâ stadyumda duruyor, silemediler.
1968-1969 dönemi başladı, okul yine hareketli. ABD elçisi Robert Komer’in arabasının yakılması, rektörlük işgali derken ikinci dönem başladı. Bizim Alpaslan ile Mustafa ortalıkta yok…
Meğerse onlar çoktan Filistin’e gitmişlerdi. Daha sonra Filistin’de beraber olduğu arkadaşlardan da öğrendim.
Oradaki kişilik ve yetenekleri ile herkesin takdirini ve saygısını kazanmış ve hatta Türkiye’den gidenler sadece eğitime katıldıkları hâlde Alpaslan bizzat cephede savaşa katılmış ve üstün başarılar göstermiş…
Alpaslan’lar da tahliye oldular, yurda geldiler… Bir süre sonra Emek İş Bankası soygunu oldu. Onlar artık dağdaydı, THKO neferleriydi, ölüm onlar için tozlu yoldu…
‘Devrimciler, işçiler, köylüler, öğretmen ve küçük memurlar, subay, öğrenci ve teknik elemanlar, esnaflar, yetimler, dullar, emekliler, kısacası ezilen ve sömürülen yoksul halkımız, sizlere sesleniyoruz.
Amerika ve onun emrindeki hainler yüzünden öz vatanımızda üvey evlat durumuna düştük, hiçbirimiz yarınımızdan umutlu değiliz. Kanımızı emen bir avuç hain ve onların arkasındaki Amerika’ya isyan etmek en kutsal görevimizdir.
Amacımız Amerika’yı ve bütün yabancı düşmanları temizlemek, hainleri yok etmek ve düşmandan temizlenmiş Tam Bağımsız Türkiye’yi kurmaktır.’
5 Mart 1971’de THKO tarafından yayınlanan bu bildiriyi hazırlayanlar arasında Alpaslan Özdoğan da vardı…
3 Mart 1946’da Buca’da doğan Alpaslan öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.”[19]
Ya Kadir Manga mı?
Yoldaşı Tuncer Sümer şunları anlatır:
“Atatürk Üniversitesi’nde öğrenciyken gençlik liderlerindendi, FKF Erzurum Sekreterliği ve Genel Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Silah eğitimi için gittiği Filistin’den dönüşünde yakalandı, Diyarbakır Cezaevi’nde yattı, THKO’ya katıldı, Nurhak’ta vuruldu.
Kadir Manga 1947’de Konya’nın Akşehir ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğreniminin ilk yıllarını Akşehir’de, liseyi İzmir’de bitirdi.
Erzurum Atatürk Üniversitesi FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) Erzurum Sekreterliği kurulmadan önce, 1967’de Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. Aynı yılın Ekim ayında kurulan Fen-Edebiyat Fakültesi Fikir Kulübü Kurucu Başkanı oldu.
25 Aralık1967’de öğrenci yurdunun B Blok 85 numaralı odasının duvarında ele geçirilen dinleme cihazını kamuoyuna açıklayanlar arasındaydı…
1968 baharında, Erzurum FKF Sekreterliği’nin Tortum’da düzenlediği “Uyanış Mitingi” Tertip Komitesi’nde iki arkadaşıyla birlikte yer aldı. Ancak o zamanki “gerici”lerin halkı kışkırtarak Kadir’i linç etme girişimleri üzerine mitingi yapılamadı, Tertip Komitesi Erzurum’a geri dönmek zorunda kaldı.
17 Mart 1969’da, TİP Kars örgütünün desteklediği Susuz ilçesine bağlı İncesu ve Çamçavuş köylülerinin kredi adaletsizliğini protesto etmek ve topraksız köylülerin toprak talebinde bulunmak için ilçe merkezine kadar yapmak istedikleri yürüyüşe FKF Erzurum Sekreterliği olarak katılan gurubun içinde ve önünde yer aldı. Susuz’da öğrencilerin bütün gün okulları terk etmesi yasaklandı.
Yürüyüş, bölgede büyük yankı uyandırdı. Ancak jandarmanın yarı yolda yürüyüşü durdurması üzerine Susuz’a kadar sürmesi mümkün olamadı.
1969 yılının Nisan ayında Ağrı’da “İşsizlik Mitingi” düzenleyen FKF Erzurum Sekreterliği, yaklaşık dört bin kişiyi miting alanına topladı, mitingin sunucusu Kadir Manga idi.
Kadir Manga, 1 Mayıs 1969’da hayatını kaybeden o zamanki Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenaze töreninde gericilerin saldırısıyla meydana gelen olayları protesto eden FKF Erzurum Sekreterliği’nin bildirisini arkadaşlarıyla Erzurum’da dağıtırken saldırından kıl payı kurtulabildi.
1969 Haziran’ı sonunda Erzurum’da kurulu bulunan İzmir Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti Başkanı seçildi ve Filistin’e gidinceye kadar bu görevini sürdürdü.
1969 Aralık sonlarında Filistin’e gidinceye kadar aralıksız olarak Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde ve çevre illerdeki tüm devrimci eylemlerin örgütlenmesini yönetti ve aktif olarak yer aldı.
Hüseyin İnan’ın çağırısı üzerine gittiği Filistin’de El Fetih örgütü kamplarında eğitim gördü. 16 arkadaşıyla Türkiye’ye döndükten sonra 1 Şubat 1970 tarihinde dönenlerden 11 arkadaşıyla Diyarbakır’da yakalanarak 8 ay Diyarbakır Cezaevinde yattı.
Tahliye olduktan sonra THKO’nun dağ kadrosunda yer aldı. 1971 Şubat ayından itibaren kırsal kesimde görev alarak fiilen kırlarda çalışmalar yaptı. 12 Mart Muhtırası verildiği gün Kadir Manga, THKO’nun kır örgütü ile dağdaydı.”[20]
* * * * *
“Şimdi öldü mü denir Onlara”? Düşünce ve davranışları milyonların dilindeyken! Ölüm son değil, bir başlangıçtı Onlar için…
“Kötü olan ölüm değil. Utanç verici bir ölümdür,” derdi Epiktetos.[21]
“Bazı insanlar öldükten sonra gerçekten doğarlar.”[22] “Kahraman evrenseli ifade etmek için kendinden feragat eder.”[23]
Evet, “Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz,” diyen Epikür ile “Ölüm diye bir şey yok. Sadece ölüm korkusu var. Bu dehşetli bir korkudur. Bazen insanlara yapmaması gereken şeyleri yaptırır. Ölümden korkmamayı başarsaydık her şey ne kadar farklı olurdu,” uyarısıyla Andery Tarkovski sonuna kadar haklılardı.
Çünkü “Sonlu bir şeyin varlığı, kendi yok oluşunun tohumunu kendi iç varlığında taşımasıdır; onun doğuş anı aynı zamanda ölüm anıdır.”[24]
“Dâhi halk adamı, toplumsal ilişkilerde yapılması gereken değişmeleri başkalarından daha önce ve daha iyi görür. Bu ileri görüşlülük, onu, yurttaşlarının görüşlerine aykırı bir yola sürükler. Hattâ bu yüzden ölünceye değin azınlıkta ya da tek başına kalabilir. Ama bu, onun, topluluğunun çıkarlarını ortaya koymasını, toplum yapısında yapılacak değişmelerin öncüsü ve temsilcisi olmasını önleyemez. Çünkü bağlandığı topluluk ona durmaksızın kuvvet verecek ve hiçbir şey, ne alaya alınmak, ne hor görülmek, ne sürgün, ne de ölüm onu yolundan döndürebilecektir.”[25]
Kim ne derse desin; her devrimci ölümsüzlük gibi Nurhak’ta William Faulkner’ın, “İnsan ölümlüdür ve ölümsüz olmanın tek yolu dünyaya ölümsüz bir şey bırakıp gitmektir”; Michel de Montaigne’in, “Ölümle yüzleşmek özgürlükle yüzleşmektir. Ölmeyi öğrenen kölelikten azat olur. Ölümün kötü bir şey olmadığını anlayanlar için hayatta hiçbir kötü şey yoktur. Ölümü tanımak, bizi her türlü bağımlılıktan ve baskıdan kurtarır,” diye tarif ettikleri bir başlangıçtı; ama asla son değil…
Aklını, umutlarını, vicdanını yitirmemiş herkesin bundan şüphesi yoktur!
İnsan(lık)ı yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla yargılayan akıl yanında; doğruluk pusulasının iç sesi vicdan ve umut alt edilemez müthiş bir güçtür.
Bu gücü, hatta daha da fazlasına Nelson Mandela’nın, “Özgürlüğün kolay yolu yoktur. Çoğumuz arzularımıza ulaşmak için ölümün gölgesindeki vadiden tekrar tekrar geçmek zorundayız,” sözünü kanıtlayan Nurhak’ta şahit oluruz.
Hayır bu “nostalji” falan ya da “Nostalji kurgulanmış bir cennettir, geçmişte yaşadığınız ham yaşantının post prodüksiyon hâli. Ne zaman hayatın karmaşasından sıtkımız sıyrılırsa, başımız sıkışsa şimdiden kaçıp sığındığımız saman sarısı bir uyku,”[26] diye tanımlanmaya kalkışılan değildir.
Aksine Necip Mahfuz’un, “Gecenin ardından gün nasıl doğuyorsa, adaletsizlik de bir gün son bulacaktır. Zorbalığın ölümünü de göreceğiz, ışığın ve mucizelerin doğuşunu da,” kararlılığında geç(me)mişi bugüne taşımaktır.
Malûm, “İnsanın her davranışı ve düşüncesi, toplum içinde, toplumla birlikte, toplum için ve toplum olarak yaşamaktır,” diye tarif eder bunu Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
“Eleştirel değerlendirme” kamuflajıyla geçmişten bugüne uzanan gerekliliklere sırt dönmeye kalkışmak liberal bir kaçıştır!
Bu da insan(lık)ın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerdendir; “Kendine acıma”dır bu!
Sürekli bir şeylerden şikâyetçi olan “tepki(sizlik)” ile mağdur olma durumudur…
Hayal kırıklıklarıyla, melankoliyle, depresyonla ilişkili bu duyguyu alışkanlık hâline getirenler gittikçe pasifleştirir ve duyarsızlaşırken; suratlarına maske geçirmeyi ihmal etmezlerken – bir yüzü sağa, bir yüzü sola bakan ikiyüzlü Roma tanrısı- Janus’u hatırlatır!
Liberallerin, vazgeçenlerin sık sık kullandığı “Maske” Fransızca kökenli “masque” sözcüğünden gelir. Anlamı “kişinin yüzüne uygulanarak elde edilen yüz kalıbı”dır. Kimi dilbilimcilere göre de kavram, İngilizce “mask” sözünden türemiş, o da Latinceden gelmiş. “maskus” ve “masqa” kelimelerinin anlamı “kâbus” kökeni ile aynı. Olasılıkla da bu sözün Arapçadan Avrupa dillerine geçtiği ileri sürülüyor. Belki bundan dolayı, Araplar soytarıya, karnavalda yer alan karakterlere “masqara” (maskara) derler.
O hâlde maskaralıkları yerle yeksan eden Nurhak’ın[27] bir turnusol kâğıdı, mihenk taşı olduğu unutulmamalıdır asla!
[*] Sosyalist Mezopotamya, No:10, Temmuz 2021…
[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil.
[2] Orhan İyiler, Öldükleriyle Kalmadılar, Ceylan Yay., 1996.
[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 2. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.
[4] “Ergun Adaklı: “Devrimci Dinamikler Seni İleri Doğru Fırlatır, Sen O Fırlatmaya Hazır Mısın Değil Misin, Sorgula Kendini!”, 3 Aralık 2020… http://komundergi4.com/ergun-adakli-devrimci-dinamikler-seni-ileri-dogru-firlatir-sen-o-firlatmaya-hazir-misin-degil-misin-sorgula-kendini-komun-roportaj/
[5] Yaşar Aydın, “Oğuzhan Müftüoğlu: Kıblesi 6. Filo Olanlarla Mücadele Devam Ediyor”, Birgün, 13 Mart 2021, s.7.
[6] Zafer Aydın, “Atilla Özsever: Mesele Teslim Olmamakta”, Birgün Pazar, Yıl:17, No:732, 21 Mart 2021, s.12-13.
[7] Şükran Soner, “12 Mart Darbesinin Gerçek Yüzü İşkenceye, Kontrgerillaya Dayalı Davalardan Okunabilir”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2020, s.12.
[8] Şükran Soner, “12 Mart, Sol Yükselişe Karşı, Rövanş Hamle Olur”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2020, s.11.
[9] ABD’nin Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşımasının ardından çıkan olaylarda 60’tan fazla Filistinlinin İsrail tarafından katledilmesinin ardından yapılan özel oturuma Meclis Başkanı İsmail Kahraman başkanlık etti.
Kahraman, “ABD Başkanı’nın bu yanlış hareketi makas bulmayacaktır. Sayın Başkan’ın büyük hatasıdır. Neticeye gidemeyeceklerdir” diyerek sertçe düşüncelerini açıkladı…
Oysa yakın tarih gösteriyor ki İsmail Kahraman, Amerika’yı eleştiriyor gibi görünse de aslında bir Amerikan Kahramanı’dır!..
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile birlikte savaştıkları dönemde İstanbul’a gelen Amerikan 6. Filosu’nu törenle karşılayan grubun başkanlığını yapmıştır.
O günleri hatırlayalım;
‘Kanlı Pazar’ın yaşandığı dönemde İsmail Kahraman, Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) başkanı olarak 14 Şubat 1969 tarihinde ‘6. Filo’yu protesto’ eylemi yapan yurtsever ve devrimci gençleri hedef gösteren bir basın toplantısı düzenlemişti.
O gün Kahraman; “Bu tür hareketler Türkiye’yi komünistleştirme planının bir adımıdır” diyerek, ülkemizdeki McCarthy’ciliğin öncülüğünü yapmıştı!..
Bilindiği gibi ABD’li Senatör Joseph Raymond McCarthy, ABD’de 1950’lerde komünizme yönelik başlatılmış olan cadı avı ile sembolleşmiş bir siyasetçidir.
Bu cadı avı, siyaset biliminde McCarthyism olarak anılmaktadır…
Bizim Kahraman da bu cadı avının Türkiye’deki neferi olarak, 6. Filo’ya karşı çıkan yurtseverlere “vatan haini” damgası vurmuş; Amerikan askerlerini törenle karşılamış; hatta Amerikan gemisine secde ederek namaz kıldırmıştı…
MTTB ve Komünizmle Mücadele Dernekleri öncülüğünde 14 Şubat tarihinde ‘Bayrağa Saygı Mitingi’ düzenlemiş ve miting öncesi Beyazıt Cami’nde yapılan konuşmalarda, 16 Şubat Pazar günü 6. Filo protestosuna katılacakları tehdit ederek hedef göstermişti… Kahraman bu organizasyonun baş aktörlerinden birisiydi…
Bu tarihsel serüveni hatırladıkça ABD’nin üst akıllarından biri olan Kissinger’ın meşhur sözü akıllara geliyor…
Kissinger der ki; “ABD’ye ihanet edeni hemen yargılar asarız! Kendi ülkesine bizim için ihanet edeni kahraman yaparız!..” (Fikri Sağlar, “Amerikan Kahraman!”, Birgün, 17 Mayıs 2018, s.8.)
[10] Atilla Özsever, “Orduda ‘Temizlik Harekâtı’…”, Cumhuriyet, 13 Mart 2021, s.11.
[11] Atilla Özsever, “12 Mart’ın Rövanşı”, Cumhuriyet, 14 Mart 2021, s.8.
[12] Temel Demirer, “Tarih(imiz)e Hayranlıkla, Minnetle, Saygıyla”, Kaldıraç, No:223, Şubat 2020
[13] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 4. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.
[14] Atilla Keskin, Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler, Tekin Yayınevi, 2008.
[15] Yıl: 1970. Aylardan kasım. Yer: Yoğurtçu Parkı. 1967 yılında Kara Harp Okulu’nu bitirdikten sonra piyade teğmeni olarak Kartal / Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’da göreve başladım. Tugayda görevli arkadaşım Topçu Teğmen Sabahattin Sakman’la birlikte Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda iki sivil devrimci gençle buluşacağız.
Tanıştığımız kişiler, Sinan Cemgil ve Tuncer Sümer’di… Sinan Cemgil, bir eylem için silaha ihtiyaçları olduğunu söyledi.
Bizim ise 9 mm Kırıkkale yapımı şahsi, zimmetli tabancalarımız vardı. Üzerlerinde Harp Okulu’ndan mezuniyetimizi gösteren sicil numaralarımız bulunuyordu.
Herhangi bir eylem sırasında ele geçmeleri halinde bizlere ait olduğu ortaya çıkacaktı, riskli bir durum söz konusu idi, o nedenle şahsi tabancalarımızı vermedik. Ancak Sakman, kendisinde ikinci bir tabancanın bulunduğundan söz etti.
Kara Harp Okulu’nu birinci, ikinci ve üçüncü sırada bitirenlere çeşitli hediye verilirdi. Sabahattin Sakman da 1968 devresinin ikincisi olduğundan kendisine zamanın başbakanı Süleyman Demirel tarafından ikinci bir tabanca verilmişti. Bu tabancada herhangi bir sicil kaydı yoktu.
Sakman, daha sonra bu tabancayı Sinan Cemgil’e verdiğini ifade etmişti… Tuncer’in daha sonra bize anlattığına göre, o sırada bu eylem için bizim silahlarımızı talep etmişler. (Atilla Özsever, “Cemgil’e ‘Demirel’ Tabancası”, Cumhuriyet, 12 Mart 2021, s.9.)
[16] Semra Çelebi, “Atilla Keskin: Sinan Cemgil-Bizim Ailenin Ömrü Hep Direnmekle Geçti”, 30 Mayıs 2009… http://bianet.org/biamag/insan-haklari/114871-sinan-cemgil-bizim-ailenin-omru-hep-direnmekle-gecti
[17] Semra Çelebi, “38. Yılında Mustafa Yalçıner ‘Nurhak’ı Anlatıyor”, 30 Mayıs 2009… http://bianet.org/biamag/insan-haklari/114863-38-yilinda-yalciner-nurhaki-anlatiyor
[18] Semra Çelebi, “Mustafa Yalçıner: Alpaslan Emekçi, Kadir Dirençli, Sinan Öncüydü”, 30 Mayıs 2009… http://bianet.org/biamag/insan-haklari/114868-yalciner-alpaslan-emekci-kadir-direncli-sinan-oncuydu
[19] Hüseyin Sünger, “Sevgili Arkadaşım Alpaslan Özdoğan”, 30 Mayıs 2009… https://m.bianet.org/bianet/insan-haklari/114872-sevgili-arkadasim-alpaslan-ozdogan
[20] Tuncer Sümer, “Fakülteden Dağlara: Kadir Manga”, 30 Mayıs 2009… http://bianet.org/biamag/insan-haklari/114884-fakulteden-daglara-kadir-manga
[21] “İnsan bir kez yaşar, bir kez ölür. Devrimci ikisini de doğru yapandır.” (Ulaş Bayraktaroğlu.)
“Cellât öyle sansın, ‘koparıp aldığını’ sansın. Oysa biz hiç ayrılmadık. Her bir parçamız yoldaşlarımızla, beyinlerde yaşıyor. Nasıl alabilirler ki?” (Muharrem Horoz, 26 Mart 2001)
“Kişiliksiz bir yaşam sergileyemeyeceğimize göre, böyle onurluca bir direnişle ölmek daha gurur verici ve onurlu değil mi? Biz bu sessizlik içinde yazmaya devam edeceğiz tarihi. İnsanlar korkunun ecele faydası olmadığını ya da artık bana dokunmayan yılan bin yaşasın çağının kapandığını anlayacaklar bir gün. Onlara korkularını yenmede yine biz yardımcı olacağız, biz önlerini açacağız, göstereceğiz. Bilinçlendireceğiz. Bu görevi gerçekleştirenlerden biri de benim bugün. Biz olmasak başka canlar olacak, anlıyorsun değil mi? Bu yüzden bunu mutlulukla, gururla, onurla karşılamak gerekir. Yapmaya çalıştığım sadece bu işte… Kısa ama onurlu, başı dik ve namuslu bir biçimde yaşamak; onursuzca, kişiliksizce, riyakârca uzun yıllar yaşamaktan daha iyidir, tercih edilendir benim için.” (Nergiz Gülmez, 11 Nisan 2001)
“Susmak, sessiz kalmak doğru değildir. Onlar vurdukça slogan atmak, haykırmak gerekir. Çünkü faşizm sesten ve ışıktan korkar.” (Kemal Pir.)
[22] Friedrich Nietzsche, Hayat Dediğin Nedir ki?, çev: Erkan Aslan, Zeplin Kitap, 2015.
[23] Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme, Diyalektik Lirik, çev: N. Ekrem Düzen, Ara Yay., 1990, s.67.
[24] Henri Lefebvre, Diyalektik Materyalizm, çev: Barış Yıldırım, Sel Yay, 2006, s.22.
[25] Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014, s.41.
[26] Rahmi Öğdül, “Anılarınıza Asla Güvenmeyin!”, Birgün, 12 Mart 2021, s.15.
[27] “Mevcut iktidar bloğu karşısında yeni bir demokratik rejim ittifakı kurmanın, Üçüncü Yol’un görevlerden biri olduğunu; o olmazsa böyle bir ittifakın da olamayacağını söyleyen Ertuğrul Kürkçü ekliyor: ‘Üçüncü Yol, Türkiye açısından tarihsel dönüşümün en önemli hareket üssüdür. Hem Üçüncü Yol’un tarihsel iddiasını gerçekleştirmesi hem de buna giden yolda bir demokratik ittifakın oluşturulması birbirine bağlı vazgeçilmez iki unsurdur. O açıdan HDP’nin Üçüncü Yol etrafındaki toparlanma ve mücadeleyi geliştirmek için Türkiye’nin sol ve demokratik güçlerine sistematik açılımlar yapması son derece önemlidir’…” (Ferhat Çelik-Naci Kaya, “Ertuğrul Kürkçü: Demokratik İttifak Bir Zorunluluk”, Yeni Yaşam, 27 Ekim 2020, s.9.)
- Bilgi ve Bilimsel Düşünce* - 1 Aralık 2023
- Post-Modern Söylencelere İnat, Yazmak* - 12 Mart 2023
- Unutul(a)mayan yazar(lar)dan* | Temel Demirer - 14 Eylül 2022