Anlam, anlamsızlık ve inanç üstüne bir deneme

Hayatımız boyunca anlam peşinde koştuğumuz doğrudur. Varlığımızın bir anlamı olmalıdır; önce kendimiz için sonra başkaları için. İyi ama bunu nasıl sağlayabiliriz; “anlam” ve “inanç” kavrayışımızı belirleyen mihenk taşı nedir? Sonuçta neyi anlamlı ya da anlamsız bulduğumuz, neye inandığımız ya da inanmadığımız bizi “değerli” ya da “değersiz” yapan temel yaklaşımlardır.

Bizim bir başka insan üzerindeki etkimiz, onun öz dünyasında uyandıracağımız doygunluk, tatmin ve kendini iyi hissetme duygusuyla doğru orantılıdır. Bu, insan bedeninin iç yapısı /fiziki sağlığı açısından da hayati bir durumdur. Beden ve ruh bütünlüğüne hizmet eden her tutum saygıya değerdir. Yeni doğan bir bebeği düşünelim; bebek açısından annelik kavramı henüz gelişmediğinden, onun, anneyi, kendini iyi hissettiren yiyecek bir şey gibi gördüğü söylenir. Yetişkinlerde de benzer bir süreç işler: yetişkin de kendine sağlık aşılayan, neşelendiren, kendini iyi hissettiren insanlara bağımlı hale gelir.

Bir kişiye söylediğimiz “iyi” ya da “kötü” diyebileceğimiz bir sözü ne kadar derinlerimizden gelerek söylersek, karşımızdaki kişinin de o kadar derinlerine işleriz. Örneğin bir “nasılsın” ya da “seni seviyorum” sözü, sıradan/ruhsuz bir söyleyişle söylendiğinde insanda fazla bir etki bırakmayabilir. Ama öyle derinlerinizden gelerek söylerseniz ki bu iki sözü, muhatabınızın başını döndürür, kendinizi onun gözünde adeta tanrılaştırabilirsiniz. Anlam ve anlamsızlık böylesine “kıldan ince, kılıçtan keskin” bir şey üzerinde bulunmaktadır.

Bu manada, insana dair konular üzerinde ne kadar çok şey bilebilirsek anlam kavrayışımızı da genişletebiliriz. Bir somut şeyin ya da bir duygu durumunun ne olmadığına ilişkin ne kadar çok şey bilirsek, o şeyin ne olduğuna ilişkin o kadar çok şey biliyoruz demektir. Bilmek, anlam haritamızı genişleten, ayrıntı ve derinlik kazandıran bir faktördür. Ayrıntı ve derinlik, yaşamın renkliliği açısından hayatidir.

Kadın ya da erkek olalım; bir mühendis, doktor, marangoz ya da karpuzcu olalım veya işsiz, mesleksiz biri; çevremize kendimizle ilgili bilgi sağlarız. Kendi ruhsal niteliklerimiz diğerleri için -olumlu, olumsuz- bilgi kaynağıdır. Beş para etmez biri de olabiliriz; önemli ruhsal niteliklere sahip, insanların kendilerinde olmayan, onlara doyum sağlayan biri de olabiliriz. Beş bin yıllık uygarlık sürecimizin olumlu-olumsuz tüm izlerini üzerimizde taşırız. Sadece bunu bir “yük” olarak taşımakla da kalmayız, bizden sonraki kuşaklara sahip olduğumuz bilgi ve deneyimi aktarırız. Tüm bunlardan kendimize özgü bir dünya oluştururuz. Öyle bir dünyadır ki orası, kiminin içine girmek istediği, kiminin de kaçıp kurtulmak istediği yeridir orası. Bunu sağlayan, bizim inanç ve anlam dünyamızdır. Orası, kendi iç dünyamızın yansıması/ürünü olan dış dünyamızdır; kiminin isteklerini, kiminin korkularını barındıran öz dünyamız… Kimi için “hiçbir şey” olan bir dünya; her iyiliğin, her kötülüğün simgesi olan bir dünya…

Ama şurası bir gerçektir ki, insanın sevgiyle olan ilişkisi, kişinin iç dünyasının ve dahi dış dünyasının karakterini belirleyen mihenk taşıdır. Narsist bir sevgi mi, mazoşist bir sevgi mi, sadist bir sevgi mi, yoksa empati yeteneği yüksek, nesnelliğin ve alçak gönüllüğün zemininde yeşermiş bir sevgi mi? Burada insanın hangi inancı anlamlı bulduğu önem kazanıyor. İnsan nasıl bir inanca sahiptir? Kendinin güçlü olmasını salık veren ve bunu sağlayacak bir inanca mı; eşitlik, adalet ve sevgi üstünde temellenmiş, güce inanmayan, bir dünya inancına mı? Ya da daha temel bir sorun/soru olarak; inancına kendi deneyimleri sayesinde mi ulaştı şahıs, yoksa güvenini kazanmış kişilerin gözlem ve düşüncelerinin ürünü olan fikirler olduğu için mi ulaştı ona? Bu soruların yanıtı, kişinin olgunluğu ile doğrudan ilintilidir.

Dinsel ve politik sistemler üzerinden temellenmiş inançlar, geçmişten beri en çok rağbet gören inanç birimleridir. Şu ya da bu din, şu ya da bu politik inanç, son kertede muhafazakârlaşmak zorundadır. Muhafazakârlaştığı oranda içinde barındırdığı -doğası gereği- ” zor” ve “dayatma” öğesini öne çıkaracaktır. Bu durum, bize vadedilen bütün “anlam” yükünün ağırlığını hissetmemizi sağlamalıdır.

Hayatımıza anlam kattığını düşündüğümüz din ya da politik inançların insani taleplerle hiçbir ilgisi yoktur. Aslına bakılırsa politika, dini yaklaşımın modern görünümüdür. Biri ne kadar anlamlıysa diğeri de o kadar… Her ikisi de güç peşindedir. Dini inancın evrilmiş şeklidir politika. Ancak burada şunu belirtmeden geçmeyelim: Türkiye coğrafyasında politika, dine evrilme eğilimdedir bir bakıma. Bu bir çelişki midir? Evet, bir çelişkidir.

Her ne ise; politik inanç, ekonomik makinenin bir aracıdır. Paranın ve her türlü maddi çıkarın hizmetindedir. Bu türden inançların insanla bir ilgisi yoktur. Zira, aracı amaca dönüştürmüştür. Ortada bir manipülasyon durumu mevcut…

Oysa, doğanın yasasıyla, insanın yasasının uyum içinde olduğu, insanın doğal varlığının, karşılığını toplumsal varlığında bulduğu bir anlam dünyası bugün insanlığın asıl ihtiyacıdır.

Değil mi?

Biz “anlam arayıcıları” barış istiyoruz. İnsanın insanla, insanın doğayla, insanın inançla… Şu an sahnede bulunan inanç birimlerinin barışla bir ilgisi yok, dolayısıyla anlamları da yok.

Gezegenimizin yüzünün gülmesi ya da düzeninin bozulması, insan soyunun “anlam” arayışındaki “inancı”na bağlıdır.

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)