Adalet herkes için olabilecek mi?

Adalet nedir? Kim adalet istiyor ve hangi sistemin içinde ve kimler adına? Yasalar adaleti sağlayabilir mi? Mevcut birtakım yasalara göre karar vermek, gerçekten adaleti getirir mi? Toplumsal bir uzlaşma doğrultusunda yasa yapmanın adalete yararı var mıdır?

Ve “adalet” kavramı üzerine sorulan bu sorular uzar gider.

“Adalet” denilen şey, her zaman ucu açık bir kavram olarak kalmaya mahkûmdur. Belirli siyasi konjonktürler içinde bu kavram net bir biçimde tanımlanabilir mi? Tanımlanabilir elbette… Söz konusu tanım ise bu durumda kesinlikle ardına o toplumsal uzlaşmanın desteğini alacaktır.

Ama “toplumsal uzlaşma” denilen şey nedir? Herhangi bir iktidar ve herhangi bir lider çevresinde birleşenler midir “toplum”? Pekiyi o iktidarın ve liderin dışında kalan “bazı kitleler” ne olacaktır? O halde iktidardan ve liderden yana “olanlar” ile “olmayanlar” arasındaki uzlaşmadan mı konu açıyoruz şimdi?

Bu uzlaşma bir “demokrasi” tanımına gereksinim duymaktadır. Fakat bu kez de karşımıza daha zor bir soru gelmektedir: Demokrasi nedir? Parlamenter sistem, “iyi” ya da “kötü” de uygulansa, demokrasiyi çağırır mı? O sistemin dayandığı yer de acaba yine “çok” olmaya mı bağlıdır? Yoksa “az” olanların haklarını vermek midir demokrasi? Öyleyse “az” olanın haklarını kim verecektir? “Çok” olanlar mı? “Çok” olanın “az” olana armağan ettiği haklar, aslında bir “demokrasi” armağanı mıdır?

Bu sorular da uzar gider.

‘Çok’ olan ‘az’ı anlar mı?

Oysa bu noktada, tüm bu sorular arasında bir ayrıntı ortaya çıkar ki işte bunun yanıtını verebilmekte zorlanırız: Eğer “az” olan, yalnızca kendi yaşamından kaynaklanan pratik sorunlar üzerinden hareketle, “çok” olandan “farklı haklar” talep ederse ne olacaktır? Böyle olduğunda “çok” olan, “az” olanın talep ettiği hakların nedenlerini anlamalıdır; başka türlü bir söyleyişle, “az” olanın maruz kaldığı yaşamsal açmazlar, “çok” olan tarafından kavranmalıdır ki verilecek o haklar için bir tartışma, ardından da olası bir uzlaşma gerçekleşebilsin. Sanki ilk bakışta bu, demokrasi yönünde olumlu bir çıkış gibi algılanabilir.

Ne var ki “çok” olanın “az” olanla kurduğu bir empati sonucu, ona haklarını vermesi yine sorunludur; çünkü burada “hakları armağan etme” sorunu aşılamaz ve demokrasi yine eksikli bir hal alır. Aynı anda yeni bir soru daha belirir: “Çok” olanın “az” olana karşı geliştirebileceği empatinin sınırları nedir? O empatinin sınırları, “çok” olanın “iyi niyet”i ve “yumuşak bir bakış açısı” ile genişletilebilir mi? İyimser bir yaklaşımla, bu soruya “evet” yanıtı verilebilir ve kimi zamanlar bu yumuşak bakış açılarının tesis edilebilmesi, “çok” olan ile “az” olan arasındaki sınırı da yumuşatabilir ve bu iki kutbu birbirlerine oldukça yaklaştırabilir.

İster “çok” olan, ister “az” olan olsun, bunlar eğer bir sistem içinden konuşuyor ve o sistem içinde siyasi bir mücadele veriyorlarsa, aralarında empati daha kolay kurulacak ve birbirlerine yaklaşmaları, hatta iç içe geçmeleri daha kolay olacaktır. Belki de “toplumsal uzlaşma”dan kastettiğimiz şey budur; açıkçası, “çok” olan ile “az” olan, bir yerde iktidar mücadelesi veriyorlarsa, iş “iyi niyet” ile halledilebilir, toplumsal uzlaşmaya erişebilmenin hazzı yaşanabilir.

Böylece bu “iyi niyet” ölçüsündeki yakınlaşmanın da bir sınırı mevcuttur. O da şudur: “Çok” olan ile “az” olan arasında iktidar mücadelesinin verildiği sistemi aşmamak… Aksi durumda sistem tehlikeye girecek ve o sistemin “yönetici”si olma olasılığı ortadan kalkacaktır. “İyi niyet” ile örülmüş bir toplumsal uzlaşma ağının belirli sınırlar içinde kaldığı da anlaşıldığında, “demokrasi” ve “adalet” kavramlarının ne olduğu meselesinin hep askıya alınma zorunluğu ortaya çıkar. Öyle ya; mağduriyeti doğrudan mevcut sistemin işleyişinden kaynaklanmış “az” olanların hakları nasıl kotarılacak ve hangi toplumsal uzlaşma bunların işine yarayacaktır? Böyle bir sorunun yanıtı yoktur. Onların hak arayışları, her zaman illegal olarak tanımlanır; “adalet” ve “demokrasi” kavramları onlar için kullanılamaz.

Sistem ve açmazlar

“Sistem” denilen şey, her ne kadar uzun tartışmalara sahne olan bir kavram ise de pek o kadar tanımlanamaz bir şey de değildir; değil mi ki onun işleyişini ve doğurduğu sonuçları pratikte deneyimleme şansına sahibiz, o konuda birkaç şey söyleme olanağını da bulabiliriz: Küresel bir sermaye akışı içinde, en basit çalışma koşullarından en kanlı savaşlara, en alışılmış siyasi örgütlenme biçimlerinden en sert faşizmlere kadar uzanan ve tüm bunlar arasında hareket ederken, anlık manevralarla yaşama sarılmak zorunda kalınan bir durum; bir “şey”… Üstelik o sistemin, kendi çıkarına göre yeniden ve yeniden tanımlayıp durduğu “toplumsal uzlaşma”, “demokrasi” ve “adalet” kavramları… Özetle, konjonktürel çıkara bağlı tanımlara kurban giden kavramlar…

Ve bu konjonktürel tanımlara inanan, bazen de zorla boyun eğen kitleler… Ya da bilerek ya da bilmeyerek, o yaşam koşullarının dışına kayıp illegal hale gelmiş diğer kitleler…

Şu anımsanmalı: Jacques Derrida, “adalet” kavramını tanımlarken, ona “karar verilemezlik” niteliğini yakıştırmıştı. İronik bir yaklaşımdı bu… Ama buradaki “ironi” sözcüğünü “komikleştirmek” gibi algılamamalı; bu sözcük, “adalet”i tanımlamak için kullanıldığında, daha çok “açmaza düşmek” durumuna denk gelir. Yani “adalet” kavramının en net karşılığı, o kavramın hep bir açmaz içinde bulunmasıdır. Öyleyse şunu mu söyleyeceğiz: “Adalet adına karar veremediğimiz durumlar, adaletin en net anlamını vermektedir.” Olabilir bu; oysa bunun bir pratiği yoktur, asla da olamayacak ve “adalet” denilen şey hiçbir zaman yaşama geçemeyecektir. İroni, yani açmaz buradadır.

İyi de; açmaza düşmüş “adalet” kavramının işlevi nedir? Şu: Mevcut sistem içinde tasarlanan ya da uygulanan her “adalet”, ironik bir biçimde bir kuşku yaratacak artık. Güvenle, gönül rahatlığıyla ve yasalara göre verilmiş hiçbir karar sorunsuz olmayacak, kuşkulara açık olmayı sürdürecek. Demek ki “adalet” denilen şey, somut bir durumdan çok, bir duyguyu işaret ediyor bize: “Adalet” kavramından, “adalet duygusu”nu kastediyoruz. Bu da çok bireysel bir şey elbette; neredeyse şiirsel bir şey.

En küçük, yerel bir insan hakları sorununun bile artık kendine dünya ölçeğinde yer bulabilmesi ya da tam tersi, dünya ölçeğinin en küçük, yerel bir insan hakları sorunu ile doğrudan bağlantılı hale gelmesi… Bugün “adalet” kavramı adına aklımıza takılan konular olmalı bunlar. Bu belirtilen konular, alternatif bir “küreselleşme” hakkında ipucu veriyor: Küresel yaklaşımların hiçbir zaman büyük söylemlere dönüşmeme gereği… Bu gerekli; çünkü, demokrasi talebinde bulunan büyük örgütlerin de kendi içinde demokrasi zaafları yaşadığına tanık olabiliyoruz. Sözü edilen gerekliliğin başka bir anlamı daha var: Küreselleşme siyasetlerinin “baş” uygulayıcısı pozisyonunda bulunan keyfi sermaye gücünün denetim altına alınması…

Bu mümkün mü? İçinde bulunduğumuz koşullarda mümkün değil gibi duruyor; oysa böyle bir denetimin başarılabildiğini düşünsek, ulusalcılığın sığındığı tabular dünyasının sınırları dağılacak, keyfi sermaye gücünün haksız meşruiyeti de tartışmaya açılacak. Ki o tartışma, örneğin Türkiye’deki insanların hapishanelerdeki mağduriyetinden, Hindistan’daki çocuk emeğinin sömürülmesine, kimlikler üzerine uygulanan baskılardan, herhangi bir ülkedeki işçilerin çaresizliğine kadar yayılan bir alana dikkat çekecek. Fakat belirttiğimiz gibi, bu mümkün görünmüyor.

Adalet nasıl sağlanır?

Yine de tüm bu gereklilikleri göz önünde tutmadan, “adalet” kavramının gerçekleşemeyeceğini anlamalı. Mademki dünya siyasetinin gücü karşısında elimiz kolumuz bağlı duruyoruz, gereklilikleri göz önünde tutmak bize ne sağlayacak o halde? Yanıt basit: Adalet duygumuzu, bireysel bir tutarlılık temeline oturtmamızı sağlayacak. Aksi halde, o duygu da yitip gidecek ve “adalet nedir?” diye sorduklarında, yalnızca kem-küm edeceğiz ve büyük olasılıkla da yeni adaletsizliklere yol açacak tanımlar yapacağız.

İnsan hakları ihlallerinin düne göre daha değişik tanımlanması gerektiği bir dünya bu… Yalnızca devletten gelen ihlallerin değil, örneğin dinden gelen, iş dünyasından gelen, basından gelen, toplumsal zihniyetten gelen, üniversiteden gelen, farklı kurumlardan gelen, kadın-erkek ilişkilerinden vb. gelen, hukuku zorlayan ihlallerin öne çıktığı durumların dünyası… Söz konusu ihlaller devlet ihlallerini aştığı için, çözümler de geleneksel siyasi çerçeve içinde kalmaktan çok, kültürel ve sosyal çözümler olarak ve en fazla da bireysel adalet duygusuna bağlı tutarlılıklar olarak öne çıkıyor.

“Farklı bir dünya” istemek, “farklı bir toplum” istemek ya da “farklı bir devlet” istemek, insanların hakkıdır doğallıkla; bunun da en fazla adalet duygusunun bir tutarlılığa erişmesiyle ilgisi var. 9 Temmuz mitingi, “herkes için adalet” düşüncesini ilan etti; itiraz edilecek bir yanı yok bunun; umut verici bir slogan… Öte yandan o mitinge gelen her kişi, “adaleti nasıl ve hangi siyaset ile sağlarım?” düşüncesiyle gelmemişti o meydana; sadece bir adalet duygusu taşıyan kişilerdi onlar… Bu da umut verici…

Oysa yine de şu vurgulanmalı: Artık bugün o meydandaki herkes, kendi adalet duygusunun ne ölçüde salt kendine ait olduğunu düşünmeli ve ne ölçüde mevcut sistemin dayattığı iktidar arzusundan bağımsız olabildiğine bakmalı. Yoksa bir kez daha, o sloganın hiçbir anlamı kalmayacak.

Kaynak: Kültür Servisi