Marksizm postmodernizme karşi: gerçek ile saklambaç oyunu

Felsefe tarihi, çok çeşitli dünya görüşlerini ve ilkeleri kapsayan düşünce okulları, alt grupları ve akımları ile geniş bir yelpazeyi biliyor. Ama bu sayısız felsefi yönlerin ortasında – bazıları rasyonel ve materyalist, diğerleri idealist ve tamamen mistik – en azından, iyi bir teori için kriterin, tutarlılık, doğruluk ve ayrıntılara gösterilen büyük özen olduğu konusunda bir fikir birliği vardı. İlgili felsefe her neyi formüle ediyor olursa olsun, sonuçta bu, gerçeğe ulaşmak için verilen bir mücadeleydi. En gerici filozofların konumu bile buydu. İlahi aydınlanma teorisi karanlık ortaçağın ideolojik omurgasını oluşturan Hippolu Augustinus gibi insanlar bile, en azından argümanlarını kesin ve mantıklı bir şekilde sunmaya çalıştılar.

Zaman nasıl değişti: Kapitalist çöküş döneminde felsefe de bir çöküş sürecine girmiştir. Postmodernizm bu gelişmenin en açık ifadesidir. Bu düşünce ekolü yarım yüzyıldan beri dünyaya yayılıyor, bir ülkeden diğerine sıçrıyor ve bu arada sürekli mutasyona uğrayarak yeni ve hep daha tuhaf varyantlar ortaya çıkarıyor. Böylece, alt disiplinler ve post-kolonyalizm, queer teori gibi akımlar, feminizmin farklı biçimleri ve benzerlerinden, günümüz sosyal bilimlerinde ve genel olarak akademik dünyada egemen, bir komplex ortaya çıktı.

Postmodern felsefe, tarihin en seçkin düşünürlerine küçümsemeyle yaklaşıyor ve onları itibarsızlaştırıyor. Mantıksızlık ve anlaşılmazlık ilke haline getirilirken, aynı zamanda akıl genel şüphe altına alınıyor. Teoride samimiyet ve gerçeğin peşinde koşmak, sonsuz çekinceler, çok anlamlılık ve anlaşılmaz dil içinde boğuluyor. Aşağıdaki pasaj bu akımın en iyi örneğini sunmaktadır:

“Siyasi sol radikalizmden çok daha önemli, yoğunlukların politikasiyla cok daha yakın bağlantılı: muazzam bir yeraltı hareketi, henüz tereddüt halinde, daha çok bir huzursuzluk, şiddetli heyecanların değer yasasından vazgeçiyor. Üretimin frenlenişi, tüketmeyi reddetmek, ‘çalışmayı’ reddetmeler (hayali?), komünler, olaylar, cinsel özgürlük hareketleri, fabrika ve bina işgalleri, insan kaçırmalar, “sanatsal” amacı olmayan seslerin, kelimelerin ve renklerin üretimi. ‘Üretim adamları’, ‘bugünün efendileri’: Toplumun dışındakiler, deneysel ressamlar, pop sanatçıları, hippiler ve yippiler, parazitler, çılgınlar, hapsedilmişler. Hayatlarının bir saati, profesyonel bir filozofun 300.000 kelimesinden daha fazla yoğunluk (ve daha az niyet) sunar.” Lyotard (1)

Deneysel ressamların, pop sanatçılarının, hippilerin ve yippilerin, parazitlerin, çılgınların veya hapsedilmişlerin bir saati, belirsiz bir “profesyonel filozof”un sözlerinden daha fazla yoğunluk veya derinlik sunabilir mi bilmiyoruz. Fakat sadece kısacık bir alıntı bile, herhangi bir insanın hayatından sadece beş dakikanın bu belirli filozofun 300.000 kelimesinden çok daha değerli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Postmodern filozoflar gözlerini kırpmadan en gülünç ve saçma iddiaları ve tezleri ortaya koyarlar. Örneğin Jean Baudrillard, gerçekliğin ve onunla birlikte tüm anlamın basitçe ortadan kaybolduğunu söylüyor. Söylemini açıklamak için, Elias Canetti’nin sözlerini bariz bir onaylamayla açıklıyor (ve abartıyor):

“Belirli bir zamandan beri tarih artık gerçek değil. Bütün insanlık farketmeden, aniden gerçekliği ardında bıraktı. O zamandan beri olan hiçbir şey gerçek değil ama biz bunu görecek durumda değiliz. Görevimiz ve vazifemiz artık bu noktayı keşfetmek, ya da biz, onu kavramadığımız sürece mevcut yıkıcı rotamızı sürdürmeye mahkumuz.” (2)

Okuyucu şunu sormakta haklı olabilir: Bu ne demek oluyor? Ancak bu soru zaten önceden cevaplandı. Artık gerçeklik ve onunla birlikte tüm derin anlamlar çözüldüğü için, herhangi bir anlam hakkında soru sormak genel olarak anlamsızdır. Bu yöntem, rahatsız edici her soruyu önceden ortadan kaldırmanın şüphesiz avantajına sahiptir. Mümkün olan her eleştiriyi susturur ve tutarlı bir şekilde uygulandığında genel olarak rasyonel düşüncenin temelini ortadan kaldırır.

Bize fevkalade yeni bir şey olarak sunulan bu akıl yürütme çizgisi – postmodernizmin diğer tüm yönleri gibi – ne yeni ne de orijinaldir. Bu yalnızca, Hıristiyan dogmasının saçmalıklarını şu ifadeyle savunan Tertullian’ın üçüncü yüzyıldan kalma eski argümanlarının geviş getirilmesidir: “Credo quia absurdum est -” İnanıyorum çünkü akla aykırıdır.”

Gerçekte, bu saçmalık eğilimi bizi doğrudan doğruya, her türlü rasyonel düşünceyi reddeden postmodernizmin temel fikrine götürür. Genellikle Postmodernizmin “sol kanadı” olarak gösterilen Gilles Deleuze ve Félix Guattari, bu saçmalıkları tamamen yeni bir seviyeye yükseltiyorlar:

“… doğanın insani özü ve insanın doğal özü, doğada üretim veya sanayi olarak, yani insanların türsel yaşamında eşit hale gelir.

Bu durumda, endüstri artık dışsal bir yararlılık ilişkisi altında değil, insanın üretimi ve insan tarafından doğayla olan temel özdeşliği içinde anlaşılır. Ama yaratılışın tacı olan insan değil, yaşamın tüm formlarına ve ifadelerine sımsıkı sarılmış, yıldızların ve hayvanların bile sırtına yüklendiği, bir organ makinesini bir enerji makinesine bağlamaktan veya bir ağacı kendi vücuduna, bir memeyi ağzına, güneşi arkasına sokmaktan asla vazgeçmeyecek olan insan, evrenin makinelerinin ebedi kâhyası. Bu sürecin ikinci anlamıdır; İnsan ve doğa iki ayrı terim gibi karşı karşıya gelmezler…”(3) (bizim vurgumuz)

Deleuze ve Guattari’nin yakın arkadaşı Michel Foucault, bu saçmalığa coşkuyla övgüler yağdırıyor:

“.. bir şimşek çaktığını, bunun da adının Deleuze olduğunu anlamak gerekir: Yeni bir düşünce mümkündür; düşünce, yeniden, mümkündür.”(4)

Yani şimdi biliyoruz! Görünüşe göre, Mösyö Deleuze bizi bu bilgelik incileriyle aydınlatana kadar düşünmek bile imkansızdı.

Postmodernist edebiyatın tamamı, kötü düşünülmüş teorilerine kılıf sağlayan bu şatafatlı, kendini beğenmiş, kaba retorikle doludur. Fakat bu övgü bardağı taşırıyor. Şimdi, yukarıdaki satırları okuduktan sonra, tüm insanlık rahat bir nefes alabilir. Hepimiz düşünmeye başlayabiliriz.

Ama sorun şu: Tam olarak ne hakkında düşünmemiz gerekiyor?

Tanımlanamaz olanı tanımlak

Kendi hakkinda bu kadar büyük iddialarda bulunan bir felsefe kesinlikle dikkate değer. Bu nedenle kendimizi sabırla silahlandıracağız ve onda bulunabilecek anlamı kavramak için her türlü çabayı göstereceğiz. Postmodernizm tam olarak nedir ve arkasında ne yatar? Burada hemen ilk problemle karşılaşıyoruz. Bize bunun tanımlanamaz olduğu söylendi. Bu tanımı gereği tanımlara karşı çıkan bir fikirdir. Buraya kadar çok belirsiz.

“Postmodernizm” terimi ilk olarak 1979’da Jean-François Lyotard tarafından ortaya atıldı ve kendi deyimiyle – “Aşırı basitleştirmeyle” – “meta-anlatılara karşı şüphecilik” (5) olarak tanımladı.

Oxford İngilizce Sözlüğü, “meta-anlatıları” şu şekilde tanımlar: “Olayların ve koşulların kapsamlı bir şekilde anlaşılması veya yorumlanması, insanların inançları için bir şablon veya yapı sağlamak ve deneyimlerine anlam vermek.”

Fakat bir saniye! Lyotard’ın kendi tanımı da bir meta-anlatı değil mi? Kesinlikle – bu tam olarak böyle! Kendisinin kabul etmediği belli şekillerde düşünmekten kaçınmanın şart olduğu bilgisini vererek bize genel bir teori veya “olayların ve koşulların kapsamlı bir anlayışı veya yorumunu” sunmuyor mu? Ve bize belirli fikirlerden kaçınılması gerektiğini söylediğinde, bize “insanların deneyimlerine anlam veren” “insanların inançları için bir şablon ya da yapı” da sunmuyor mu?

Her iki soruya da kesinlikle olumlu yanıt verilebilir. Bu nedenle, Jean-François Lyotard daha başından ya saçma kendi kendisiyle çelişmekle ya da bariz bir sahtekarlıkla suçlanıyor. Ya bir aptalın ya da bir haydutun huzurundayız. Ya da belki ikisi de. Söylemesi zor.

“İlerleme yok mu?”

Postmodernistlerin tarihte ilerleme kavramını da reddettikleri bilinmektedir. Bilim ve felsefenin gelişiminin ilerleme olmadığını, sadece dünyayı yorumlamanın farklı türleri olduğunu iddia ediyorlar. Üstelik bizim kendisi hakkındaki yorumlarımıza bile uymayan bir dünya. Yine de postmodernizm kendini, bu durumu açıklayabilecek tek düşünce ekolü olarak sunar. Bu bakış açısını kabul edersek, ister Taş Devri şamanının, ister Aristoteles’in, Einstein’ın veya Marx’ın zihninden gelsin, her düşünce bir sonraki kadar iyidir. İnsanın doğa ve toplum anlayışı hiçbir noktada tek bir adım ilerleyemedi – aslında postmodern filozoflar için “ileri” diye bir şey yoktur. Elbette, ilerlemeye olan inancın asırlık utancını ortaya çıkarmak için sahneye geç ama muzaffer bir şekilde çıkan postmodernizmin kendisi dışında hiçbir şey ilerici değildir.

Bir konuda kolayca anlaşabiliriz. Kapitalist sistemin çöküş döneminde, insan ırkı için ciddi bir ilerlemenin mümkün olmadığı kesinlikle doğrudur. Ama bundan genel olarak ilerlemenin var olmadığı ya da tarihin ileriye doğru dev adımlar attığı zamanları yaşamadığı sonucunu çıkarmaya hakkımız var mı? Hayır, bunu yapmaya hakkımız yok. Geçmişi inceleyen herkes, insan toplumunun, üretici güçlerin, bilim ve teknolojinin hızlı gelişimi ve sanat ve kültürün çiçek açmasıyla karakterize edilen büyük ilerleme dönemlerini bildiğini hemen görecektir.

Tarih aynı zamanda, durgunluk, gerileme, çöküş ve hatta barbarlığa dönüş ile karakterize edilen diğer dönemleri de bilir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Avrupa’da haklı olarak Karanlık Çağ olarak adlandırılan yüzlerce yıllık gerilemenin başlangıcıydı. Rönesans, her alanda kültürün gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Sanat, bilim, edebiyat: hepsi dikkate değer bir yeniden doğuş yaşadı (“Rönesans” teriminin gerçek anlamı). Bu, insan toplumunun yeni ve daha yüksek bir aşamasının taşıyıcısı olan burjuvazinin yükseliş ve insanlığı Kilisenin irrasyonel müstehcenliği ve Engizisyonun ateşleriyle birlikte feodalizmin zincirlerinden kurtaran bir keşif çağıydı.

Daha sonra, Fransa’nın devrimci burjuvazisi, tam da akılcı düşünce ve bilimi savunduğu için, postmodernistlerin özel bir nefretle baktığı Aydınlanma’yı üretti. Postmodernizm, adından da anlaşılacağı gibi, modernizm denen şeyin artık sona erdiğine inanır. Modernizm, Aydınlanma’dan ortaya çıkan fikirler dizisidir. Bu, burjuvazinin hala ilerici bir rol oynayabildiği, kapitalizmin kahramanlık çağıydı. Ancak içinde bulunduğumuz çağ, toplumsal, ekonomik, politik ve ideolojik bir çöküşün resmini sunuyor. İnsanlığın ilerlemesi gerçekten durdu. Üretici güçler, son üçyüz yılın en derin kriziyle felç oldu. Kültür durgunlaşıyor ve bilimin meyveleri, insan türünü özgürleştirmekten çok uzak, kitlesel işsizliği ve çevre felaketini tehdit ediyor. Kapitalist sınıf, ilerlemenin önünde devasa bir engel haline geldi.

Mevcut sistem temelinde, insanlık için görünüm gerçekten de kasvetli. Ancak postmodernistler, ilerlemeyi engelleyenin kapitalizmin sosyal sistemi olduğu sonucuna varmak yerine, ilerlemenin kendisinin hiçbir zaman var olmadığı için olanaksız oldugu sonucuna varırlar. Yönetici sınıf ve onun üniversitelerdeki orta sınıf uşakları karamsar bir ruhla aşılanmıştır. Toplumun korkunç durumundan yakınırlar, ancak genel olarak bilimi, rasyonel düşünceyi ve ilerlemeyi reddederek, yalnızca yozlaşmış ve çökmek üzere olan bir yönetici sınıfın bakış açısını yansıtırlar.

Sahtekârlık

Joseph Dietzgen bir keresinde resmi felsefenin bir bilim olmadığını, ancak “sosyal demokrasiye karşı bir koruma” olduğunu söylemişti – ve sosyal demokrasi ile Dietzgen, işçi sınıfının devrimci hareketini kastetmişti. Bugün egemen fikirlerin görevi, tam da kitlelerin çıkarları ile kapitalizmin statükosu arasındaki uçurumu örtmektir. Genel olarak burjuva felsefesini ve özel olarak postmodernizmi karakterize eden hileler, yanılgılar ve aşırı sahtekârlığın altında yatan temel budur. Bu tür bir hile, izlerini örtmek için çelişkili ifadelerin sürekli olarak havada uçuşmasıdır. Hapishane Konuşmaları (Prison Talk) başlığı altında yayınlanan 1977 tarihli bir röportajda Foucault, “ilerleme” kavramını reddetmesi hakkında rahatsız edici basit bir soruyla karşı karşıya kaldı. Bu röportajdan bir alıntı:

“’Delilik ve Medeniyet’te’ [gerçekte alıntı Deliliğin Tarihinden – ed] ‘tarihsel kronolojileri ve ardışık sıralamaları her türlü ilerlemeci perspektiften özgürleştirmemiz gerektiğini’ söylediğiniz bir cümleyle karşılaştım.”

Bunun üzerine Foucault şöyle söyüyor:

“Bu, bilim tarihçilerine borçlu olduğum bir şey. Şu anda içinde bulunduğumuz zaman noktasını, tarihsel olarak yeniden inşa edilmesi gereken bir teleolojik ilerlemenin sonucu olarak görmemeyi bir ilke haline getiren, metodik önlemi ve radikal ama saldırgan olmayan şüpheciliği benimsiyorum: kendimize ve ne olduğumuza, burada ve şimdimize dair, bizleri sahip olduğumuz şeyin geçmişten daha iyi – ya da daha fazlası – olduğunu varsaymaktan alıkoyan süphecilik. Bu, üretken süreçleri yeniden inşa etmeye çalışmamak anlamına gelmez, aksine bunu yapmamız, fakat onlara bir pozitiflik veya değer biçme atfetmememiz gerektiği anlamına gelir.”( 6)

Foucaultcu dilin karanlık dünyasına nüfuz etmek için çaba harcarsak, onun, tarihin “üretici süreçleri”ne “değerlendirme” dayatmasını reddetmesinin, ilerlemeyi reddetmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Alaycı bir aldatma eylemi içinde, işleri daha da karıştırmak için “teleolojik” terimini sunuyor.

En ufak bir felsefi bilgisi olan herkes, teleolojinin “kader” anlamına gelen bir terim olduğunu bilir. Dini çağrışımlara sahip bu fikir, insanlık tarihinin saf bir anlamsız tesadüfler dizisi olmadığı, bireysel insanların öznel iradesinden bağımsız olarak işleyen belirli yasalar tarafından yönetildiği şeklindeki Marksist keşiften çok uzaktır.

Kolayca caydırılamayan röportajcı, ardından mantıklı bir takip sorusu sorar:

“Bilim, insanın ilerlediği varsayımını uzun süredir paylaşıyor olsa bile mi?”

Foucault daha sonra şu yanıtı verir:

“Bunu bilim değil, bilim tarihi söylüyor. Ve insanlık ilerlemez demiyorum. Sorunu şu şekilde ortaya koymanın kötü bir yöntem olduğunu söylüyorum: ‘Nasıl ilerledik?’ Sorun şu ki: işler nasıl oluyor? Ve şimdi olanlar, geçmişte olanlardan daha iyi, daha ileri düzeyde ya da daha iyi anlaşılmak zorunda değil.”

Burada aynı anda her yerde olmak istemenin klasik bir örneğini görüyoruz. Tarihteki ilerlemeyi reddettiğini açıkça (en azından kendine özgü dilinin izin verdiği ölçüde) söyledikten sonra, sakince tam tersini ileri sürüyor: “insanlık ilerlemez” demez. Ancak bir sonraki nefeste, “şimdi olanların geçmişte olanlardan mutlaka daha iyi veya daha gelişmiş veya daha iyi anlaşılması gerekmediğini” ekliyor. Yani gerçekten bir ilerleme olmadı. Bu yeterince açık mı?

Bu, bu hanımefendilerin ve beyefendilerin, anlamlarını gizlemek için kelimelerle oynayarak, tıpkı bir kalamarın düşmanlarını şaşırtmak için mürekkep bulutları fışkırtması gibi, nasıl dönüp dönüp kıvrandıklarının çok güzel bir örneğidir. Bu nedenle, eğer biri Foucault’yu ilerlemeyi reddetmekle suçlarsa, büyük yazılarında her zaman geriye bakıp “hayır, bir keresinde ‘insanlığın ilerlemediğini söylemiyorum’ demiştim.” diyebilir.

Entelektüel sahtekârlık ve korkaklık, postmodernizmin temel bir bileşenidir. Okuyucuyu gerçek tepkisel karakterinden uzaklaştırmak için kafasını karıştırmak ve irrite etmek için bir dizi manevrayı benimser. Şaşırtıcı olan, bu aldatmacanın sergilendiği utanmaz kibir ve küstahlıktır.

Dil oyunları

“Bazen kahvaltıdan önce altı tane imkansız şeye inanmışımdır.” (Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında)

Postmodernizm, kavramların, fikirlerin ve dilin kendisinin öznel ve keyfi “yapılar” olduğu ilkesine dayanır. Dolayısıyla bilim dahil tüm kavramsal düşünce de baskıcıdır. Nesnel bir gerçek olamaz. Hiçbir şey doğru veya güvenilir değildir. Tek gerçek, bireysel deneyimde, “yaşanmış deneyimde” yatar ve bu yalnızca kişisel bir gerçek olabilir.

Tüm rasyonel düşünceyi ve “meta-anlatıları” çöp kutusuna atmakla yetinmeyen bazı postmodernistler, dil baskıcı bir yapı olduğu ve insan özgürlüğüne baskı yaptığı için dilbilgisinin kendisinin ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyecek kadar ileri giderler. Dilbilgisi ve sözdiziminin baskıcı prangalarından kurtulduğumuzda, birbirimizle tamamen yeni bir şekilde iletişim kurabileceğimiz mutlak özgürlük cennetine uçabiliriz.

Ama dil bir yapı değildir. Hiç kimse tarafından icat edilmemiştir. İnsan toplumunun gelişiminin bir sonucu olarak, çok uzun bir zaman diliminde, aslında yüz binlerce yıl içinde yavaş yavaş gelişti. Bu, postmodernistlerin yıkmak istedikleri düşünce yasaları için de geçerlidir. Ama ne ile değiştirilecekler? İster okullarda öğretilen resmi dilin grameri olsun, ister lehçeler gibi düzenlenmemiş dilbilgisi olsun, dilbilgisi ve sözdizimi kurallarını beğenebilir veya beğenmeyebiliriz. Bununla birlikte, bu kurallar olmadan, konuşma tamamen anlaşılmaz veya en azından aşırı derecede tutarsız hale gelir. Elbette postmodernistlerin her deliğe bir çivisi vardır.

Postmodernizmin temel azizesi Judith Butler, kendi anlaşılmazlığı suçlamasına yanıt olarak, “anlaşılır konuşmayı düzenleyen kuralları öğrenmeyi” (7) kınamıştı. Butler’a göre, bu tür kuralları öğrenmek “normalleştirilmiş bir dilin aşılanmasıdır, uyumsuzluğun bedeli başlı başına anlaşılırlığın kaybı olsa da”. Ve şöyle devam ediyor:

“Sağduyuda radikal hiçbir şey yok. Dilbilgisinin düşünmeye, aslında kendi içinde düşünülebilir olana dayattığı zorlama karşısında, genel kabul görmüş dilbilgisinin radikal görüşleri ifade etmek için en iyi araç olduğunu düşünmek yanlış olur.”

Evet, artık herkes biliyor! “Sağduyu” radikal değildir, ama saçma öyledir. Güçlenmiş ve silahlanmış olan Butler, düşüncelerini zorlamayan kendi gramerini fethetmek için yola koyulur. Bu fetihten sonra başka türlü maceralara atılır, ölümlülerin diline hapsolmuş bizler için tamamen “düşünülemez” şeyler düşünür.

Ancak şu soru ortaya çıkıyor: Bu düşünülemez düşünceleri, hala “anlaşılır konuşma”nın kısıtlamalarına bağlı olan ve ne hakkında konuştuğu hakkında en ufak bir fikri olmayan ölümlülere nasıl iletecek? Butler’ın yöntemi saf safsatadır. Başka bir deyişle, bu bir hiledir: “Fikirlerim kötü ve anlaşılmaz değil; onları anlayacak kadar gelişmiş değilsin.”

Bununla birlikte, postmodernist metinlerin anlaşılmaz olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmek doğru değildir. Kıvrımlı retoriğin amacı, çok eski, aptal ve gerici fikirleri özgün, sofistike ve hatta radikal kılmaktır. Doğru, bunu ortaya çıkarmak biraz çaba gerektiriyor, ancak retorik cephenin arkasında kesinlikle tutarlı bir motif var ve onların “özel dillerinden” sıradan ölümlülerin konuşmasına çevrildikten sonra anlaşılması o kadar da zor değil.

Metnin dışında hiçbir şey yok

Şu ünlü söz: “metnin dışında hiçbir şey yoktur” (8), en etkili postmodernistlerden biri olan Jacques Derrida tarafından söylenmiştir. Bununla anlamın – ve dolayısıyla bilginin – gerçeklikle değil, yalnızca kendisiyle ilgili olduğunu kasteder. Kullandığımız kelimeler, belirtmek istediğimiz şeylerle hiçbir şekilde bağlantılı değildir. Aksine, Derrida’ya göre, her bir kelime sadece diğer kelimelerle olan ilişkisi ile tanımlanır. Dolayısıyla herhangi bir şeyi anlamak için önce sözlerimize anlam veren tüm sözcükleri, sonra da bu sözcüklere anlam veren tüm sözcükleri kavramamız gerekir, vb. Bu elbette imkânsızdır ve bu nedenle bize söylenene göre, “anlam” denen uçucu şey sonsuza kadar “ertelenecek” ve asla tam olarak kavranamayacak.

Derrida’nın dilinin anlamının hiçbir zaman tam olarak kavranamayacağı kesinlikle doğrudur, ancak bu başka bir konudur. Derrida’nın amaçladığı şey, nesnel gerçekliğin kendisini kavrayabileceğimiz fikrinin altını oymaktır. Başka bir deyişle, nihayetinde “metnin dışında” bir gerçeklik yoktur. Köpek ya da kedi için bir kelimemiz olabilir ama ona göre bu kavramlar insan zihninin sadece soyut ve öznel yaratımlarıdır ve gerçek bir kedi ya da köpekle hiçbir ilişkisi yoktur ve dolayısıyla tüm anlamlarını kaybederler.

Bu “derin” gözlemlere rağmen, binlerce yıldır erkekler ve kadınlar, bir köpeğin gerçekten bir köpek olmadığını, bir kedinin gerçekten bir kedi olmadığını bildiren daha yüksek gerçeklerle ilgilenmeden dili kullanmaya devam ettiler, ve aslında, o dil, anlaşılır hiçbir şey söylemeye muktedir değildir.

Derrida’nın muhtemelen iddia edeceği gibi, şeylerin çok yönlü bir görüşü olmaktan çok uzak olan felsefesi, insan bilgisinin son derece tek yönlü bir anlayışını gösterir. Eğer kavramlarımız herhangi bir nesnel gerçeği yansıtmıyorsa ve “anlam” insanlar tarafından kendi istekleriyle üretilip “yapıbozuma uğratılabiliyorsa”, o zaman insanlar metinle veya başka herhangi bir yolla nasıl iletişim kurabilirler? Dil için nesnel veya ortak bir temel olmadığında Derrida neden metinler yazmakla uğraşıyor? Ve eğer böyle bir gerçeklik var olduğu sürece, hepimizin ona erişmesi engellenmişse, hepimizin aynı gerçekliği deneyimlediğimizi nasıl kabul edebiliriz?

Ancak bu tür tutarsızlıklar Derrida’yı rahatsız ediyor gibi görünmüyor. Tüm gerçek postmodernistler gibi, Derrida da tutarsızlığı bir onur nişanı olarak takar. En ünlü kavramı olan “yapısöküm”, herhangi bir şey ifade ediyorsa bu, tam olarak “özgürlük”ün fikirlerin tutarlılığını ve yapısını bozmada yattığı önermesidir. Bu şekilde, her birey kendi gerçekliğini inşa edebilir ve “yapıbozuma uğratabilir”. Aslında, en etkili postmodern feminist olan Judith Butler’ın iddia ettiği şey tam olarak budur:

“’Biyolojik cinsiyetin’ ya da ‘maddiliğinin’ yadsınamazlığını ‘kabul etmek’ her zaman ‘biyolojik cinsiyetin’ bir versiyonunu, bir tür ‘maddilik’ oluşumunu kabul etmektir. Bu tavizin içinde ve onun aracılığıyla gerçekleştiği -ve evet, bu taviz her zaman gerçekleşir- söylemin kendisi, tam da bu tavizin kabul ettiği fenomeni oluşturmuyor mu? Böylesi bir söylem-dışı nesneye naif ya da doğrudan gönderme yapmak, her zaman söylem-dışının önceden sınırlandırılmasını gerektirecektir.”(9) (bizim vurgumuz)

“Söylem”, “tam olarak kabul ettiği fenomeni şekillendiriyor”. Yani düşünmek gerçekliği yaratır. Maddi gerçeklik, hatta biyolojik cinsiyet bile “söylemseldir” ve elbette söylem yoluyla değiştirilebilir. Cinsiyet sadece bir “söylem” ürünüyse, o zaman sen, ben ve diğer her şey de öyle. Ama o zaman senin benim kendi gerçekliğimi inşa etmen ve yapıbozuma uğratman mümkün değil mi ve benim de seninkini? Butler bu konuda hiçbir şey söylemiyor.

Bu teori ne modern ne de postmoderndir, aksine eskidir. Bizim uğraştığımız şey öznel idealizmdir – felsefenin ilk günlerine kadar giden bir eğilim. Öznel idealizmin temel ilkesi, insanoğlunun düşünce ve duyumlarından bağımsız olarak var olan hiçbir nesnel gerçekliğin olmadığıdır.

Derrida’nın argüman biçimi, 18. yüzyılda Immanuel Kant tarafından öne sürülen, insan bilincinin maddi gerçekliği veya onun “kendinde-şey” dediği şeyi asla gerçekten bilemediği fikrinin kaba bir kopyasıdır. Kant’a göre zihin, görünüş dünyasını tanımamızı sağlayan bir dizi “a priori” düşünce kategorisiyle -uzay, zaman, töz vb.- ile donatılmıştır. Ancak zihinlerimiz, maddi gerçekliği gerçekte olduğu gibi, “kendinde” bilemez.

Ancak Derrida, Kant’ın ötesine geçer ve kavramları bütünlükleri içinde alaya alır. Ona göre tüm genel kavramlar, nesnel gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan insan zihninin ürünleridir. Bu fikirler Kant’tan bile daha eskidir. 18. yüzyılın başlarında, Piskopos George Berkeley, çok daha inandırıcı bir biçimde de olsa aynı saçma argümanları öne sürdü:

“Gerçekten de evlerin, dağların, nehirlerin, kısacası tüm duyusal nesnelerin akıl tarafından algılanmalarından başka doğal veya gerçek bir varlıkları olduğuna dair çarpıcı bir yaygın görüş vardır.”(10)

Ancak bu teoriyle ilgili ve kolayca bertaraf edilemeyen bir sorun var. Bu argümanın kaçınılmaz mantığı solipsizmdir (Latince solo ipsus’tan, sadece ben kendim). Bu, kendi zihnimiz dışında hiçbir şeyin veya hiç kimsenin varlığını kesin olarak kanıtlayamayacağımıza göre, kendi iç dünyalarımızın yalnız mahkumlarından başka bir şey olmamaya boyun eğmemiz ve geri kalan her şeyin hayalimizin bir ürünü olması gerektiği fikridir. Ama durum buysa, o zaman Tanrı da bizim hayal gücümüzün bir ürünü olmalıdır.

Bu fikre göre hiçbir şey nesnel olamaz çünkü hiçbir şeyin varlığı kanıtlanamaz. Her şey yalnızca düşünmenin yaratımıdır (“inşası”). Bu, elbette, binlerce yıllık insan deneyimi ve pratiği ve en az iki buçuk bin yıldır da bilim tarihi tarafından çürütülmüştür. Ancak bu, herhangi bir ilerlemenin gerçekleştiğini reddeden postmodernistleri ilgilendirmez.

Piskopos Berkeley gerici ve Kilise’nin sadık bir savunucusuydu. Açıklanan amacı, bilime, rasyonel düşünceye, ateizme ve Aydınlanma materyalizmine karşı bir mücadele yürütmekti. Bunlardan biri (ateizm) dışında hepsinde postmodernistler onunla tamamen hemfikirdir. Temel argümanı, o zamanlar baskın olan gelişmemiş bir materyalizm biçimi olan ampirizmi hedef aldı. Ampiristler, tüm bilginin nihai olarak duyu deneyimi yoluyla elde edildiğini ileri sürdüler. Bu doğru, ancak tek taraflı. Onların argümanı, İskoç filozof David Hume tarafından saçma bir uç noktaya çekildi ve sonunda, yalnızca duyu deneyimine güvenebileceğimiz için, kendi duyu deneyimimizin dışında hiçbir şeyin var olduğunu kanıtlayamayacağımızı savundu.

Öznel idealistlerin öncüllerini kabul edersek, bu saçmalıktan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Piskopos Berkeley’in önerdiği yol. Yani, fikirlerimize nesnellik ve insanlara ortak bir referans noktası veren, Tanrı’nın şeyleri algılayan zihnidir. Ama başka bir yol daha var: materyalizm ve bilimin yolu. Tüm bilgilerin duyusal deneyim yoluyla kazanıldığı önermesine bir tane daha eklemeliyiz: Nesnel maddi gerçeklik aslında fikirlerimizden ve deneyimlerimizden bağımsız olarak var olur ve insanlar bu gerçekliği inceleyebilir, özelliklerini ve iç hareket yasalarını ortaya çıkarabilir. Ancak postmodernizmin reddettiği şey tam olarak budur.

Gercek tespit edilebilir mi?

Gerçek bir fikir gerçeklikle tutarlıdır. Bu genel olarak kabul edilir. Küçük bir çocuk ateşin eğlenceli olduğunu düşünebilir. Çocuk bunun doğru bir varsayım olmadığını çabucak keşfedecek, ancak zamanla, acılı bir öğrenme süreci, pratik deneme yanılma yoluyla, ateşin doğru yaklaşımla çok yararlı ve bazı durumlarda eğlenceli bile olabileceği fikrini geliştirir. Ateş, “kendinde bir şey”den “bizim için bir şey”e dönüşür. Bu, insan gelişiminin – cehaletten bilgiye- genel yoludur.

Ancak postmodernistler bu yaklaşımı reddederler. Dahası, fikirlerin doğru ya da yanlış olabileceği fikrini kategorik olarak reddederler. Temel ifadelerle alay ederler (göreceğimiz gibi hepsi olmasa da) çünkü bu, bazı ifadelerin diğerlerinden daha doğru olduğu anlamına gelir. Buna uygun olarak, yazılarını son derece belirsiz, koşullu ifadeler açısından zengin ve uzun, çelişkili açıklamalarla doldururlar.

Postmodernizmin en büyük düşünürü olan Foucault, nesnel hakikat için çabalamanın imkansız olduğunu düşünüyor. İçeriği insanlara bağlı olmayan bir düşünceyi umut edemezdik. Ona göre, bir fikrin hakikat içeriği – bilgi – bizim maddi gerçeklik deneyimimizden değil, onun “iktidar” dediği şeyden türetilmelidir. Devlet iktidarı veya bir sınıfın diğeri üzerindeki iktidarı gibi, genellikle bu terime verdiğimiz anlamda iktidar anlamına gelmez. Foucaultcu anlamdaki “iktidar” esasen bilgiyi çok genel bir şekilde tanımlar. Yani “iktidar” bilgiyi, bilgi de “iktidarı” yaratır. Ya da başka bir deyişle, bilgi bilgiyi yaratır. Bu tam olarak hiçbir şeyi açıklamayan saf bir totolojidir. Özünde, Derrida’nın kurduğu aynı ilkedir. Yani fikirler ve genel kavramlar nesnel gerçekliği yansıtmaz, sadece diğer fikir ve kavramları yansıtır.

Foucault ayrıca gerçeğin fikirleri gerçek dünyada test ederek elde edebileceğimiz bir şey olmadığını savunuyor. Aksine, hakikat “güç” tarafından ‘yaratılacaktır’. Ve “hakikat rejimleri”(11) topluma “iktidar” tarafından dayatılır. “iktidar” neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirler. Ancak Foucault’ya göre, “doğru” ve “yanlış” kategorileri gerçekte yoktur. Sonuç olarak hiçbir şey doğru ya da yanlış değildir. Bunu keşfetmenin yollarından biri LSD almaktır, Foucault okurlarını şöyle bilgilendirir:

“LSD’nin, kötü ruh hali, aptallık ve düşünme arasındaki ilişkiyi nasıl tersine çevirebileceğini görmek artık çok kolay. Kategorilerin egemenliğini geçersiz kılmaz, [egemenliğin] kayıtsızlığının ayakları altındaki zemini kaldırır ve aptallığın donuk taklidini sıfıra indirir. Ve tüm bu tek sesli akategorik kütle artık sadece renkli, esnek, asimetrik, merkezsiz, spiral şeklinde ve çınlayarak ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda aniden hayali olaylarla dolup taşıyor.” (12)

Bu anlamsız konuşmayı tercüme etmeye çalışırsak, Foucault, LSD’nin neden olduğu halüsinasyonların gerçekliğin normalde varsaydığımız gibi olmadığını ortaya koyduğunu aktarıyor. Bir gün fillerin hayvanat bahçelerinde veya tropik bölgelerde yaşayan vahşi hayvanlar olduğunu düşünürsünüz ve ertesi gün kafamın etrafında daireler çizen minik pembe yaratıklar olabilirler. Bu fikirlerden hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğuna kim karar verebilir?

Hiçbir koşulda, ne benim ne de sizin gerçeğiniz hakkında konuşulamaz. Elbette bunun bir istisnası var, Mösyö Foucault’nun hakikat kavramının evrensel reddinin mutlak ve ebediyen geçerli hakikati. Burada başka bir postmodern kendi kendisiyle çelişme örneğine sahibiz. Foucault, hakikatin yokluğuna ilişkin kavrayışının “doğruluğunu” kanıtlamaya çalıştığının farkına bile varmaz. Daha önce imkansızlık olarak öne sürülen şey tam da bu değil miydi?

Bir kuş olduğuma ve uçabileceğime inanabilirim ama bir uçurumun kenarından atlarsam bu fikir de benimle birlikte çöker. Bir multimilyoner olduğumu hayal edebilirim. Ama bir milyon sterlin çekmek için bir bankaya gidersem, yönetici kesinlikle ne kadar LSD tükettiğimi soracaktır. Herhangi bir postmodernist yanıldığımızı kanıtlamak isterse, onu kibarca bu iki deneyden birini denemeye davet ediyoruz. Pratik yakında bize kimin haklı ve kimin haksız olduğunu söyleyecek!

Avrupa’da, ortaçağ boyunca ve 18. yüzyıla kadar, dünyanın birkaç bin yıl önce Tanrı tarafından yaratıldığına dair yaygın bir inanç vardı. Ancak bilim bu inancı tamamen ortadan kaldırdı. Bugün bu fikir ancak inanç temelinde var olur. Neticede nesnel gerçeği reddetmek, tüm insan bilgisini inanç ve hurafe düzeyine indirgemek anlamına gelir – yani, bizi din bataklığına geri götürür.

Tüm bilim, inancın aksine, doğal dünyanın fikirlerimizden bağımsız olarak var olduğu ve fikirlerimizin doğal fenomenleri yansıtabileceği varsayımına dayanır. Gerçek bu nedenle nesnel olarak, yani insan zihninden bağımsız olarak var olur. Bunu reddetmek bilimi reddetmektir. Ancak, daha sonra göreceğimiz gibi, postmodernistlerin yaptığı tam olarak budur.

Öznel ve nesnel bilgi

Postmodernizm, öznelliği mutlak bir ilkeye yükseltir. Bundan, genel olarak düşünmenin sınırlı ve kısmi olduğu, dolayısıyla nesnel gerçeğe ulaşamayacağı sonucuna varır. Dar görüşlü akademisyen için dünya burnunun ucunda ya da en azından seminer odasının kapısında durur. Üniversite profesörü sadece kelimeler üretir. Bunlar, kendi dünyasının, doğal ortamlarının toplamıdır – bildikleri tek ortam. Postmodernistlerin kelimelere ve dile olan takıntısını açıklayan şey budur. Aynı zamanda bakış açılarının aşırı darlığını ve düşüncelerinin yoksulluğunu da açıklar.

Ancak düşünme, ‘özne’nin ötesine geçer. Tarihin büyük bilimsel ve felsefi teorileri, yalnızca büyük bireysel zihinlerin ürünü değildir; onlar kendi toplumlarında insan düşüncesinin gelişiminin en yüksek ifadesidir. İnsan düşüncesi hakkında konuştuğumuzda, bireysel bir zihnin kıvrımlarından bahsetmiyoruz, daha ziyade genel olarak, toplu olarak insan düşüncesi hakkında konuşuyoruz.

Her insanın doğası gereği tek taraflı ve sınırlı bir bakış açısına sahip olduğu doğrudur. Ancak işbirliği yoluyla insanlık, her bir iddianın nesnelliğini çeşitli açılardan toplu olarak test ederek ve gerçek hayatta uygulayarak bireyin sınırlarını aşabilir. Bir kişinin kafasındaki düşünceler yalnızca ona ait değildir – tüm teorilerimiz ve dilimiz, bir nesilden diğerine aktarılan insanın sosyal gelişiminin toplamının ürünüdür. Özne ve nesne arasındaki ilişki de yalnızca soyut bir yansıma sorunu değildir. İnsanlık, pasif olarak değil, maddi dünya ile aktif olarak etkileşime girer.

İnsanlar kolektif emek yoluyla dünyayı dönüştürerek kendilerini dönüştürürler. Postmodernistlerin inkar etmek istediği, ancak bilimin ilerlemesinde en yüksek ifadesini bulan apaçık gerçek, bu bitmek bilmeyen yaratma sürecidir. Bu cehaletten bilgiye sonsuz bir yürüyüştür. Bugün bilmediğimiz şeyleri yarın bileceğiz. Bu anlamda insan düşüncesi sadece nesnelliğe muktedir değil, aynı zamanda sınırsız ve mutlaktır. Hiçbir bilgi ulaşamayacağı kadar uzak değildir.

Marx, Feuerbach üzerine tezlerinde şöyle söyledi: “Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu — bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini [Disseitigkeit] pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı konusundaki tartışma, tamamen skolastik bir sorudur.” (13)

Gerçeğin nesnelliği sorusunu gerçek insan faaliyetinden bağımsız olarak sormak, boş spekülasyona varır. Düşünme, pratiğin bir ifadesidir ve nihayetinde fikirler pratikte test edilir. Fikirlerin daha da geliştirilmesi, pratiğimizi iyileştirmeye hizmet eder. Aynı şekilde, bu etkinlikte tüm fikirlerin nesnel olarak doğru öğeleri belirlenir ve yanlış veya aşırı vurgulanan yönlerinden ayrılır.

Göreceli ve mutlak gerçek

Fakat fikirlerin doğruluğunun nesnel olarak kanıtlanabilmesi, insan fikirlerinin düşünüldüğü andan sonsuzluğa kadar doğru olduğu anlamına mı gelir? Tabii ki değil. Materyalist bakış açısından, evrenin bütünlüğünün kesin bir bilgisi anlamında mutlak bir hakikatin elde edilmesinden söz etmek anlamsızdır. İnsanlık her düzeyde doğa yasalarını keşfedebilir. Modern bilim ve teknolojideki sürekli ilerleme bunu kanıtlamaktadır. Ancak insanlık, keşfedilecek her şeyi keşfettiği bir noktaya asla ulaşamayacak. Bilimin çözdüğü her problem ve insanın ustalaştığı her doğa seviyesi için yeni yollar ve yeni problemler ortaya çıkar.

Bilim tarihi, yükselen ve ileri teoriler karşısında yakında sönen, hiç bitmeyen bir teoriler dizisi sürecidir. Ama burada da Postmodernizm, biçimsel olarak doğru bir gözlemden yine abartılı ve tek yanlı bir sonuç çıkarır. Bir noktada tüm teorilerin yerini daha yeni ve daha gelişmiş teoriler aldığından, bundan hiçbir fikrin doğru olamayacağı ve tüm gerçeklerin göreceli ve keyfi olduğu sonucuna varılır.

Foucault, görünüşte psikiyatri üzerine tarihsel bir inceleme olan Madness and Society: A History of Madness in the Age of Reason adlı kitabında, bize geçmişte psikiyatride kullanılan ancak daha sonra yanlış oldukları ortaya çıkan bir dizi fikir ve yöntemi sunar. Gerçekten de bugün bu yöntemleri kullanmak son derece gerici olurdu. Bu temelde, bilimin genel olarak nesnel hakikat iddiasına saldırmaya çalışıyor.

Bu, Foucault’nun tüm “tarihsel incelemelerinde” ortak bir eğilimdir. Bu, bilimin mutlak ve ebedi gerçeğin kutsal kâsesi olmasını beklemek gibidir. Bu beklentilerden dolayı, buldukları karşısında hep hayal kırıklığına uğrar ve tüm bilimden ve hakikat kavramından tamamen vazgeçmenin gerekli olduğu sonucuna varır. Klasik bir saman adam argümanı. Çünkü bilim asla mutlak gerçeği tanımlamakla ilgili olamaz. Kendine çok daha mütevazı bir hedef koyar: gerçek bilimsel yöntemin sabırlı bir şekilde uygulanmasıyla adım adım gerçeği keşfetmek: gözlem ve deney.

Postmodernistler, önceki dönemlerin bilimini hor görürler. Elbette, daha az gelişmiş bir dönemi daha sonraki bir bakış açısıyla eleştirmek kolaydır. Bu, kendi kadar akıllı ve kendinden emin konuşmadığı için bir çocuğu gülünç duruma düşüren bir yetişkin gibi cahil ve korkak bir tavrı ortaya koymaktadır. Fakat çeşitli tarihsel evrelerin fikirleri tesadüfen oluşmamıştır. İnsan toplumunun yeteneklerini her evresinde yansıtırlar ve bu nedenle o dönem için mutlaktırlar. Yani toplumun o dönemde ulaşabileceği en yüksek gerçeklerdir.

Belirli bir toplum tarafından keşfedilen belirli gerçekler keyfi olarak tanınmaz. Newton’un kuantum mekaniğini geliştirmesi imkansız olurdu. Newton mekaniği, daha sonra kuantum mekaniğinin keşiflerine yol açan gerekli bir bağlantıdır. Nihayetinde, düşünme – en yüksek ifadesi olan bilimsel düşünceyle – toplumun kendi zamanındaki gelişme düzeyini yansıtır. Ama aynı zamanda toplumu bir bütün olarak geliştirir, öyle ki bu gelişmenin kendisi zamanın belirli bir noktasında yeni, daha karmaşık ve daha ilerici düşünce biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu, cehaletten bilgiye uzanan hiç bitmeyen bir gelişim sürecidir; gerçeğin daha düşük formlarından daha yüksek biçimlerine.

Bu, eski fikirlerin tamamen saçmalık olarak atılacağı anlamına gelmez. Aksine, rasyonel çekirdeği bilimin daha da ilerlemesi için gerekli bir unsur haline gelir. İnsanın ustalaşmayı öğrendiği her doğa seviyesi daha derin bir seviyeye giden yolu açar. Newton mekaniğinin gelişimi, insanlık için büyük bir fetih oldu. Kapitalizmin yükselişiyle başlatılan ilk büyük ilerlemelerden biriydi ve genel olarak bilimin ve toplumun gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Ancak bilim burada bitmedi. Klasik mekanikten sonra kuantum mekaniği geldi. Kuantum mekaniği, klasik mekaniği geçersiz kılmadı. Tam tersine kuantum mekaniği, tipki kendisinin gelecekte daha da büyük bilimsel ilerlemeler için temel oluşturacağı gibi, ona bir ön koşul olarak ihtiyaç duyuyordu. Kuantum mekaniği, kendisinin ötesine geçebilmek için zemin hazırlayacaktır. Bir dereceye kadar geçerliliğini koruyacak, ancak bunun ötesinde daha yüksek teoriler ortaya çıkacak.

Postmodernistlerin tasavvur ettiklerinin aksine, bilimsel düşünce tarihi, bir tesadüfi teoriden diğerine atlayan, anlaşılması zor bir nihai hakikat için talihsiz bir kovalama değildir. Doğayı ve onu yöneten yasaları daha derinden anlamanın hiç bitmeyen bir sürecidir. Nihayetinde, her teori amansız deneme yanılma yoluyla test edilir. Tesadüfi, öznel ve yanlış unsurları elenir, sınırları tanımlanır ve gerçek özü insan bilgisinin toplamına eklenir ve bunların yerini alacak yeni, daha gelişmiş fikirlerin yolunu hazırlar.

Tek bir teori diğerlerinden izole ve taban tabana zıt değildir. Aksine, hepsi birlikte, bir bütün olarak insan bilgisinin diyalektik gelişiminde farklı aşamaları oluştururlar – hakikatin daha düşük formlarından daha yüksek biçimlerine sonsuz bir ilerleme.

“Meta-anlatı”

Postmodern filozoflar hakikat kavramını reddettikleri için, asıl rakiplerini kavramı kabul edenlerde görürler. Bir an için Jean-Francois Lyotard’ın “postmodern” teriminin anlamını açıklamaya çalıştığı “Postmodern Durum” kitabına dönelim:

“Eğer bu meta-söylem, zihnin diyalektiği, anlamın hermenötiği, rasyonel ya da çalışan öznenin özgürleşmesi gibi şu ya da bu büyük anlatıya açıkça gönderme yapıyorsa, insan kendisini meşrulaştırmak için kendisiyle ilgili olan bilime ‘modern’ demeye karar verir.”

“Aşırı indirgemeyle, meta-anlatılara yönelik şüphecilik ‘postmodern’ olarak kabul edilir. Bu kuşkusuz bilimlerin ilerlemesinin bir sonucudur; fakat bu ilerleme de bu şüpheciliği gerektirir. Üst-anlatısal meşrulaştırma düzeneğinin eskimişliğine, özellikle metafizik felsefenin ve ona bağlı olan üniversite kurumunun krizi tekabül eder. Anlatı işlevi, işlevlerini, büyük kahramanları, büyük tehlikeleri, büyük serüvenleri ve büyük hedefi yitiriyor kaybeder.”(14)

Burada, postmodernizmin anlaşılmaz anlamsız saçmalığının kesinlikle paha biçilmez bir örneğine sahibiz. Lütfen Lyotard’ın avantajımız için “aşırı indirgeme ile” formüle ettiğini unutmayın. Bu iyi bir şey, çünkü aksi takdirde onun söylemeye çalıştığı şeyi gerçekten anlama riskiyle karşı karşıya kalırdık: yani, postmodernizm kendi içinde bağlantılı, tutarlı bir dünya görüşü geliştirmeye çalışan tüm düşünce okullarını reddeder.

Tutarlı bir dünya görüşünün reddi, mantıksal olarak zihinden bağımsız bir nesnel gerçekliğin varlığının reddinden kaynaklanır. Eğer nesnel bir gerçekliğin ve dolayısıyla nesnel bir gerçeğin zihnimizden bağımsız olarak var olduğunu inkar ederseniz, o zaman evrensel olarak geçerli hiçbir teori olamaz. Her birey kendi gerçekliğine uygulanabilir kendi teorilerini geliştirecektir. Böyle bir durumda, “meta-anlatılar” gerçekten de benim dünyamın yasalarını sizinkine dayatmanın biçimciliği ve şematizmi anlamına gelir ya da tam tersi. Ancak bu suçu işleyenler, postmodernistlerin kendileri olurdu.

Meta-anlatıların reddedilmesi, mümkün olan en kaba ve en kapsamlı meta-anlatıdır. Ve bize tek bir delil veya gerçek bir argüman olmadan sunulmaktadır! Bizden esas olarak talep edilen, postmodernist meta-anlatıları körü körüne kabul etmektir. Postmodernizm tek gerçek meta-anlatıdır. Diğerlerinin hepsi yanlış, çünkü postmodernizm öyle diyor. Bu tam da postmodernistlerin şiddetle karşı çıktığı entelektüel zorbalık ve “baskı” türüdür. Ve söylediklerine ciddi bir itirazda bulunan herkese yönelik histerik saldırılarının temeli de budur. Bu, diğer dini dogmalardan farklı değildir.

Marksistler, postmodernistler tarafından dogmatik olmakla ve diğer fikirleri Marksist teoriye dahil etmeye karşı olmakla eleştirilir. Bazı insanlar için bu eleştiri tutarlı görünebilir. Hangi filozofun veya düşünce okulunun geliştirdiğine bakmaksızın en iyi fikirlerden birini seçebilecekken neden tek bir felsefeye bağlı kalalım? Ama bütün mesele bu. Postmodernistler, en iyi fikirleri seçmemiz gerektiğini söylemezler. Hatırlıyalim: İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış fikir yoktur. Bu, doğru fikirlere sahip olma meselesi değil, fikirlerimizin tutarsız olması gerektiğinde ısrar etme meselesidir. Felsefe tarihinde ilk kez, Engels’in dediği gibi “eklektik dilenci çorbası”, bir düşünce okulunun yol gösterici ilkesine yükseltilir.

Postmodernistler, Marksistleri diğer düşünce okullarına karşı “açık fikirli” olmamakla suçlarlar. Ama gerçekte, durum tam tersi! Bu hanımlar ve beyler yeni ve orijinal olmaya takıntılıdırlar (gerçi durum bundan çok uzaktır). Sanki tarih kendileriyle başlayıp kendileriyle bitiyormuş gibi davranıyorlar. Öte yandan Marksizm, önceki felsefelerle tamamen alakasız bir şey olarak öne çıkma iddiasında değildir. Biz bilimsel sosyalizm fikirlerinin tamamen Karl Marx ve Friedrich Engels’in özel yaratıcı dehasından doğduğunu iddia etmiyoruz.

Marksizm, her biri önceki çağların ilerlemeleri üzerine inşa edilen önceki tüm felsefelerin rasyonel çekirdeğinin bir sentezidir. Birleşik ve uyumlu bir bütün oluşturur. Daha önceki düşünce okullarının en değerli ve kalıcı öğelerinin tümünü kendi içinde barındırır – Eski Yunan felsefesi, Alman klasik felsefesi, Aydınlanma’nın Fransız materyalistleri, İngiliz politik ekonomisi ve daha önceki ütopik sosyalistlerin parlak öngörüleri. Bunların hepsi, öyle ya da böyle, aynı tek nesnel gerçekliğin farklı yönlerini ve bakış açılarını yansıtan değerli gerçekler ve içgörüler içeriyordu.

Bilim ve düşüncenin evrimsel tarihinin binlerce yılı boyunca, kendi doğasında var olan hareket ve gelişme yasalarına göre işleyen, etkileşim halindeki tek bir maddi dünyanın görüntüsü oluşturulmuştur. Bu, her gün daha da netleşir ve Marksizmin birleşik dünya görüşünün ve her gerçek bilimsel teorinin temelini oluşturur. Bu yasaların doğanın en çeşitli seviyelerinde sistematik olarak incelenmesi, herhangi bir bilimin ana amacıdır. Bütün bunlar, her türlü sistematik düşünceye direnen postmodern filozoflar için bir iğrençliktir.

“Anti-Bilim”

Sistematik sorgulamanın ve genel olarak bilimin reddi, “meta-anlatıların” reddedilmesinin arkasında yatan şeydir. Foucault’nun “hiyerarşileri ve teorik bir avangardın tüm ayrıcalıkları ile küreselleşen söylemlerin tiranlığını” (15) nasıl küçümseyerek kınadığını dinleyin. Ayrıca “Soykütük, bilimsel olarak görülen bir söyleme içkin oldukları için, iktidarın etkilerine savaş ilan etmelidir.” (16)

Aslında, Foucault ana yöntemi olan “soykütük”ü “bilim karşıtı”ndan ne fazla ne de eksik olarak tanımlar:

“Öyleyse ampirizm soykütüksel projeye nüfuz etmez ve kelimenin genel anlamıyla pozitivizmle sonuçlanmaz. Daha ziyade, doğru bilgi adına, belirli kişilerin peşinden koştuğu bir bilimin hakları adına süzgeçten geçirme, hiyerarşikleştirme ve teorik üniter otoriteye karşı olma iddiasındaki yerel, tutarsız, niteliksiz, gayri meşru bilgiyi devreye sokmakla ilgilidir. Bu nedenle soykütükler, daha dikkatli veya kesin bir bilim biçimine pozitivist dönüşler değildir. Onlar kesinlikle bilime karşıdırlar.”(17) (Bizim Vurgumuz)

Bu, bilime ve rasyonel düşünceye karşı bir savaş ilanından ve aynı zamanda müstehcenliği savunmaktan başka nedir? Daha da kötüsü, bu gerici fikirler, en radikal düşünce biçimi olarak pazarlanıyor. Örneğin Luce Irigaray, Einstein’ın görelilik kuramını, muhtemelen Albert Einstein erkek olma talihsizliğine sahip olduğu için, onun “cinsiyetçi” olduğu gerekçesiyle reddetmesiyle dikkat çekiyor. 1987 tarihli Le Sujet de la Science Est-il Sexué? (Bilim konusunun cinsiyeti var mı?). Bu soruyu düşünerek şunları yazıyor:

“Belki de öyle. Işık hızını bizim için hayati önem taşıyan diğer hızlardan daha fazla desteklediği ölçüde öyle olduğunu varsayalım. Bana denklemin olası cinsiyetli doğasına işaret eden şey, doğrudan nükleer silahlarla kullanılması değil, daha çok en hızlı gidene ayrıcalık tanınmasıdır…”(18)

Başka bir yerde, Irigaray talihsiz Einstein’a karşı eleştirilerine devam ediyor:

“Fakat güçlü görelilik teorisi bize nükleer santraller kurmaktan ve bedensel eylemsizliğimizi, yani hayatın gerekli koşulunu sorgulamaktan başka ne yapar?” (19)

Dolayısıyla, Irigaray’ın kafası karışık argümanına göre hız, ağırlıklı olarak erkeksi bir özelliktir ve bu nedenle Einstein’ın denklemindeki hıza “sabitlenmesi” “cinsiyetçidir”. Tam olarak neden erkeklerin hız konusunda daha fazla takıntılı olması gerektiği ve kadınların neden olmadığı sadece Irigaray’ın açıklayabileceği bir gizemdir. Ancak bildiğimiz kadarıyla, bir erkek ve bir kadının ışık hızına çıkması aynı derecede zor olurdu.

Burada postmodernizmin irrasyonel anti-bilimsel doğası, tüm çıplak görkemiyle teşhir edilmektedir. Modern bilimin en temel köşe taşlarından biri olan görelilik teorisi, yazarı Albert Einstein bir erkek olduğu için “cinsiyetçi” olarak teşhir edilmektedir.

“Meta-anlatıların” ve “kapsayıcı söylemlerin” radikal görünen retoriğe bürünmüş görünüşte masum reddinin arkasında, postmodernizm dünya çapında bilim ve kültüre karşı gerçek bir engizisyon yürütüyor. Burada “yerel, süreksiz, niteliksiz, gayri meşru bilgiler” -yani felsefe tarihinin atık malzemesi içinde yer alan itibarsız mistik fikirler- teşvik edilirken, insanlığın şimdiye kadar bildiği en büyük teoriler ve zihinler göz kırpmadan kınanır. Bu fikirler gerçek hayatta uygulanacak olsaydı, uygarlığın bütün kazanımlarını tersine çevirirdi.

Anti-Marksist

Postmodernizm, irrasyonelliğin en yüksek gelişimi olarak dururken, Marksizm bilimsel düşüncenin en yüksek biçimidir. Ve postmodernistlerin özel öfkesini çekmesinin nedeni tam da en tutarlı ve bilimsel felsefe olmasıdır. Foucault’nun Marksizme başlıca itirazının, onun bilimsel olduğu yönünde olduğunu belirtmek ilginçtir. İşte Foucault’nun sözleri:

“Marksizme bir itirazımız varsa, o da kesinlikle onun gerçekten bir bilim olabileceğidir.” (20)

Aynı metnin başka bir yerinde ise şöyle yazar:

“Bilimsel söylemin bu kurumsallaşmasının bir üniversitede mi yoksa daha genel olarak psikanaliz gibi teorik-ticari bir ağda mı, yoksa Marksizm örneğinde olduğu gibi, tüm yan çizgileri ile birlikte siyasi bir aygıtta mı somutlaştırılıp somutlaştırılmadığı temelde ikincil öneme sahiptir. Soykütük, bilimsel olarak görülen bir söyleme içkin oldukları şekliyle iktidarın etkilerine karşı savaş ilan etmelidir.” (21) (bizim vurgumuz)

Burada, Marksizme en temel düzeyde karşı olan, bilim karşıtı ve karşı-devrimci bir ideoloji olan postmodernizmin gerçek renklerini görüyoruz. Bazen postmodern ve Marxist fikirleri birleştirmemiz gerektiğini duyuyoruz. Ancak bu iki düşünce okulu kökten bağdaşmaz.Foucault şunu yazdığında bunu kabul eder:

“Bu küresel teorilerin, yerel araştırmalar için oldukça tutarlı bir biçimde yararlı araçlar sağlamadıkları veya sağlamaya devam etmedikleri anlamına gelmez: Marksizm ve psikanaliz bunun kanıtlarıdır. Ancak bu araçların yalnızca, bu söylemlerin teorik birliğinin bir anlamda askıya alınması veya en azından kısıtlanması, bölünmesi, devrilmesi, karikatürize edilmesi, teatralleştirilmesi veya ne isterseniz yapılması şartıyla sağlandığına inanıyorum. Her durumda, bir bütün olarak düşünme girişimi, aslında araştırma için bir engel olduğunu kanıtladı.” (22) (bizim vurgumuz)

Marksizm ve postmodernizm ancak Marksizmin “teorik birliği” pahasına uzlaştırılabilir, yani Marksizm bir bilim olmaktan çıktığında, Marksizm gerçek olmaktan ve materyalist olmaktan çıktığında … Başka bir deyişle: Postmodernizm ve Marksizm ancak Marksizm Marksizm olmaktan çıkarsa bağdaşır.

Marksizm, postmodernizmle uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Biz materyalistiz ve nesnel gerçek ve bilim temelinde sağlam bir şekilde duruyoruz. Her zaman var olan ve ne bir tanrının ne de Mösyö Foucault’nun “iktidar”ının yaratımı olmayan tek, tutarlı bir maddi dünyanın varlığına inanıyoruz. Yaşam, bu maddi dünyanın bir ürünüdür ve insan, yaşamın en gelişmiş biçimidir. Faaliyetimiz yoluyla, doğanın yasalarını keşfedebilir ve bunları kendi yararımıza kullanabiliriz, ve bizler de bu yasalara tabi olsak da çevremizi şekillendirir ve bu arada kendimizi de değiştiririz.

Tutarlı materyalist bir bilgi teorisi, bilginin nihai olarak duyu deneyiminden türetildiğini iddia eder. Duyularımız engel değil, dış dünyayla aramızdaki köprülerdir. Aksi takdirde, duyularımızın zihnimizi bu oluşumda beslemesini sağlayan şey bu değilse nedir? Dilimizi veya düşünce tarzımızı değiştirerek dünyayı değiştirmiyoruz. Hakikat “metin”de veya “söylem”de değil, gerçek, maddi dünyada bulunacaktır. Dünyayı belirli şekillerde değiştirebiliriz ve duyularımız bize başarılı olup olmadığımızı söyler. Fikirlerimizi keşfetmemiz, test etmemiz ve mükemmelleştirmemiz ve nihai olarak onlara nesnel geçerlilik atfetmemiz, dünyayla etkileşime girerek olur.

Bunlar bilimin temel ilkeleridir. Onlarla yollarını ayırmak, dine ve tasavvufa doğru bir yol açmak demektir. Postmodernistler sadece bilimden uzaklaşmakla kalmadılar, bilimin özüne karşı bir mücadele başlattılar. Bu gerici fikirlerin dünyanın her yerinde üniversitelerde, okullarda ve medya aracılığıyla müjde gibi yayılması, kapitalizmin günümüzdeki çürümüş halini gözler önüne sermektedir. Bu, varlığı artık insan ırkının büyük çoğunluğunun çıkarlarıyla bağdaşmayan bir sistemdir.

Nesnel gerçeklik ve nesnel gerçek kavramını reddetmek, nihayetinde, durumu aklamaya ve statükoyu savunmaya hizmet eder. Çünkü ilerleme imkansızsa, daha iyi bir toplum için çabalamak boşunadır. Ve nesnel bir gerçek yoksa, sömürünün, yoksulluğun, baskının ve savaşın “kötü” olduğunu söyleyemeyiz – hepsi sadece bir bakış açısı meselesidir. Postmodernizmin savunucuları, sonunda kapitalizmin savunucuları olurlar. Gerçekten devrimci bir felsefe, ancak gerçekliği doğrudan karşıdan gören, tamamen bilimsel ve materyalist bir felsefe olabilir. Yalnızca doğa ve toplum yasalarının en açık ve en kesin anlayışı, kapitalizmin ve sınıflı toplumun çıkmazından bir çıkış yolu gösterebilir.

Tüm burjuva felsefesi hakkında nihai ezici hükmü veren Karl Marx’ın sözleriyle:

Filozoflar dünyayı sadece farklı şekillerde yorumlamışlardır. Ancak mesele onu değiştirmektir.

Daniel Morley ve Hamid Alizadeh


1 Jean-François Lyotard, Notes on the Return and Kapital, Semiotext(e), Vol 3, No.1, (1978)

2 ‎Jean Baudrillard, Cool Anılar, Ayrıntı Yayınları

3 Gilles Deleuze & Felix Guattari, Anti-Odeipus: Capitalism and Schizophrenia, (Minneapolis: University of Minnesotta Press, 1983

4 Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, Ayrıntı Yayınları, S.229

5 Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, BilgeSu Yayıncılık, S.8

6 Michel Foucault (1977): Prison Talk, röportaj

7 Judith Butler (1990): Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. Routledge, New York/London, S. xviii

8 Jacques Derrida, Evanston, IL : Northwestern University Press, 1988, pg 136

9 Judith Butler, Bodies That Matter: On the Discursive Limits of Sex, (New York & London: Routledge, 1993), pg 10-11

10 George Berkeley, A Treatise Concerning the Principles of Human Knowledge, (2002), pg 13.

11 Michel Foucault (1980): Power/Knowledge: Selected Intervies & Other Writings 1972 – 1977. Pantheon Books, New York, S. 83

12 Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, Ayrıntı Yayınları, S. 224

13 Karl Marx Feuerbach Üzerine Tezler, Sol Yayınları, S.2

14 Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, BilgeSu Yayıncılık, S.8

15 Michel Foucault, Power/Knowledge: Selected Interviews & Other Writings 1972-1977, (New York: Pantheon Books, 1980), S.83.

16 Aynı Kitap, S.85

17 Aynı Kitap, S. 83

18 Luce Irigaray & Carol Mastrangelo Bové, “Le Sujet de la Science Est-ll Sexué?/Is the Subject of Science Sexed?,” Hypatia, Vol. 2, No. 3, Feminism & Science 1, (1987).

19 Aynı Kitap

20 Michel Foucault, Power/Knowledge, pg 84.

21 Aynı Kitap

22 Aynı Kitap