Okulların kapanışı öncesindeki son hafta genellikle keyiflidir. Öğrencilerin stresleri sona erer, yaz tatili rehaveti başlar; yapılacaklar, öğrenilecekler hevesleri yükseltir. Kısaca, mutluluk ve umut hakimdir.
Böylesi umut ve mutluluk dolu olması gereken bir dönemde aldığım iki haber ise beni ziyadesiyle üzdü ve endişelendirdi.
Detaylarına girmeyeceğim, isim hiç vermeyeceğim. Konu, iki kıymetli öğretmene ilişkin. Birisi, çok yakın dostum. Okul yönetiminin kendisine önerdiği çok düşük (gerçekten çok düşük) zam oranı sebebiyle moralsizdi. Bir sonraki sene atacağı adımlara ilişkin alternatifleri değerlendiriyordu. Diğeri ise, öğrencilerinin bayıldığı bir öğretmendi. Maddi koşullar sebebiyle okulunu, öğrencilerini bırakıyor ve başka bir okula gidiyordu. Öğrencilerinin döktüğü göz yaşlarına bizzat şahit oldum.
Peki ama, bu ülkenin kuruluş felsefesi neye dayanıyor? Nasıl bu günlere gelebildi? Yok olmanın sınırındaki bir imparatorluktan nasıl dünyanın ilk yirmi ekonomisi arasına girebildi? Tabii ki, kuruluş felsefesini “eğitim” üzerine inşa ederek.
Düşünün, ülke işgal altında. Büyük Önder 1919’da Samsun’a çıkmış. Emperyalist devletlere “Planınızı bozmaya geliyorum!” demiş ve Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış. Savaş tüm şiddetiyle sürüyor. Memleket yokluk ve acı içerisinde, özgürlüğü için savaşıyor, direniyor. Bu amaç uğruna binlerce can kaybediliyor…
Ve böyle bir ortamda, 1921 yılı Temmuz ayında Mustafa Kemal Maarif Kongresi’ni topluyor. Kongrenin amacı, ülkemizin milli eğitim politikalarını belirlemek ve eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasını sağlamak. Çünkü, Mustafa Kemal biliyor. İmparatorluğun içerisine düştüğü aciz, cehaletin eseri. Cehalet yenilmezse, geleceğe yürümek mümkün değil. Savaşı eninde sonunda kazanacağını düşünüyor, dolayısıyla vakit kaybetmeden önemli sorunlara eğilmek istiyor. Dikkatinizi çekmiştir, çözümlenmek üzere ilk sıraya yerleştirilen sorun ekonomi değil. Zira daha İzmir İktisat Kongresi’nin toplanmasına bir buçuk yıl var. İktisat Kongresi, Şubat 1923’te toplanacak.
Zaten, fikrimizin liderinin şu sözleri de eğitime verdiği önemin büyüklüğünü, neden ilk olarak bu konuyu çözmek istediğini ortaya koyuyor:
“Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.”
Atatürk, bu yolda öğretmenlerin yalnızca işlerine odaklanması, ilimle-bilimle-bilgiyle yoğrulmuş, analitik zekâlı öğrenciler yetiştirmeleri gerektiğini, hayatla mücadeleye terk edilmemeleri gerektiğini gayet iyi biliyordu. Yine kendisinin sözlerine dönelim ve bu hususu ne kadar net vurguladığını görelim.
“Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır.”
“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır.”
“Unutmayınız ki cumhurbaşkanı bile sınıfta öğretmenden sonra gelir.”
“Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini, sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır…”
“Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı suretle bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin pratik olması mühimdir. Memleket evlâdı, her öğrenim aşamasında ekonomik hayatta verimli, etkili ve başarılı olacak surette donatılmalıdır.”
Birçok yerde bu sözlerle karşılaşmış, okumuşuzdur. Bizlere aşinadır bu sözler öyle değil mi? Kurtuluş reçetesi bu kadar açık ve net önümüze konulmuşken, gereğini yapmaz ve 21. yüzyılda öğretmenlerimizi yine yaşam koşulları ile mücadeleye zorunlu kılarız, neden? Buradan ülkemizin kaybedeceği son derece açık değil mi? Türkiye’yi bağımsız ve söz hakkı olan bir ülke haline getiren kuruluş felsefesinden sapmanın mantığı nedir?
İki öğretmen örneğinden yola çıkarak da genelleme yapıyor değilim. Kaynakları taradığımızda, öğretmenlerimizin göreli durumlarını saptamamız mümkün oluyor. Örneğin, 15 yıllık deneyime sahip öğretmenlerin maaşları, OECD tarafından karşılaştırmalı olarak yayımlanıyor. 31 ülkenin maaşları karşılaştırıldığında Türkiye’nin kendisine ancak 24. sırada yer bulabildiğini görüyoruz. Bu arada söylemeyi ihmal etmeyelim, Lüksemburg en yüksek maaşı veriyor öğretmenlerine. Almanya, Hollanda ve Kanada da bu ülkeyi takip ediyor. Ülkemizdeki öğretmen maaşları, Lüksemburg’da yaşayan öğretmenlerin üçte biri seviyesinde. İstatistikler dolar üzerinden verilmiş. Dolayısıyla, iki yıl gecikmeli olarak gelen veriler güncellense, son dönemki kur artışlarıyla birlikte sıralamanın ülkemiz aleyhine değişmiş olacağını düşünmek, yanlış olmayacaktır. Lüksemburg’un gayri safi milli hasılası Türkiye’nin onda biri düzeyinde iken kişi başına düşünüldüğünde bizim oldukça önümüze geçtiği görülebiliyor. Bu verileri önümüze koyup, ciddi analizler yaparak yapısal reformlara geçmenin şart olduğu görülüyor.
Kuruluş felsefemizi tekrar rehber alır ve adımlarımızı buna göre atarsak, ülkemizin ilerleme adımlarının hızlanacağı şüphe götürmez. Aksi takdirde, sürekli olarak bir suçlu aramaya devam ederiz.
Bir sonraki yazıda görüşene kadar, sağlıcakla kalın.
- Denge - 27 Mayıs 2025
- Şu Yönetici Koltuğunda Oturan Bizim Yapay Zekâ Değil mi? - 25 Nisan 2025
- Bilimden Korku Filmi Senaryolarına - 24 Şubat 2025