İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, siyasi kariyerini “Bay Güvenlik” imajı üzerine kurdu. Yıllardır İsrail halkına, karşılarındaki düşmanlarla yalnızca onun mücadele edebileceğini, yalnızca onun kararlılığı ve “demir yumruğu” sayesinde İsrail’in ayakta kalabileceğini söyledi. Ancak son haftalarda yaşananlar, bu güvenlik vaadinin altının ne kadar boş olduğunu bir kez daha gösterdi. İsrail’in İran’a yönelik hava saldırıları ve aynı anda Gazze’de süregiden yıkım, sadece bir güvenlik stratejisi değil, aynı zamanda bölgeyi geri dönülmez bir kaosa sürükleme riskini taşıyan bir siyasi oyunun parçası.
Netanyahu, İran’ın nükleer silaha sahip olmasını önleme gerekçesiyle saldırılara yeşil ışık yaktı. Oysa ne uluslararası denetçiler ne de ABD istihbaratı, Tahran’ın gerçekten bir bomba yapma kararını verdiğini doğrulayabiliyor. “Tehdit” spekülatif ve siyasi amaçlarla şekillendiriliyor. Nükleer caydırıcılık, uluslararası siyaset biliminin klasik bir kavramı olarak her zaman bir silahın fiilen kullanılması değil, potansiyeliyle varlık göstermesiyle işler. Bugün İran’ın böyle bir caydırıcılığa yönelmesi, bizzat İsrail’in saldırgan politikalarıyla daha olası hale geliyor. Yani Netanyahu, önlem alırken tehdidi büyütüyor olabilir.
Bu savaş hali, Netanyahu’nun iç politikadaki krizlerinden kaçış için kullandığı bir araç gibi de okunabilir. Filistin topraklarında yükseltilen yerleşimler, Gazze’deki yıkım ve Batı Şeria’daki hak ihlalleri; İsrail’in güvenliğini artırmaktan çok, Filistin halkını daha da çaresizliğe ve radikalleşmeye itiyor. 7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği terör saldırısı, bu politikaların sonuçlarından sadece biriydi. Ancak Netanyahu hükümetinin verdiği cevap, meşru müdafaadan ziyade topyekûn bir cezalandırma oldu. Hastaneler, okullar, su kaynakları; hepsi hedef alındı. Yaklaşık iki milyon insan açlıkla sınanırken, Filistinlilere sadece ölüm ya da sürgün arasında seçim hakkı tanınıyor.
Bu noktada “Büyük İsrail” ideolojisi, yani tek devletli ve etnik olarak homojen bir yapı arzusu açıkça sahneye çıkıyor. Bu planın nihai sonucu ise uluslararası hukukun tanımına göre bir etnik temizliktir. Üstelik bu durum, Batı’nın yıllardır görmezden geldiği bir gerçeklikti. Ancak İran’a saldırıların başlamasıyla birlikte Gazze’de yaşanan insani felaket, yeniden arka plana itildi. ABD başkanı eleştiriden uzak duruyor, Avrupa ise sadece temkinli sesler çıkarıyor.
Gerçek şudur: İsrail’in güvenlik kaygıları meşrudur, ama bu kaygıların çözümü askeri üstünlükte, bombalarda ve işgallerde değil, barışta, adalette ve hukukta yatmaktadır. Filistin halkı da güvenlik hakkına sahiptir. Bugün Gazze’deki bir çocuğun sığınağı, Batı Şeria’daki bir gencin kimliksizliği, sadece Filistin meselesi değildir; insanlık meselesidir. Bu göz ardı edildiğinde, İsrail de güvende olmayacaktır. Radikalleşme, sadece Gazze’den değil, adaletsizlikten doğar.
Netanyahu’nun güvenlik politikası, aslında bir güvenlik illüzyonudur. Bu yanılsamaya teslim olmak, Ortadoğu’yu onlarca yıl daha sürecek bir savaş sarmalına mahkûm etmektir. Oysa çözüm, ne askeri haritalarda ne de füzelerin menzilinde. Çözüm, iki halkın da eşit haklara sahip olduğu adil bir barış düzenindedir.
Ve bu düzen, eğer şimdi kurulmazsa, bölgeyi saran ateş çemberi, bir gün hepimizi içine alacaktır.
- Neden Bu Kadar Çok İnsan Otoriter Liderleri Destekliyor? - 14 Temmuz 2025
- Felsefede “Kullan-At” Kültürü: Tüketim Toplumunun Düşünsel Bir Yansıması - 7 Temmuz 2025
- Taş Çağı’nda Kadınların Gücü: Çatalhöyük’te Evlerin Reisi Kadınlardı - 27 Haziran 2025