Yazı mı şimdi bu?

Epey bir aradan sonra korona günleri nasıl geçiyor diye editörümüzü arıyorum, tabi ki mesele sadece hal hatır sormak değil, kendimi hatırlatmak da var işin içinde. “Yazmak uğruna canıma kastetmeyi aklından geçirdiğini unutmadım” dercesine, neden yazmıyorsun diye soruyor. Beklediğim soru da bu zaten; neden yazmıyorsun?

Başka bir şey söylemesine fırsat bırakmadan, “madem bu kadar ısrar ediyorsun yazarım” diyorum. (Yazmak isteyen sen değilmişsin de ısrarlara dayanamadığın için yazıyormuşsun havası yaratmak bu işin raconundandır diye duymuştum).

Yazarım diyorum da şöyle giriş, gelişme, sonuç kuralına uyarak ağız tadıyla eleştirel ne yazabilirim peki? Ben görmedim, görenlerin yalancısıyım ama duyduğuma göre milli ve yerli medyada, aynı şahıslar bir gün diplomasi uzmanı, ertesi gün pandemi uzmanı, sonraki gün finans uzmanı, ertesi hafta uzay bilimlerinde yetkin isimler olarak arzı endam ediyormuş. Benim neyim eksik deyip, mevzuya dalsam ben de? Yok yok, kendini bilmek erdemdir derler, alay konusu olmayalım durup dururken.

Hani, kendinden pek emin olarak kontuara yanaşıp, görevliden yeterli ilgi ve önceliği görmediğini düşünen şahıs, “sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye kükreyince, görevli sakince mikrofona uzanıp, “kontuarda kendinin kim olduğunu bilmeyen biri var, yardımcı olacak kimse yok mu” diye anons etmiş ya… Tabi ki bizim buralarda olmaz böyle şeyler, çünkü bizde unvan, makam, mevki sahiplerini, ben kimim sorgulamasını yapmak durumunda kalmasınlar diye özel bölmelerde, ayrı kapılardan getirir götürürler.

Sahi erdem demişken, erdemden, etikten, masumiyetten mi lafı açsak? Sokrates’a erdem nedir diye sormuşlar, o da “bilmiyorum, bilen biri var dediler, onu görmeye gittim, o da erdemli olduğunu söyleyecek kadar boş biriydi” demiş. Sokrates aleyhiselamdan bu yana her dönem tuzu kuru üst sınıfların sofralarındaki yemek takımları gibi, sohbetlerinin süslerinden olan ve muktedirlerin hile ve çürümüşlüklerini örtmek için kullandıkları etik, erdem, fazilet, gurur gibi boş fantezilerini bizlere pazarlamak için istihdam edilen hoca, aydın, akademik ordularını beslemeye ödenen bedeli düşünmek bile ürkütücü.

Ama yine de insanın da masum ve dolayısıyla erdemli olduğu haller vardır; bebekken ve ölüyken. Meselelerin gerisi üst sınıfların fantezisine girer, biz girmeyelim.

Bizim zamanın mekteplerinde “Hal ve Gidişat” diye bir karne notu vardı galiba. Bundan mülhem, genel hal ve gidişat pek iç açıcı değil, çuvalladık diye başlasak diyorum ama kime ve neye göre hal ve gidişat? Birilerinin kötü gördüğü hal ve gidişat, başkaları için bulunmaz fırsat. Savaşların katliam ve soykırımların, soygun ve talanların, zulüm ve işkencelerin de kazananları var ve kazananların gayet güçlü ahlaki, dini, milli, siyasi gerekçeleri de var elbet. Hak geçmesin sonra!

Muktedirler, muktedir dalkavukları, işkenceciler mi kim?  Herkes olabilir; ben, sen, öteki… Demokrasinin fazileti bu! Görevler babadan oğula geçmiyor. Seni bilmem ama ben böyle biri değilim ve olamam diyorsunuz eminim. E olamazsın çünkü fırsatın olmadı, o görevleri kaderinde muktedirlere yakınlık olan bir başkası üstlendi. Nazi Almanya’sında kendi halinde yaşayan, radyo gazete ve sinema salonlarında devletin, milletin ve önderin yüceliğini tekrarlayan propagandayla coşmak dışında siyasetle ilgisi olmayan, kimseye bir kötülük etmemiş (etmeyeceğine de inanan) bir ev hanımını düşünün. Gazetede toplama kamplarında görevlendirilmek için bayan eleman ilanını görüyor, başvuruyor ve işe alınıyor. Artık bir işi, bir maaşı var, sadakatle devletine, milletine ve liderine hizmet etmek, verilen görevi hakkıyla yerine getirmek fırsatı da ayrı bir gurur.

Devletin kutsandığı toplumlarda devlete hizmet onunla özdeşleşmeyi, kendini devlet olarak görmeyi gerektirir. Toplama kampının işkenceci canavarına dönüşen o melek yüzlü masum hanımefendi de öyle düşünüyordu. 28 Şubat’ın kudretli generalleri de öyle düşünüyordu, Boğaziçi Üniversitesi öğrenci temsilcisinin iddiasına göre rektör atanan muhterem zat da öyle düşünüyor; “bana dokunmak devlete dokunmaktır”. Haksız mı? Neyse, kutsallara eleştirel yaklaşılmaz, başka mevzu aramalı.

Belki de en kolayı hayatımızı himmetine mazhar olmaya adadığımız talancı bezirgânlar kapitalizmine saydırmak da sermayeciliğin bu en yıkıcı tarzına bütün kalbiyle iman etmiş din ve siyaset erbabı onu hakkiyle yapıyor zaten. Geçenlerde “muhalif” iktisat yazarlarından birinin önerisine denk geldim. Şirketlerin demokratikleşmesinden söz ediyordu. Talancı kapitalizmin demokratik şirketi! Severim ben böyle muhalefeti. Eleştirmeyeyim şimdi.

İnsan hakları, hayvan hakları, sınıf hakları, cinsiyet hakları, etnik, sosyal, kültürel haklar… Yok yok, bu mevzuların uzmanları var, boyumdan büyük işlere kalkışmamalıyım.

Denebilir ki, mesele uzmanlıksa ve ille de yazacaksan tecrübe sahibi olduğun mesleki mevzularda yazsana be adam! Yıllarca kağnı arabasına koşulmuş emektar öküze mesleki tecrübesinden sorulsa ne kağnı arabasının ne de boyunduruğun lafını duymak istemeyeceğinden eminim.

Morallerin bozuk, keyflerin kaçık olduğu bu zor zamanlarda moral yükseltici şeyler söylemek lazım belki de. Moral düzelteyim derken tamamen yıkmadan tabi (Moral derken, zinhar ahlak manasında değil). Misal, koronanın ilk zamanlarında, devletin din kurumu halka moral kaynağı olsun diye her akşam sala okutmaya karar vermişti de bu uygulamanın kalan moralin son kırıntılarını alıp götürdüğünü görüp vazgeçmişlerdi.  Dikkatli olmalı yani.

Düşünsenize, entübe vaziyette (korona sayesinde öğrendik bunu da) yaşama tutunmaya çalışan bir hastanın moralini yükseltmek için içeri doktorla hemşire giriyor. Gözlerini zar zor aralayan hasta doktoru değil göğsündeki “Cennet” yazısını görüyor. Doktorun arkasında beyaz giysisi içinde tatlı tatlı gülümsemeye çalışan hemşirenin de göğsünde “Melek” yazıyor. Karşısında cenneti ve meleği gören hasta direnebilirse dirensin bakalım.

Sevgili editörümüze “yazarım” diye söz vermiştim ama yazacak bir şey bulamadım yine.

Mülkiye’deki öğrenciliğimden beri tekrarlana tekrarlana kulaklarımda çınlamaya dönüşen “aşağıya bak” komutuyla şartlanmış olarak bahçeye çıkıyorum, aşağıya bakarak. Hanımın çiçek ekim alanında yaptığımız yeni düzenleme gözüme çarpıyor. Çiçek bandını biraz daha genişletirsek bahçedeki bu sevimsiz görüntüyü çözeriz diye düşünüyorum. Zemherideyiz şimdi. Baharı beklemek lazım.

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)