“Cahiller kâmile sen bilmen deyip
anın için kaybettiler irfanı.”[2]
Yerinde bir soru: “Türk devlet geleneği neden Sünnîliğe yaslanır”?
Bu sorunun Osmanlı açısından yanıtı, sanırım -en azından Yavuz Selim ve Çaldıran Savaşı’ndan bu yana- açıktır. Biçimlenişinin ilk yüzyıllarında heterojen ve heterodoks bir toplum yapısına müsamaha eden ve bu çoğulculuğu fethettiği coğrafyaların İslâmlaştırılmasında kullanma yetisine sahip İmparatorluk (nihayetinde Osmanlı, dinsel açıdan son derece çeşitli bir nüfus üzerine çöreklenmiştir), 16. yüzyılda Şii Safevî devletiyle karşılaşmasında ilk kez yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu duyumsamış, Anadolu’nun Şah İsmail’in cazibesine kapılan hoşnutsuz Alevî köylülerini zapt u rapt altına almak ve “ulû’l emre itaat”e dayalı bir düzeni konsolide etmek amacıyla Sünnîlik bir devlet düzeni olarak benimsenmiştir. Bu “devlet aklı”ndan kaynaklanan rasyonel bir tercihtir ve Osmanlı’nın laiklik/ sekülerlik gibi bir iddiası olmadığına göre, yadırganacak bir tarafı yoktur.
İlginç olan, “laik bir devlet” olma iddiasıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, 1924’den beri Anayasası’nda bu hüküm yer almasına karşın neden kendisini Sünnîliğe dayandırma ihtiyacını hissetmiş olduğudur…
Gerçekten de özellikle Alevîler arasında dolaşıma sokulan “Mustafa Kemal aslında Alevîydi; dedesi Bektaşi ulularındandı, soyu Kızıl Oğuz boylarına dayanır…” menkıbeleri bir yana, Kemalist kadro Cumhuriyet rejimini, merkezin sıkı denetimi altındaki ılımlı bir Sünnî anlayışa dayandırmışlardır. Örneğin Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin lağvedilmesiyle, Mustafa Kemal’in emriyle 3 Mart 1924 günü “kökeni itibariyle Şeyhülislâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan”[3] Diyanet İşleri Başkanlığı, fiiliyatta Sünnî doktrin esaslarına dayanmaktadır ve Türk(iye) halkının tümünün Sünnî olduğu, daha doğrusu olması gerektiği yolunda bir işleyişe sahip olagelmiştir, baştan bu yana. Alevîlik ile Alevîler, kuruluşundan bu yana, vergileriyle destekledikleri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapsama alanı dışındadır. Dahası, Alevî köylerinde yaptırılan camilere atanan imamlar aracılığıyla, Devletin “Sünnîleştirme” girişimlerine maruz kalmaktadırlar.
Öte yandan, (laik) devletin tam denetimi altında bir din tesis etme girişimini bir başka görünümü olarak tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı[4] (1925), daha çok halk arasında yaygın olan ve egemen dinsel anlayışla uzlaşma, senkretizasyon ya da başkaldırı tutumlarını içerebilen “Halk İslâmı” pratiklerini yasaklayarak, tüm toplumu “devlet onaylı” Sünnî bir ortodoksiye mahkûm kılıyordu.
Yalnız diyanet işleri ya da Alevî toplulukların Sünnîleştirilmesi operasyonu değil, aynı zamanda T.C. tarihinin en kanlı “modernleştirme” harekâtı olan Dersim Tertelesi de kuruluş sürecindeki Cumhuriyet’in Alevî yurttaşlarına hiç de hoş gözle bakmadığının göstergesidir.
Olanca “laiklik” iddialarına karşın Kemalist kadronun neden örneğin Cumhuriyet’in kuruluşuyla neredeyse eşzamanlı bir devrim gerçekleştirip radikal bir düzen değişikliğine giden SSCB’nin örneğini izlemediği üzerinde düşünmeye değer: SBKP 1919 programında “sömürücü sınıflarla dinsel propaganda örgütleri arasındaki birliğin tümüyle ortadan kaldırılması ve emekçi kitlelerin dinsel önyargılardan kurtulması için çalışmayı, bilimsel aydınlanma ve din-karşıtı kavramların en yaygın propagandasını örgütlemeyi” üzerine alıyor, ancak bunu yaparken, (dinsel fanatizmi güçlendirebileceği gerekçesiyle) “müminlerin duygularını incitecek her şeyden özenle kaçınma” gereğinin altını çiziyordu. Böylelikle Sovyet devleti kurulur kurulmaz Kilise ile devletin tam ayrılması ve tüm eğitim sisteminin Kilise etkisinden arındırılması kararını aldı. Tüm yurttaşlar serbestçe hem dinsel hem de din karşıtı propaganda yapabileceklerdi. Kilise’nin (ibadet yerleri dışındaki) mal varlığına el konuldu ama ibadet, örgütlenme, toplanma ve propaganda özgürlüklerine dokunulmadı. Ancak bundan böyle Kilise (ya da din kurumları) devlet desteğinden tümüyle yoksun kalacaktı…
Evet, SSCB’nde -gericilerin, burjuva medyanın sık sık propagandasını yaptıkları üzere “din yasaklanmamış”, ancak dinsel kurumlar ile devlet arasındaki her türlü bağlantıyı kesip atan radikal bir laiklik uygulamasına gidilmişti. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, bunun tersi gerçekleştirildi; İslâm dininin bir versiyonu, Sünnîlik ile ilgili tüm işler resmi bir kuruma tevcih edilerek din/ Sünnîlik “devletleştirildi”…
Bu farklılığın nedeni, hiç kuşku yok ki, iki “kopuş”un farklı mantıklardan hareket etmesi ve farklı yönelişlere sahip olmalarıydı: SSCB, nihai olarak sınıfsız bir toplum, sınırsız bir dünyayı ve her türlü baskı ve sömürünün ilgasını hedefleyen bir proleter devrimin ürünüydü. Kemalist Türkiye cumhuriyeti ise, kapitalist “kalkınma”yı seçmiş bir burjuva ulus-devleti olarak kurulmuştu. Üstelik de kapitalist dünyanın, burjuva devrimlerinin -hele ki dine yönelik tutumlarda- radikalizmden sakınması gerektiğine dair hatırı sayılır bir tecrübe biriktirdiği tarihsel kesite denk düşmüş, “devrim” hattında Fransız’dansa “Alman” (hatta Prusya) örneğini izlemeyi seçmişti.
Bir başka deyişle, Cumhuriyet’in kurucu kadrosu dinin (tek müşterekleri İslâm olan), dünya savaşı artığı darmadağın ve heterojen bir nüfustan bir “ulus” türetmek için ne denli önemli olduğunun bilincine kısa sürede varmıştı. Ortak bir “ulusal bilinç” yoksunu, savaş yorgunu, tükenmiş bir halkta yeni bir kalkışma enerjisi yaratabilmenin yolu, dinsel duygulara çağrı yapmaktan geçiyordu. Bunun için ise hem halkın çoğunluğunun aidiyeti olan hem de Osmanlı’ya karşı yüzlerce yıllık bir isyan, bastırılma, gizlenme geleneğinden beslenen kontrol-dışı Alevîliğin tersine, “ulu-l emre itaat”e dayalı, yaygın bir kadılar, müftüler, hocalar ağıyla denetlenebilen Sünnîlik daha elverişli kalıpları sağlamaktaydı. Kemalist kadro, ikinciyi tercih etti. Fikrince, kendilerine doğuştan “dini: İslâm” kafa kağıtları verilen T.C. yurttaşları, özel yaşamlarında namaz kılacak, oruç tutacak, kelime-i şahadet getirecek, Cuma günleri doluştukları camilerde tek merkezden hazırlanan hutbeler aracılığıyla ulusal bilince katılacak, öldüklerinde Sünnî gelenekler doğrultusunda gömülecek… Ancak kamusal işlerini laik devletin öngördüğü biçimde gerçekleştireceklerdi… Bir başka deyişle, ehlileştirilmiş ve ılımanlaştırılmış bir Sünnîlik’in “halk”ın büyük bölümünün özel yaşamında egemen olması istenmiş, Sünnî Diyanet İşleri de bu misyonla donatmıştı…
İşlerin hiç de istendiği gibi ilerlemeyeceği, daha 1950’lerde ortaya çıkmaya başlamıştı. Sünnî Diyanet toplumun derinliklerine nüfuz ettikçe, popülist politikacılar Marshall yardımından Kore Savaşına asker göndermeye, özelleştirmelerden topraklarını NATO üslerine açmaya, velhasıl emperyalizmle bütünleşik bir kapitalist modeli hayata geçirme çabalarını “Allah, peygamber, cami, ezan” söylemlerinin ardına gizledikçe, İslâm’ın Sünnî versiyonu, yönetici elitin kontrolünden çıkarak onu kontrol altına almaya başladı.
Bu gelişmenin önemli duraklarından biri, şu malûm ve mahut “Türk-İslâm Sentezi”dir: tarikat ehli münevver ve bürokratlar tarafından ülkeyi “uçurumun kıyısına getiren” kötülükler arasında gençliği “din-imandan uzaklaştıran laik ve materyalist eğitim ve ideolojinin de bulunduğu”na ikna edilen 12 Eylül cuntacılarının “dahiyane” uygulaması[5]… “Resmî ideoloji”nin, hem de Kemalist devrimlerin muhafızı olarak görülen ordu eliyle “Kemalist laiklik”ten “Türk-İslâm Sentezi”ne doğru kaydırılması, aslında Kemalist laiklik kavrayışı için “sonun başlangıcı” olacaktır.[6] Yeni “resmî görüş” doğrultusunda münhasıran Sünnî doktrin ve pratiklerin öğretildiği din dersleri “seçmeli” olmaktan çıkartılarak zorunlu hâle getirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden organize edilerek güçlendirildi, toplumsal hayata derinlemesine nüfuz etmesini sağlayacak önlemler alındı, DİB’in yurtdışı faaliyetleri güçlendirildi, Alevî köyleri başta olmak üzere cami yapımına hız verildi… 12 Eylül’ün hemen öncesinde -devlet görevlilerinin şaibeli biçimde rol aldığı ve zamanaşımına uğratılarak örtbas edilen- üç katliama (Malatya 1978, Maraş 1978 ve Çorum 1980) uğrayan Alevîler ise, Türk-İslâm devleti nezdinde, dinsel talepleri, gereksinimleri olabilecek bir “cemaat” değil, olsa olsa “aşırı solla iç içe”, dahası “Kürtlerle birlikte hareket etme olasılığı taşıyan, dolayısıyla izlenmesi, fişlenmesi gereken bir “potansiyel tehdit”, bir “asayiş sorunu” idi; tabii bir de, zaman zaman katliamlara uğratılarak askerî müdahaleye zemin hazırlanabilecek potansiyel kurbanlar!
Türk-İslâm senteziyle birlikte devletin üstlendiği “toplumu sağcılaştırma” operasyonu, Türk sağının en önemli bileşenlerinden biri olan (Sünnî) İslâm’ın toplum üzerindeki elini daha da güçlendirecek, ve tabii siyasal İslâm’ın yükseliş ve kadrolaşma sürecini hızlandıracaktı… “Atatürk devrimlerinin uyanık bekçisi” TSK’nın bu gelişmelere “uyanarak” 28 Şubat (1998) “post-modern” darbe girişimiyle siyasetin İslâmcılaştırılması sürecinin önünü kesmeye kalkışması, bir işe yaramamak bir yana, İslâmcılaşma sürecini daha da hızlandırarak, Müslüman Kardeşler’le bağlantılı olduğu yolunda ciddi kuşkular bulunan siyasal İslâmcı bir kadronun, AKP’nin iktidara gelmesinin önünü açtı.
AKP pratiği ise, devletin dini kontrol altında tutması yolundaki Kemalist “aklı”, tam da Kemalizm’in sağladığı araçlarla tersine çevirerek dinin, ya da daha doğru bir deyişle siyasallaştırılmış bir Sünnî İslâm yorumunun devleti (ve de toplumu) ele geçirmesinin önünü açma doğrultusunda işledi/işliyor: “Dindar ve kindar nesiller” yetiştirme hedefini en yetkili ağızdan açıklayan AKP iktidarında Diyanet İşleri Başkanlığı, bütçesi 8-10 bakanlığın toplam bütçesini aşarak milyarlarca liraya hükmeden[7] ve yetkisi toplumun tümüne nüfuz eden[8] -neredeyse Hilafet’e denk- bir kuruma dönüştürüldü… Eğitim, zorunlu din dersleri, yeni dinsel içerikli seçmeli dersler, seküler konuların dinselleştirilmesi aracılığıyla müfredatın yeniden yazılması, düz liselerin imam hatiplerle ikamesi ve ilh. aracılığıyla İslâmileştirildi. Memurların atanmasında “dindarlık” temel kriter kılındı… vs. vs.
Aslına bakılırsa, bu yalnızca bir rövanş hareketi değildi… Ya da salt sosyo-kültürel bir başkalaşım vb… Türkiye’de İslâmî bir sosyo-kültürel iklimin egemen kılınması çabası, aynı zamanda, dünyadaki neoliberal küreselleşme trend’ini arkasına alarak yükselişe geçen ve hem içeride hem de dışarıda pastadaki payını büyütme çabasındaki bir sermaye kesiminin, bir zamanlar moda olan deyimiyle “Anadolu Kaplanları”nın ülkeye kendi damgasını vurma girişimlerine değgindi… Bu sermaye kesimi, böylelikle içlerinde daha kolay devinebilecekleri kodları hâkim kılma arayışındaydı.
TÜRKİYE’DE ALEVÎ OLMAK…
Türkiye’de “Alevî uyanışı” olarak nitelenen görüngü, tam da bu sürece denk düşer. Reha Çamuroğlu, AKP’nin Alevî danışmanlığına soyunmadan önce kaleme aldığı bir makalesinde, bu uyanışı sosyolojik ve politik etkenlere bağlayarak (özetle) şöyle açıklıyor:
Sosyolojik açıdan, 1970’lerde doruk noktasına ulaşan kırsaldan kentlere göç. Bu göç sonucu, İmparatorluk tarihi boyunca ve Cumhuriyet tarihinin büyük bölümünde tecrit kırsal cemaatler hâlinde yaşayan Alevîlik hızlı bir kentlileşme sürecine girmiş; toplumsal yapısında köklü dönüşümler yaşanmıştır. Eğitim gören Alevîlerin sayısındaki büyük artış ve bir Alevî burjuvazinin ortaya çıkması, yeni bir toplumsal tabakalaşmayı ortaya çıkartmıştır.
Politik etkenler ise üçlüdür: a) Sosyalist Blok’un 1980’lerde dağılması, 1970’li yıllarda siyasal açıdan radikalleşmiş ve devrimci gruplar saflarında yer almış Alevîleri yeni arayışlara yöneltmiş, sınıf siyasetinden kopan bu enerjik kesim, “kimlik” politikalarına yönelerek Alevî Rönesansı’nda öncü olmuşlardır; b) Siyasal İslâm’ın yükselişi, Alevîlerde bir savunma refleksine yol açmış, kentlerde görünür hâle gelen varlıklarını savunabilmek için örgütlenme çabalarına girişmişlerdir; c) Kürt hareketinin yükselişi de önemli bir bölümü Kürt olan Alevîleri Türk ve Kürt milliyetçilikleri karşısında Alevîlerin birliğini öne çıkarmaya yöneltmiştir.[9]
Gerçekten de bir yandan kırsal alandaki hızlı topraksızlaşma süreci ve kırsal işsizlik, bir yandan da sanayinin gelişmesi ve kentsel çekim nedeniyle Türkiye’de 1950’lerde başlayıp 1970’li yıllarda hızlanan ve kısmen iktisadî, kısmense siyasal nedenlere bağlı yoğun bir göç yaşanmış, 1950’li yıllara dek nüfusun yüzde 75’i kırsal kesimde yaşarken, günümüzde bu oran tersine dönmüş ve kentsel nüfusun oranı yüzde 75’e ulaşmıştır.[10]
Ama bu göç, nüfusun tüm kesimlerini aynı biçimlerde etkilememiş, 1970 ve 80’li yıllarda siyasal nedenler devreye girmiştir: 1970’lerin sonlarına doğru yaşanan Alevî katliamları ve 80 sonrasında Kürt illerinde uygulanan devlet terörü iç göçe etnik boyutlar yükleyecektir. Malatya, Maraş, Çorum katliamları, kırsal Alevîlerin göç ettikleri büyük kentlerde etnik ağırlıklı mahalleleri oluşturmalarında etken olacak, bu ise onları daha “görünür” (ama aynı zamanda “hedef”) kılacaktı.
Kentlileşen ve çoğunluk itibariyle kent yoksullarını oluşturan Alevîler, özellikle de Alevî gençleri, 1970’li yılların ikliminde radikal sol örgütlere yöneldiler. 70’ler, sınıf mücadelelerinin ve sosyalist/devrimci kimliğin etnik-dinsel aidiyet biçimlerini öncelediği, gölgede bıraktığı yıllardı. Ancak Alevî gençliğin bu yönelişinde 70’lerin “Tanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslüman” faşist hareketinin Kürt ve Alevî düşmanı tutum ve eylemlerinin payı büyüktür. Öte yandan, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Osmanlı kovuşturma ve teröründen bezmiş bu nedenle de laiklik ilkesine dört elle sarılan Alevîler kentsel yaşama hızlı biçimde uyarlanırken, çocuklarının eğitimine özel önem vereceklerdir. Sol düşüncelere açık eğitimli gençler, kırsal Alevîliğin formatlarını köklü bir eleştiriye tabi tutarken, Alevîliğin dinselden kültürel bir değere irca etmesine yol açacaklardır:
“Bilindiği gibi dedeliğin işlevini yitirmesi 60-70’li yıllara rastlar,” diyor Fuat Bozkurt. “Alevî gençliğinin sol görüşleri benimsemesi ile dedelik kurumu sömürünün bir uzantısı olarak görülmeye başlanır. Dedelik de kendini yenileyip çağın koşullarına göre bilgi ile donatamaz. Kentlileşmeye başlayan yeni kuşağın gereksinimlerine karşılık veremezler. Eski söylence ve öyküler Alevî gençlik arasında ilgi uyandırmaz. Boş inanç, uydurma şeyler olarak karşılanır.”[11]
Öte yandan, başlangıçta büyük kentlerin saçaklarında, birbirlerine tutunarak kaynaşan Alevîler,[12] kent koşullarına uyum sağlarken bir yandan da sınıfsal temelde ayrışmaktadırlar: kent proleterleri, esnaf, ticaret erbabı, serbest meslek sahipleri, giderek Alevî iş adam ve kadınları…
1980’ler, Türkiye için 12 Eylül darbesi eliyle solun, sosyalist hareketin ve işçi sınıfı örgütlerinin tasfiyesi, dünya için Sosyalist Blok’un çözülmesi ve eşzamanlı olarak kapitalizmin Keynesyen birikim modelinden neoliberal modele geçiş anlamına gelmektedir. Tüm bu olaylara koşut olarak da “sınıf”a ilişkin her türlü söylemin itibar yitimine uğrarken, “kimlik” politikalarının değer kazanması…
12 Eylül darbesiyle birlikte devrimci/sosyalist hareketlerin şiddetli bir devlet terörüyle bastırılmasından, çoğu radikal sol örgütlere angaje Alevî gençler de paylarına düşeni aldılar. 12 Eylül’ün demir yumruğu kısmen de olsa hafiflediğinde, ne ülkede ne de dünyada sol/sosyalizm adına fazla tutunacak bir şey kalmamıştı: sınıfa dayalı politizasyondan kimlik siyaset(ler)ine ricat için ortam elverişliydi…
Alevî kimliğinin yeniden “keşfi”ni hazırlayan gelişmelerden bir başkasının da siyasal İslâm’ın 12 Eylül sonrasında hız kesmeden yükselişini sürdürmesi olduğunu vurgulamıştım: 12 Eylül’le birlikte resmî devlet politikasına dönüşen “Türk-İslâm sentezi” Sünnî Diyanet İşleri Başkanlığı’nı toplumsal yaşamın merkezine doğru taşırken, Alevîlere sunulan tek seçenek, “Ali’yi biz de severiz, ama sizler Müslümansınız, üstelik de safkan Türklersiniz; belki kültürel olarak İslâm-öncesi Orta Asya geleneklerinin biraz fazla etkisi altındasınız, ama İslâm’da fetret olmaz; size ayrı bir statü tanınması mümkün değil” idi. Bu “resmî” tutumun, toplumdaki karşılığı ise, az sayıda çocuk, kız ve erkek evlatlar arasında ayırım gözetmemesi, eğitime verdiği değer, ticarî ve meslekî başarıyla Sünnî komşularına göre toplumsal basamakları hızla tırmanan Alevîlere yönelik, ne zaman patlayacağı belli olmayan haset, her an düşmanlığa dönüşmeye hazır bir çekemezlik hâliydi. En “barışçıl” koşullarda Alevî evlerinin işaretlenmesiyle süren, en kötü durumda ise, katliamlarda somutlanan bir çekemezlik…
Nitekim 90’lı yıllar, iki Alevî kıyımına sahne olacaktı: Pir Sultan Abdal Derneği’nin düzenlediği kültür festivali sırasında Aziz Nesin’in katılımını bahane eden Sünnî güruhun konukların kaldığı Madımak Oteli kuşatarak içindekileri diri diri yaktığı 1993 Sivas’ı ve silahlı saldırganların bir kahveyi tarayarak çok sayıda insanı öldürmeleriyle başlayan, izleyen protestolar sırasında polisin protestoculara ateş açmasıyla devam eden 1995 Gazi Mahallesi katliamı…
Gerek Sivas gerekse Gazi katliamları, tıpkı Malatya, Çorum ve Maraş’da olduğu gibi devlet güçlerinin mağdurların değil saldırganların yanında saf tuttuğunu açığa çıkartacak,[13] katliamları izleyen kovuşturmalar, zamanaşımına terk edilecekti…
Alevî kimliğinin yeniden keşfinde etken olan gelişmelerden sonuncusu ise, kuşku yok ki, 12 Eylül darbesinin ardından Diyarbakır zindanlarında yeşeren Kürt kalkışmasıydı.
Kürt kalkışmasının Alevîleri iki tarzda etkilediği söylenebilir: iktisadî ve ticarî açıdan “başarı”larıyla orta ve orta-üst sınıfa dahil olabilmiş Türk Alevîler arasında, siyasal ifadesini “ulusal sol”culukta bulan bir reaksiyon ve daha çok Kürt Alevîleri ve Alevî yoksulları etkileyen, Kürt hareketine yönelik sempati[14]… Ancak her durumda, Kürt kalkışması, başta Alevîler olmak üzere Anadolu’nun tüm etnilerini kimlik ve tanınma talepleri doğrultusunda harekete geçirmiştir.[15]
Böylelikle 1980’lerin sonu ve özellikle de 90’lı yıllar, Alevî derneklerinin pıtrak gibi bittiği, kentlerde Alevîlerin yoğun olduğu bölgelerde birbiri ardısıra cemevlerinin açıldığı, Alevîlikle ilgili yayınlarda bir patlama yaşandığı ve çok sayıda Alevî dergisinin yayın yaşamına girdiği[16] bir dönem oldu. Üniversitelerde Alevî temalı tez ve araştırmalar zirve yaptı; konu üzerine paneller, konferanslar birbirini izledi, Alevî ritüelleri kamuya açık biçimde icra edilmeye başlandı, yerel festivaller canlandırıldı, Hacı Bektaş Veli şenlikleri devlet ricalinin görmezden gelemeyeceği siyasal çekim merkezine dönüştü… Alevîliğin İslâm’a dahil mi, yoksa ondan farklı, ayrı bir din mi olduğu tartışması ve bir Alevî teolojisi ve/ile felsefesi oluşturma girişimleri de bu döneme rastlar.
ALEVÎ TALEPLERİ
1990’lar aynı zamanda farklı Alevî oluşumların Devlet’e bir dizi talep formüle ederek yönelttikleri bir dönem oldu. Bu taleplerin önemli bir bölümü DİB’le ilgiliydi ve grubun kendisini İslâm’ın bir parçası olarak görüp görmemesiyle bağlantılı olarak değişkenlik gösteriyordu.[17] Alevîliği “İslâm-içi” olarak gören kesimler Diyanet’in Alevîlere de hizmet götürecek şekilde yeniden yapılandırılması, örneğin Alevîlerin kurum içerisinde bir dede tarafından temsil edilmesi gereğini savunurken, daha radikal yaklaşımlar bizatihi Diyanet kurumunun varlığını laikliğin ihlâli olarak görmekte ve kurumun lağvedilmesini talep etmektedir. Onlara göre Alevîliğin Diyanet içerisinde temsili, Alevîliğin “devletleştirilmesi” ya da asimilasyonundan öte bir anlam taşımayacaktır.
Alevî taleplerinin ayrıştığı bir başka konu da 1980 darbesinden bu yana uygulanan zorunlu din dersleriyle ilgilidir. Kimi gruplar (örneğin Alevî-Bektaşi Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği) zorunlu din derslerinin laiklikle bağdaşmadığı gerekçesiyle topyekûn kaldırılması gerektiğini ifade ederken, daha “ılımlılar” din derslerinin seçmeli hâle getirilmesi ve bu derslere Alevîlikle ilgili bilgilerin dahil edilmesini talep etmektedir.
Ancak tüm Alevî gruplarının üzerinde hemfikir gözüktüğü konular yok değildir; örneğin eşit yurttaşlık hakkı, cemevlerinin ibadet yerleri olarak yasal statüsünün tanınması, Alevî türbe ve dergâhlarının Alevîlere iade edilmesi, Alevî köylere cami inşaatı ve imam atamalarına son verilmesi, Alevîlerce kutsal sayılan mekânlara baraj, yol vb. yapımının durdurulması…
KİMLİK TARTIŞMALARI
Bunlar, tümüyle kimliğe ilişkin taleplerdir: Alevî kimliğinin tanınmasına yönelik talepler. Ve aralarındaki çeşitlilik ne olursa olsun, 1980 sonrasında küresel ölçekte tırmanışa geçen neoliberal iktisadî yönelimin toplumsal yaşamda hegemonik kıldığı “yeni” paradigmayla uyumludur. Ne midir bu paradigma?
Kapitalizmin sosyalizmin basıncından kurtulup da özüne dönmüş hâli, neoliberal canavar sermaye hareketleri önündeki her türlü engeli yıkıp devirirken, çapını genişletip derinliğini arttırdığı yoksulluk ve yoksunluğun isyanını iki araçla bastırmayı öngörmüştü: etnik ve dinsel diriliş ile sınır tanımayan bir devlet şiddeti. Havuç işlevi gören etnik ve dinsel diriliş, neoliberal paradigma için birkaç bakımdan işlevseldi: etkisizleştirilen, işlevsizleştirilen ya da tümüyle tasfiye edilen sınıf örgütlerini (sendikalar, sosyalist/devrimci partiler, demokratik kitle örgütleri…) ve de Keynesyen “sosyal politikaları” kimlik siyaset ve söylemiyle ikame etmek… Bu yoldan sınıf mücadelesinin yerine “yoksulluğu hafifletme stratejisi” olarak etnik dayanışma örüntülerini devreye sokmak, böylelikle de bir yandan devletin sosyal işlevlerini cemaatlere yükleyerek emeğin maliyetini düşürmek, bir yandan da etnik rekabeti harekete geçirerek piyasaları dinamize etmek…
Umberto Eco’nun neoliberal cehennemi “yeni ortaçağ” olarak tanımlaması boşuna değildir: tepede Çokuluslu şirketlerin yer aldığı, en altta cemaatlerin kendi üyelerinin iktisadi ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştığı, ama aynı zamanda onları “hizada” tuttuğu, cemaatler arası rekabetin işgücü ücretlerinin daha da aşağıya çekilmesinden küresel piyasanın etnik ürünlerle çeşitlenmesine, kimi zaman da etnik boğazlaşmalara yol açtığı bir distopya… Küresel sistemin muktedirleri yeryüzü kaynaklarını yeniden ve yeniden paylaşırken mikro-milliyetçilikler hâlinde parçalanan bir dünya… Ve Güney’in yoksulları, etnik boğazlaşma kurbanları can havliyle kendilerini Kuzey’deki güvenli topraklara attıkça zengin ve mamur coğrafyalarda yükselen ırkçılık…
Sınıfsal taleplerin kimlik politikalarıyla ikamesinin yoksullara, ezilenlere, sömürülenlere fazla bir getirisi olmadığı, olamayacağı kısa sürede ortaya çıkacaktı. Tersine, kültürel gruplara irca olan (çoğunlukla savunmasız) ezilen azınlıklar, işsizlik tehdidi, işsizlik, toplumsal konumunu yitirme, yoksullaşma basıncı altındaki çoğunluk ırkçılığının boy hedefi hâline geldiler. Bir zamanlar sihirli formül olarak sunulan neoliberal “çokkültürcülük” umdesi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının kol gezdiği “Yeni Dünya Düzeni” sahnesinde birbirine kapalı ve birbirlerine karşı kuşku ve nefret besleyen kültürel grupların her an birbirlerini boğazlayabileceği bir trajediye dönüştü.
Bu böyledir, ama bu durumda yapılması gereken, “ulusal sol”un va’zettiği üzere hâkim ulus milliyetçiliğinden gayrısını “gayrımeşru” ilan edip ihanetle suçlamak değildir, kuşkusuz. Ya da dar bir sınıfçılığa teslim olup kimliğe ilişkin her türlü talebi “bölücülük” ilan etmek hiç değil…
Aslına bakarsanız, son onyılların deneyimi, kimliğe ilişkin taleplerin sınıflar arası mücadeleden tümüyle kopuk olmadığını, tersine, örtük sınıfsal temele sahip olduğunu açığa çıkarmakta. Bir etnik, dinsel vb. grubun çoğunluk mensupları ya da çoğunluğa dayalı iktidar güçleri tarafından dışlanması, tahakküm altında tutulması ya da kovuşturmaya uğratılması, nihayetinde iktisadî kaynakların dağılımıyla ilgili bir sorundur – hem ulusal hem de uluslararası sahnede. Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında gayrımüslimlerin maruz kaldığı soykırım ve tehcirlerin “sermayenin millîleştirilmesi”yle ilgili olmadığını kim öne sürebilir? “Kürt sorunu” olarak tescillenen girift sorunlar yumağı, nihayetinde T.C.’nin hâkimiyeti altındaki topraklardan bir bölümünü yitirme kaygısından kaynaklanmıyor mu?
Ya da Alevîler üzerinde Osmanlı’dan günümüze dek uzanan Sünnî mezalimin sınıfsal temelden yoksun olduğu, salt kültürel ve/veya dinsel nedenlerden kaynaklandığı ileri sürülebilir mi? Selçuklu’nun son demlerinden itibaren, özellikle de Osmanlı’da Saray ve çevresi, Anadolu’nun fethi sırasında destekledikleri göçer-köylü Kızılbaşları denetim altına alıp kırsala çeki-düzen verme uğraşına girmemişler midir? Ve tüm bir Osmanlı tarihi boyunca, Osmanlı zulmüne, boyunduruğuna ve sömürüsüne karşı isyanın adı Kızılbaş olmamış mıdır? Bir başka deyişle, Kızılbaşlık, Osmanlı boyunca sömürücü sınıflara karşı sınıf mücadelelerinin büründüğü kisve olagelmiş değil midir?
Şu hâlde vurgulamalı: Sınıf mücadeleleri, her zaman işçilerin fabrikaları işgal edip sokaklara döküldüğü “çıplak” biçiminde tezahür etmez. Kimi zaman, hatta çoğunlukla örtülü biçimlere bürünür: kimlik savları, iktisadî-siyasal kaynakların toplum içinde ya da uluslararası düzlemde paylaşımı ve/veya yeniden paylaşımı sürecinde yükselirken, egemenlerin ezilenler arasında çoğunluğun desteğini devşireceği ideolojik söylemlerdir. Ve yine kimlik, ezilenlerin iç dayanışmalarını konsolide, direnişlerini motive edecekleri unsurları sağlamakla, “güçsüzlerin silahı”na da dönüşebilmektedir.
Söylediklerimi günümüzde yaşadıklarımızla somutlayarak tamamlayayım: AKP siyaset sahnesine, küresel neoliberal rüzgârı arkasına alarak hem ulusal hem de uluslararası düzlemde pastadan payını arttırmaya istekli bir kesimin, Anadolu burjuvazisinin sözcüsü olarak çıktı. Bu kesim, yüzü Batı’ya dönük selefinin tersine, hem Türkiye’nin batılılaşma girişimi karşısında tepkili, hem de bölgesel serüvenlere girişme konusunda daha gözükara idi. Hareket alanını genişletebilmek, taban desteği sağlayabilmek için ise, bu coğrafyada en kaba asgarî müşterekleri harekete geçirebilme yetisine başvurmak zorundaydı: şovenizm, dinsel taassup, kadın düşmanlığı, homofobi…
Bu topraklardaki Osmanlı bakiyesi Alevî düşmanlığının bugün kaşınmasının “ekonomi-politiği”, hiç kuşku yok ki, toplumsal tabanıyla ilişkilenmeyi Kemalist Cumhuriyet’in Batıcı ve laik yönelişiyle hesaplaşmaya endeksleyen bu kesimin tırmanışıyla bağlantılıdır. Hem içeride “suyun başını tuttuğu”na inandıkları Alevîlerin tasfiyesiyle elinin genişleyeceğine inanan hatırı sayılır bir Sünnî nüfusun varlığından ötürü, hem de Alevî düşmanlığı, iktidar partisinin Ortadoğu’da oluşturulacak bir Sünnî eksenin lideri olma hesabıyla örtüştüğü için…
Alevî derneklerini “devlete destek olmaya” çağıran Türkmen Alevî-Bektaşi Derneği Başkanı Özdemir Özdemir’in, “O yalıda oturan Alevî vakıf başkanlarına sesleniyorum. O yalıları başınıza yıkarlar, orada oturamazsınız. O paralarınızı elinizden alırlar, sizi bu Türkiye’de öldürürler,”[18] tehdidi boş laf değildir…
Bu durumda, Alevîlerin kendilerini salt “tanınma”yla, devletin kendilerini kabul etmesi ve dinsel/ kültürel inançlarına saygı gösterme talepleriyle sınırlandırması, kendini etkisizleştirmekten başka bir sonuç vermez. Aralarındaki “devletin Alevîsi” olmaya gönüllü simsarların çabası ne olursa olsun, günümüzde büyük bölümünü kent yoksullarının oluşturduğu Alevîler, mücadelelerini “cemevlerinin yasal statüsü”yle, Diyanet’te temsil edilip edilmemeyle sınırlandıramaz, sınırlandırmamalı. Çünkü tüm kültürlerin, tüm inançların ve inançsızlığın birbirlerinden beslenerek, birbirlerini zenginleştirerek bir arada yaşayabileceği tek zemin, Baba İshak’ların, Şeyh Bedreddin’lerin, Börklüce Mustafa’ların, Pir Sultan’ların uğruna ölüme yürüdüğü, “yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde hep beraber” diyebileceğimiz eşitlikçi, ortaklaşmacı bir dünyadır…
Ve bu dünya için mücadele sancağını, günümüzde Ethem’ler, Ahmet Atakan’lar, Ali İsmail’ler, Abdocan’lar devralmıştır…
4 Ocak 2017 20:23:14, Ankara.
N O T L A R
[1] 31 Ocak 2017 tarihinde Mamak AKA-DER’de yapılan konuşma… Kaldıraç, No:187, Şubat 2017…
[2] Pir Sultan Abdal.
[3] “Kuruluş ve Tarihi Gelişim”, http://www.diyanet.gov.tr/tr/kategori/kurulus-ve-tarihce/28
[4] Bu yasa, bütün tarikatlarla ve türbelerle birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, bir kısmı Alevîlikle doğrudan ilişkili eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklıyordu.
[5] “Paşaların paşası Kenan Paşa ve arkadaşlarının kurduğu ‘Atatürk Yüksek Kurulu’ 20 Haziran 1986’da da Turgut Özal’ın desteğiyle bir toplantı yapmıştı. Toplantıyı Cumhurbaşkanı Kenan Evren yönetmişti. İşte o toplantıda oybirliğiyle kabul edilen rapor: ‘Türk-İslâm Sentezi’ni temel alan bir kültürün tüm ulusa kabul ettirilmesine karar verilmiştir’…” (Hikmet Çetinkaya, “Yeni Senaryolar…”, Cumhuriyet, 6 Mart 2007, s.5.)
[6] Martin van Bruinessen, “1980’den bu yana sergilenen İslâm’a yönelik resmî tavır, Kemalist gelenekten şimdiye kadarki en büyük kopuşu temsil eder,” diyor. (M. Van Bruinessen, “Türkiye’de Kürtler, Türkler ve Alevî Uyanışı”, Kürtlük, Türklük, Alevîlik. Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000:121)
[7] DİB’in 2017 bütçesi, 6.8 milyar TL ile 11 bakanlığın bütçesini aşıyor. (“2017 Bütçesi Erdoğan ve Diyanet’e Yaradı”, Birgün, 26 Aralık 2016.)
[8] Çeşitli devlet kurumları ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan protokollerle, din görevlileri boşanmak isteyen çiftleri barıştırmaktan hastalara telkine, okul “kıran” çocukların ıslahından, trafik kurallarına uyulmasını sağlamaya dek gündelik yaşamın kılcal damarlarına nüfuz etmesinin önü açıldı. (Bkz. S.Özbudun, “Diyanet(in) Toplumu mu?”, Esmer, Mart 2012, No:72, ss.21-23.)
[9] Reha Çamuroğlu, “Türkiye’de Alevî Uyanışı”, Alevî Kimliği, der: T. Ollson, E. Özdalga, C. Raudvere (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999: 97-98.
[10] Hacettepe Üniversitesi, Nüfus Etütleri Enstitüsü, Türkiye’nin Demografik Dönüşümü, TNSA 2008, http://www.hips.hacettepe.edu.tr/TurkiyeninDemografikDonusumu_220410.pdf, s.19.
[11] Fuat Bozkurt, “Alevîliğin yeniden yapılanma sürecinde toplum-devlet ilişkisi”, Alevî Kimliği, der: T. Ollson, E. Özdalga, C. Raudvere (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999: 105.
[12] Kırsal Alevîlik de sanıldığı üzere, türdeş bir bütün değildir. Kürt-Türkmen-Arap Alevîliği gibi etnik bölünmenin yanısıra, yüzlerce yıldır tecrit koşullarda yaşamış olmak, Anadolu (Türkmen) Alevîliğini dahi, birbirlerinden “kız ve tuz” alıp vermeyen gruplara bölmüştü: Birdoğan Şah İsmail yanlısı “asalı” dedeler ile Osmanlı icazetli “pençeli” dedelere bağlı cemaatler arasındaki temassızlığı anlatırken, “Kimi büyük köylerde etnik kökene, tarihsel olaylara göre birkaç tür Alevîlik varsa bunlar yüzyıllardır birbirinden kız ve tuz alıp vermezler,” der (Nejat Birdoğan, “Süre’nin aşındırması ya da kent koşullarında Alevîlik”, Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi, No:26, Mayıs 1998, s.8). Göçle birlikte bu ayırımlar kentlerde hızla yok olurken, farklı bölgelerden, farklı köklerden gelen Alevîler, kentlerde birbirleriyle buluşma olanağını buldular.
[13] “Sivas’taki otel yangını, devlet aygıtının -Sivas’taki yerel polis ve yerel idare- toplumsal ayrılıklar üzerinde yer almadığını ve saldırganların tarafını tuttuğunu göstermişti. Merkezî hükümet görevlileri, 1980’lerde aşırı sağcı Sünnî Müslümanlarca doldurulmuş polis teşkilatının en azından bir kısmı üzerinde kontrole sahip değildi…” (M. Van Bruinessen, ““Türkiye’de Kürtler, Türkler ve Alevî Uyanışı”, Kürtlük, Türklük, Alevîlik. Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000: 127).
[14] Nitekim, Devrimci Alevîler Birliği’nin talepleri arasında, “Kürt halkının özerklik hakları Anayasayla güvence altına alınıp, Kürt sorunu barışçıl demokratik bir şekilde çözülmesi” de yer alıyor. Bkz. “Alevîlerin Hak ve Talepleri”, http://alev-i.com/siyaset/Alevîlerin-hak-ve-taleplerin/.
[15] Bkz. Sibel Özbudun, “Cin Şişeden Çıkarken”, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ankara, Ütopya Yayınları, 2010: 35-41.
[16] Alevîlikle ilgili yayınlar konusunda o dönemde yapılmış bir çalışma için bkz. Karin Vorhoff, “Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşilikle ilgili akademik ve gazetecilik nitelikli yayınlar”, Alevî Kimliği, der: T. Ollson, E. Özdalga, C. Raudvere (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999: 32-66.
[17] Dr. İştar Gözaydın’ın saptamasıyla, Alevîliği daha geleneksel ve İslâm-içi tanımlayan grupların başını Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği (1992) ile Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi (CEM) Vakfı (1995) gelmektedir. Ehl-i Beyt Vakfı (1994), diğer gruplara oranla İran Şiîliğine daha yakın durur. Buna karşılık, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (1994) ve Alevî-Bektaşi Federasyonu (2003) çevreleri ise, Alevîliğin İslâm’dan çok daha önce ortaya çıkmış, kendine özgü bir din olduğunu savunmaktadır. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin (1989) başını çektiği eğilim ise Alevîliğin, ‘din dışında’ ve ‘Anadolu halkına özgü bir felsefe ve yaşam biçimi’, ‘demokratikleşme, çağdaşlaşma ve laikleşme mücadelesi ve/ veya ‘toplumsal muhalefet ve direniş odağı olduğunu savlamaktadır. (İştar Gözaydın, “Dini Doğruluk İddiası ve Çoğulculuk: Türkiye Örneği”, Eugen Biser Foundation, Münih ile Alman Büyükelçiliği tarafından düzenlenen “Dini Doğruluk İddiası ve Çoğulculuk” konulu Konferans’ta sunulan tebliğ; 15 Ekim 2015.)
[18] “Alevîleri Tehdit Eden Özdemir TBMM Gündeminde”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2017… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/654892/Alevîleri_tehdit_eden_Ozdemir_TBMM_gundeminde.html
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024