Çöküşe Rıza (7)

meslek “o da” ları (mı)?

Solcu zannedilen bir “grubun” cingıl niteliğindeki bir müzik tümcesinden üretilen slogan; yeni bir çıkış sloganı dahi bulmaktan aciz gibi gözüküyorlar; anımsadığım kadarıyla en az 30 seneden bu yana bu hava ile tepinip durular miting meydanlarında, miting daha sonlanmadan alanda son model cep telefonlarıyla çektikleri fotoğrafları paylaşıp, orada bulunduklarına dair güçlü bir kanıt, ahlanıp vahlanmak için en yakın birahanede soluğu alır bizim davul zurna solcuları.

Bildik bileli “solcuların” oyalanma alanlarından olan meslek odalarında da bir şeyler mi oluyor; daha da olumsuz bağlamda bu soru! Yıllardır iktidarlar (faşist otorite!) paramiliter sempatizanları aracılığıyla odaları zaman zaman topçu atışı tarzında taciz etse de açıkçası çok da ilgilenmediklerini görüyorduk. “Bırakalım da oralarda oyalansınlar.” Sabırlı olduklarını da düşünebiliriz; evet bir şeyler değişiyor gibi. Bakınız Ankara’da “mimarlar odasının” son seçimlerdeki hali pür meali! Sessiz “değişim” başladı mı?

Mesleğim nedeniyle önüme düşüveren listeler yıllar yıllar ve hatta yıllar boyu süren “sorunun” devam ettiğini gösteriyor: büyük bir zafiyeti gölgeleyen doymak bilmeyen bir ego hali. Hiç de paradoks değil! Ve neredeyse hep aynı isimler; Kızılok’un şarkısı gibi: Süleyman hep başbakan, hep başbakan Süleyman…

Bakın: “Döşeğimde Ölürken” başlıklı yazım!

Sosyal medya olanaklarını kullanarak bu slogan/listeler hakkında küçük bir paylaşım yaptım. Şöyle: “Yaş ortalaması 65, genç hekim yok, aile hekimi yok. Un yok, yağ yok, üstelik maya hiç yok. Sonra da ‘pişi yapmalı’ diye kıvranıyorlar.” “Harf hakkım” bittiği için daha fazla uzatamadım ama en azından birisini ek not olarak eklemek isterim: listenin önemli bir kısmı “özel” ve “özel hastane” hekimlerinden oluşuyor. Özellikle bu onur kurulunun özellerden oluşmasının da” özel” bir anlamı olmalı. Eskiden masonlardan, burjuvalardan seçerlerdi. Şimdikilerin sınıfsal konumu hakkında bir fikrim yok! Diğer taraftan bu “onur” kurulu üyelerinin meslek odası ya da örgütlenme ya da tıp tarihindeki konumları hakkında da bir fikrim/bilgim yok! Naçizane kanaatim odur ki meslek odası tarafından onu sahibi olarak addedilmek için varsıl bir hekim olmak gerekiyor; budara soru ve ünlem işareti bir arada olabilir.

[Ayrıca sonuç itibarıyla meslek odası örgütün mahalle komitesi gibi yönetilmemeli değil mi?]

Sosyal medya “mesajıma” dolaylı yanıt geldi: yaklaşık kırk kişilik listede 3 tane genç varmış ve 60 yaşından büyük kimse yokmuş… Dijital ortam sağ olsun; bir çırpıda 6-7 tanesinin 60 yaşından büyük olduğunu gördüm…

pişi

Yarım kilo un tuz, maya ve su karıştırılarak yoğrulur ve mayalanmaya bırakılır: hamur yoğurmasını beceremeyenler fırınlardan hazır mayalanmış hamurda alabilir. Mayalanmanın ardından yağlı zeminde şekillendirilen küçük parçalar kızgın yağda kızartılarak yenir. Pişinin besinsel olarak değerli olmamasına rağmen, naif lezzetine ve kokusuna çoğu insan bayılır.

O halde: “pişi yapmalı… pişi yapmalı… pişi yapmalı.” 

bir hobi faaliyeti

İsim vermeyelim, okurlarım için –varsa okurum- bilmece olsun: yetmişli yılların ünlü siyasetçisi, hekim ve “ilklerden”. Faşist 12 Mart hükümetinin bakanı; anımsarsanız Denizleri katleden iç savaş hükümetinin gözde üyesi. Daha sonra kendisini “sosyal demokrat” olarak pazarlamayı seçiyor; uzun yıllarda sosyal demokrasinin ve hatta sol’un ekmeğini yiyor! O yıllarda yapılan bir söyleşi de bu hanımefendi “politikayı bir hobi faaliyeti olarak gördüğünü” söylemişti.

Bu hobi faaliyeti meselesi devam ediyor gibi gözüküyor; birazcık daha solda imiş gibi görünerek. Son dönem “sol” görünen popüler bir parti var; oradan olmadı birde buradan deneyelim mantığı ile aday dolaştırıp duruyor. Aynı adayı gelecek seçimlerde –tabii olursa bir seçim oyunu daha bu olmayan demokraside- partisinin başkan adayı olarak da görebiliriz. Üstelik bu adayın sol ile ilişkisi pek yok gibi; en azından çalıştığı günlerde faşistlere düzdüğü övgü dolu sözlerle anımsıyoruz kendisini. Geçenlerde de üyelerini değil sağdan devşirdikleri popüler adaylarla seçime girmeyi tercih eden bu solcu partinin pek meşhur liderini patronla birlikte işçilere nutuk atarken gördük; patrona sormuşlar “reklamımız olur” gibi bir şeyler demiş! (Bir ara not: parti olmayan birçok siyasi parti farklı konularda farklı sözcüleriyle medyaya konuşurken, bu partide her konuda konuşma kabiliyetinde 1 ½ kişi var. Diğerlerinin Stalinist parti disiplini uyarınca olsa gerek konuşması yasak!)

nitelik sorunu

Kuşkusuz sadece nitelik değil bir nicelik sorununu da tanımlasa da ağırlıklı olarak nitelik sorunudur; bir ülkede faşistlerin nerede nasıl öldükleri o ülke solunun niteliğini gösterir.

kutsallığın inşası üzerine birkaç satır 5

Erk bir meşruluk kaynağı mıdır?  Sorunun yanıtını yirminci yüzyılın ilk yarısında tarihin verdiğini söyleyebiliriz. Kapitalizmin yirmili yıllardaki büyük bunalımı, sisteme, erkin bir meşruluk kaynağı olabileceğini öğretti. Deney, acı sonuçlara yol açtı ama bunalım geçici de olsa aşılmış ve belki de denenmeden öğrenilmeyecek bir çıkışı maniple edebilmenin yolları öğrenilmiş olacaktı. Önce yukarıdaki sorumuzun yanıtını bir siyaset bilimciden Laclau’dan alalım ve ardından insanlık tarihi boyunca erkin en üst düzeyde kutsallaştırılmasının ideolojik söylemine kısaca değinerek devam edelim: “Meşruluk olarak meşruluğa erk bahşedilmiş olsaydı, kendi erkini yaratmak zorunda kalırdı, fakat bu durumda da kendisi salt erk -salt olumsallık- olur ve iddialarını sadece elde edebildiği erkle temellendirebilirdi… Erk ile meşruluk arasında sadece nedensel bir ilişki söz konusu değildir, daha çok erk ile meşruluk bir ve ayrıdırlar.” Bir ve ayrı olma durumu totaliter kapitalizmde nerede başlar, nerede biter? Bu soruya liberal bakışla net bir yanıt verebilme olanağı yoktur. Yirmili yıllardan itibaren önce tüm Avrupa’yı ardından dünyayı saran faşizm dalgası, insanlığa bu “bir ve ayrılığın” aslında aynılık olduğunu göstermiştir. Liberal anlamda eşitlikçi “demokrasiye” karşı çıkan faşizmi, Mussolini, akla ve bilime değil inanca bağlılık olarak tanımlamakta ve bazı insanların yönetmek diğerlerinin ise yönetilmek için doğduklarını söylemektedir. Faşizm için esas sorun insanın, insan ve ona ait tüm değer ve kavramlarıyla denetim altında tutulmasının sağlanmasıdır ki bu da ancak -tıpkı öncellerinde olduğu gibi- inançla sağlanacak ve bu inanç insanlara yönetme hakkı verirken, yönetilenlere ise yönetilme sorumluluğunu bindirecektir; “Kısacası faşizm yalnız yasa yapıcı kurum kurucu değil, ruhsal yaşamın harekete getiricisi ve eğitimcisidir. İnsan yaşamının biçimlerini değil, içeriğini, kişiyi, karakteri inancı baştanbaşa düzeltmek ister. Bu erek için de, disiplin ve ruhların derinine dalacak ve orada karşıtsız hüküm sürecek otorite gerektirir. Onun için birliğin arması, gücün ve adaletin sembolü liktör – Liktör: Erki ve onun infaz ve cezalandırma gücünü-yetkisini tanımlayan baltayı ve bu erkin birleştiriciliğini simgeleyen demeti taşıyan bir çeşit baltacı…- demetidir (fascio littorio).

Kuşkusuz “her faşizm” insan doğasına hükmetme isteğini bu kadar açık bir şekilde dile getirmez! Hele ki erkin infazcısı rolüne soyunmayı bu kadar net söylemek ancak o erkin meşruluğunun toplumsal kabulü ile olanaklıdır. Ve bu meşruluk, ancak iktidar ile varlığının toplumsal tescilini sağlayabilecektir. Bir başka “faşist”, nasyonal sosyalist Hitler’de iktidarın doğrudan kudretin elinde olması gerektiğini, bununda doğa tarafından belirlenen bir olgu olduğunu söyler. Aslında tüm bu söylemler, kendi iktidarlarının meşruluğunu onaylatma düşüncesinin birer ürünüdür ve alınan güç yalnızca ve yalnızca kutsallıktandır; bakın Adolf ne diyor: “İktidarlı kafa’ aranması, daha önce söylediğimiz gibi hayat mücadelesinin haşin seleksiyonuyla meydana gelir. Birçoğu parçalanır ve yok olur. Böylece o işte ehil olmadıklarını gösterirler. Sonunda seçkin sıfatıyla seçilenlerin diğerlerinden ayrılanların sayıca pek az oldukları görülür.” İşte bu geride kalan pek az kişiden bir ya da ikisi duçe, führer, ulu önder, milli şef vesaire unvanı alarak o pek az kişi ile beraber alttakileri yönetmek için doğmuşlardır! Bu, onların ve toplumun yazgısı alttakilerin ise esenliği olarak gösterilir. Böylece kutsallık haresi, onu tamamlayan efsanelerin ortaya çıkarılmasıyla tamamlanacaktır. Ve bu kutsallık öylesine dokunulmaz kılınacaktır ki, yirminci yüzyılda bu kutsallığı korumak ya da koruyabilmek için kanunlar çıkartılabilecek ya da daha az gelişmiş toplumlarda olduğu gibi efsanenin yaşatılması amacıyla ritüeller uydurulabilecektir! Aslında bu durum erkin devamlılığının ve “erk olduğu” sürece engellenemez sürdürülebilirliliğinin bir göstergesidir. 

Asıl sorun “uygarlaşan” insanın erke duyduğu gereksinimdir. En azından pozitivist düşüncenin ulaştığı yaygınlık göz önüne alındığında mistik-dinsel kutsallığın ve bu kutsallıkta yaşam alanı bulan ideolojilerin başat olması insanı şaşırtabilir. Ancak pozitivizmin, diğerlerinin aksine ve belki de hiç farklı olmayarak gözlemle ve olgu ile şekillenen “aklın kutsallığını” temel payda yapması yaşadığımız yüzyılda yaşanan durumu açıklamamıza neden olabilir. Ancak burada atlanılmaması gereken önemli bir nokta, liberal demokrasi yaklaşımlarının her düzey ve düzlemde totaliter kanalların açılım kapılarını her zaman açık tuttuğudur. Bu sorunun kaynağını -eğer bunu bir sorun sayıyorsak tabii!-, bireysel çıkar ve meta ilişkisinde aramakta sanırım fazla ortodoks bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü bu ilişki her zaman, hâkimiyet olgusunu beraberinde taşır. Ve bu eksende her zaman, meşruiyet ile katılanların “gönüllülüğü ya da rızası” bir arada ve zorunlu birlikteliktedir. İnanılanla, inanıldığı için boyun eğilen önder fetişizminde hem aynı, diğer taraftan alabildiğine farklıdır. İdeolojinin gücü, bu bağlamda, farklılığı örtebilme-gizleyebilme yeteneğinde saklıdır. İdeoloji, ideoloji sahiplenicileriyle tamamlanırken, insanlar bu ideolojide “gerçek varoluş koşullarını, gerçek dünyalarını, kendilerini temsil etmezler; orada onlara temsil edilen, kendilerinin bu varoluş koşullarına karşı ilişkileridir. Gerçek dünyanın ideolojik, yani hayali olarak her tasarlanmasının merkezinde bu ilişki yer alır. Gerçek dünyanın ideolojik olarak tasarlanmasının hayali çarpıtmayı açıklaması gereken ‘neden’  bu ilişki içinde yer alır”der Althuser.

Demokrasi adı altında örgütlenen tüm kapitalizmler, insanı bu hayali ilişkiler ağına sokarak kendisinin sözde önderler yaratma misyonunu reddettiğini vurgulamak ister. Ulu önderlikle tamamlanan bir erki reddeden liberal “demokrasi” varlığını ancak irili ufaklı ulu önderler yaratarak ve onların ilişkilerinde oluşturduğu “kutsallığı” görmezlikten gelen laiklik kurgusunu oluşturarak sürdürebilecektir. Ama büyüklü küçüklü tüm bunalımlarında da onu el altında tutma becerisini gösterecektir. Bu beceriyi gösterebilmek için gerekli bütün argümanlar, anılan şekliyle demokrasilerin tarihlerinde ya da gündemlerinde saklı tutulmaktadır. Örneğin; milliyetçilik, ırkçılık ya da fundemantalist dinsel karşıtlık her zaman ulu önderlerle pazarlanabilen ideolojik argümanlar olarak karşımıza çıkabilmektedir. Kuşkusuz böylesine anlarda daha fazla işe yarayan kutsallaştırılmış şeflere itaat edecek kimliksiz “sürü insan” yetiştirilmesi, şef/reis gereksiniminin yaratılması zorunlu olan her yönetim şeklinin temel görevleri arasında yer alır. İstenen, bireyin itaatkâr bir seyirci olmasıdır. Bu totaliterliğin en önemli dayanağıdır. Ve kendisini bu kapsamın dışında tanımlayamayan, seçimlerden “sivil toplumculuğa”, parti üyeliğinden bağımlı muhalefete tüm “eylemlilikler” niceliği değişse de totalitarizme koşulsuz hizmet eder durumda kalacaklardır

Devletin ya da erkle varlık bulan yapılanmanın kendisini yenileyecek araçlara sahip olması zorunludur. Bu zorunlu olma durumu zorunluluğun ve sonuçlarının tartışıldığı anlarda baskı unsurunu da beraberinde getirir. Ve totalitarizm doğar (Togliatti) : “Totalitarizm doğmuştu. Faşizm totaliter olarak doğmamıştı; burjuvazinin ağır basan tabakaları ekonomik ve dolayısıyla siyasal birliğin en yüksek derecesine erişince öyle oldu. Totalitarizm faşist ideolojinin doğal sonucu olmayan başka bir kavramdır. Faşizmin yurttaş ile devlet arasındaki ilişkiler üzerindeki ilk düşüncelerine bakacak olursanız, anarşik bir liberalizmin öğelerine rastlarsınız: devletin özel işlere karışmasını protesto gibi. Oysa totalitarizm, arada meydana gelen değişikliğin ve finans kapitalin üstün duruma gelişinin bir anlatımıdır.” Ancak baskıyı realize edecek ve onu kitlelerin gözünde mutlak kılacak araçlara gereksinim duyulur. Faşizme ulaşma yolundaki totalitarizmin -ki sınır çoğu kez belirsiz kalmaktadır- kendisini kimi zaman “demokrasi” olarak tanımlamasının ya da en kaba anlamıyla entelektüelizmi “piyasaya sürmesinin” nedeni bu ve benzeri gereksinimlerdir. 

Liberal demokrasi maskeli rejimlerde –faşizmlerde-  bir öndere gereksinim, önderin totaliterliğinin mutlak değeri değişmekle birlikte her zaman duyulmuştur. Sömüren-sömürülen ya da yönetilen-devlet ilişkisinin varlığının olduğu her toplumsal sistemde bu gereksinimin zorunluluğu ortadadır. Bu zorunluluk baskının göreceli olarak azaldığı anlarda, daha öncede söz ettiğimiz ve Duverger’in tanımladığı gibi “seçimle gelen kralların” ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan, tüm alt sistemleri ile tüm sistem, insana ya da insanlığa iletilen kutsal bir mesajın sahibi imişcesine davranmakta ve tapınma eksenli bir gösteri toplumu ya da daha doğru bir tanımlamayla bir ayin toplumu oluşturmayı genel amaç edinmektedir. Bu ayini yöneten görünmez el sistemin ta kendisidir, görünenler ise, yönetenler, şefler, reisler, ulu önderlerdir. Sorun bu gösteride kapılan rolün içeriği ve bu rolün hakkıyla yerine getirilmesidir. Seyirciler sabit kalmakla birlikte, tıpkı yaşlanan krallarını öldüren ilkellerde olduğu gibi, rolün değişkenliği mutlaktır. Dolayısıyla seyirciler ya da her geçen gün seyirci konumuna itelenen ve kendisinin hangi alanda olursa olsun yönetilmesine -ya da güdülmesine- ses çıkarmayanlar yabancılaştıkça -ya da aklını yitirdikçe (yabancılaşmanın İngilizcede akıl yitimi ile ‘alien/alienation’ la aynı kökten geldiğini anımsayalım) insana özgü niteliklerin kutsal önderlikte bir olumluluk gibi sunulmasına olanak sağlayacaklardır. Yönetici ya da ulu önder kayıtsız şartsız güvenilir, dürüst ve -kuşkusuz en ilginci- insancıldır! O özel yaşamı ile örnektir. Ağzından çıkan anlamlı olsun olmasın her sözün mutlaka kutsallık içeren bir önemi vardır; antropolog Marc Auge’ın sözleriyle “…tüm siyasal konuşmalar, kökeninde belli biçimsel zorunluluklara itaat eder (zaman ve uzam içindeki konum, birbirini izleyen evreler -bunların içinde neredeyse, her zaman konuşmanın yapılacağı o ünlü tam zaman vardır); bir beklentiye yol açar ve sonuçlar umar; bir ötekiliği işler (genel olarak halkın, özel olarak ta siyasal rakiplerin ötekiliği) ve en başından kendisini öne çıkaran bir ulusal kimliği, bir “oydaşma” yı ya da bir çoğunluğu, yani tikel bir sorunla ya da devlet işlerinin yürütülmesiyle bağlantılı bir kimliğin kanıtını kurmaya çalışır.”

Hangi düzeyde olursa olsun bir önder etrafında bu bağlamda kurulan bir düzen, tapınmanın sapkınlığa dönüştüğü oranda varlığını koruyabilir. Yirminci yüzyılın belki de en önemli şanssızlığı bu ayinlerin teknolojik olanaklarla desteklenir olmasıdır. (Öyle ki giderek teknoloji ideolojinin en önemli parçasını oluşturur, bilim ise çoktan insan üzerinde egemenlik kurmanın bir aracına dönüşmüştür.) Teknolojinin başarısı, kutsallığın verdiği -ve kitlelerin artık tartışamaz olduğu- güvencenin altında mit yaratmakla ölçülür. Burada mitin işlevi tıpkı ilkel bir makinedeki dişililer gibidir, sayısı arttıkça düzenek daha iyi işler: “Siyasal ayinliğimiz, mutlaka geniş ölçüde bu mitle besleniyordur. Öte yandan, ters yönde, ayinsel kelamın bir mit yaratmayı umut etmesi de doğaldır. Büyük siyaset sorumlusu, geçmişe yaptığı göndermelerin sürekliliğinde geleceğe bir anlam verendir. Böylece geleceğin kurulması, tıpkı geçmişe yapılan gönderme gibi, her zaman mitsel bir anıştırmanın görkemli niteliğine sahip olmaz, ancak kendilerinin güvenilir ve hem genel hem de tikel olmalarını istedikleri andan itibaren buna eğilim gösterir ya da bunu umut ederler.”