Yumuşak uzlaşmanın sonu

Ahmet İNSEL

Batı demokrasilerinde siyasete son otuz yıldır hâkim olan solun ve sağın merkeze doğru evrilmesi eğilimi bir yıldan beri tersine dönüyor. Ana akım solun küreselleşme üzerinden neoliberal dogmayı kabul etmesi, ana akım sağın milliyetçi ve cinsiyetçi temaları ikinci plana atmasıyla gerçekleşen bu yakınlaşma, kara Avrupası’nda ve olumsuz anlamda “yumuşak uzlaşma” olarak nitelendiriliyordu. Buradaki yumuşak sıfatı, insanlara heyecan vermeyen, onların somut sorun ve endişelerinin politikaya tahvili sırasında ciddi biçimde törpülendiği, siyasetin ruhsuzlaştırıldığı bir yönetici sınıf dilini ve tahayyülünü ifade ediyor. Bu uzlaşmanın üzerinde kurulduğu zemin, küreselleşmenin kaçınılmaz ve sonucunun herkese yararlı olduğu, piyasa ekonomisinin dayattığı gerçek ve onun gereklerinden başka bir gerçeklik olmadığı iddialarıydı. Bunu en açık Margaret Thatcher ifade etmişti: “There is no alternative”, yani piyasa kurallarının mutlak hâkimiyetinden “başka seçim imkânı yok!”

Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yapılan önseçimlerde sadece sağda değil, solda da sürpriz yaşandı. İkinci turu 29 Ocak’ta yapılan Sosyalist Partisi ve müttefiklerinin aday adaylarının katıldığı önseçimde, Sosyalist Partisi’nin sol kanadından Benoit Hamon, birkaç ay öncesine kadar başbakan olan Manuel Walls’ın önüne ciddi bir farkla geçti. Sonbaharda kamuoyu araştırmaları Hamon’u adaylar arasında dördüncü veya beşinci sırada gösteriyordu!

2012’de solun seçimleri kazanmasının ardından kurulan hükümette ilk iki yıl bakanlık yapan ve hükümetin dümeni sağa kırmasının ardından bakanlıktan istifa eden Hamon, aday adaylığını ilan eder etmez merkez medyanın hep hedef tahtasında oldu. Önerdiği evrensel gelir güvencesi, çevre kirliliği ve halk sağlığı konusunda dile getirdiği hassasiyet ve somut öneriler, katı ve militan laiklik anlayışına karşı demokratik bir laiklik politikasını savunması, iktisat politikasını kamu harcamalarının azaltılması hedefine indirgememesi yumuşak uzlaşmanın sözcüleri için uçuk kaçık önerilerdi. Buna karşılık önseçime katılan iki milyon sol seçmenin yüzde 60’ı Sosyalist Partisi’nin giderek sağa kaymasına dur dedi.

Benzer bir süreç ABD’de Benny Sanders’in Demokrat Parti adaylık yarışında yaşandı. Sonunda parti örgütünün bastırmasıyla “makul aday” Hillary Clinton önseçim yarışını kazandı ama Sanders’ın göreli başarısı parti içinde sol temaların çok daha güçlenmesini sağladı. Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi’nin başına sol kanadın adayı Jeremy Corbin’in beklenmedik biçimde seçilmesi de benzer bir sürecin sonucuydu. Bu sefer, İşçi Partisi’ne küsmüş gençler, partiye kitlesel biçimde yeniden kaydolarak, Corbin’in kazanmasını sağladılar.
Bu üç vakada solun hâkim partisinin yöneticilerine ve milletvekillerine sol seçmen tepkisi etkili oldu. İspanya’da ise, hükümet partisi olmaya iyice alışmış Sosyalist Partisi’ne sol baskı PODEMOS’un ortaya çıkışı ve beklenmedik yükselişi biçiminde geldi.
Yumuşak uzlaşmaya tepki sadece solda ortaya çıkmıyor. Radikal sağın hemen her yerde az veya çok yükselişi, merkez sağ partilerini de daha sağa çekiyor. Donald Trump’ın beklenmedik biçimde önce Cumhuriyetçilerin adayı, ardından ABD Başkanı seçilmesi siyaset elitlerine karşı radikal sağcı tepkinin en yakın örneği. Birleşik Krallık’ta aşırı sağ partinin Muhafazakâr Parti üzerinde oluşturduğu baskıyı ve AB’den çıkma önerisinin kazanmasını, yumuşak uzlaşmaya karşı sağcı değerler dünyasında gelişen tepkinin bir ifadesi olarak değerlendirmek mümkün. Fransa’da da sağın cumhurbaşkanı adayı önseçimini, merkez medyanın desteklediği eski başbakan Alain Juppe’nin rahatlıkla kazanması beklenirken, Katolik ahlakçılığı ve otoriterlikle zenginsever piyasacı politikaları birleştiren bir başka eski başbakan, François Fillon birinci geldi. Fransa’da da sağ seçmenlerin sağcılaşmaları sadece aşırı sağın yükselmesiyle kendini ifade etmiyor.

Bu iki merkezkaç dinamik, Batı demokrasilerinde son otuz yılda siyasal alanı kuşatan ve “gerçekçi politikaların” sınırını çizen yumuşak uzlaşmanın üzerinde yükseldiği zemini hızla daraltıyor. Solda ve sağda olmanın arasındaki mesafe hızla açılırken, medyanın ve elitlerin gözdesi siyasetçilere karşı tabandan gelen sessiz ama derin tepki her yerde kendini gösteriyor. Batı demokrasileri, kimisi daha hızlı kimisi daha yavaş, “tarihin ve ideolojilerin sonu” ideolojisinin sonunu yaşıyorlar. Bu da sol siyasete, dönüşen toplumsal yaşamda herkes için arzulanabilir bir gelecek ümidini, rüyasını dile getirme ve bunun somut adımlarını atma üstünlüğünü yeniden kazanma imkânı sunuyor.

Ahmet İNSEL