Komünist Manifesto’nun sosyalist siyasal evren açısından nasıl ciddi bir kırılmaya denk düştüğünü bugünden bakınca hatırlamak zor. Bugün sosyalizm dediğimiz fikirler silsilesi, kabaca 1789 Fransız Devrimi ile 19. yüzyılın ikinci yarısı arasında şekillenmeye başlar. Bu döneme baktığımızda, 1968’in üç “M”sine nazire edercesine üç “B”den, toplumsal mücadelelerin tarihsel gelişimini etkileyecek üç abidevi isimden bahsedilebilir: Babeuf, Buonarroti ve Blanqui. Bu üç figürün de siyasal perspektifi çok kabaca, radikal bir azınlığın eylemiyle siyasal iktidara el koyması ve daha sonra oluşturacağı pedagojik diktatörlük yoluyla, yani halkın eğitilmesi, bilinçlendirilmesi yoluyla sosyalizmin yukarıdan aşağı ihsan edilmesi ekseninde tarif edilebilir.
Sosyalist ailenin bir başka dalı da ütopyacı sosyalistlerdir elbet. Ütopyacı sosyalist düşünürlerin esas faraziyesi, “bilimsel” olamamak değil, kendi zihni dünyalarında tasarladıkları ideal toplumsal düzeni ikna, özellikle de “yukarıdakileri” ikna yoluyla hayata geçirmektir. Elbette bu ziyadesiyle seçkinci bir yaklaşımdır ve burada da sosyalizm başlığı, yukarıdan aşağı bağışlanan ideal tasarımlar olarak karışımıza çıkar. Daha sonra anarşizm diyeceğimiz akımın “atası” Proudhon dahi, bahsettiğimiz yıllarda, yani örneğin 1848 devriminin hemen akabinde “başkan-imparator” Louis Bonaparte ile bir tür “sosyalizme dönük reformlar” pazarlığına girişen biridir. Yani yine siyasal iktidar yoluyla yukarıdan aşağı sosyalizmin kurulması, inşası aşamasındadır. Daha sonra işçi sınıfı ve onun kendi etkinliği vurgusu Proudhon’da çok artacaktır ama bahsettiğimiz devirde henüz o da böyle bir durumdadır.
Manifesto’nun bu düşünce dünyasında yarattığı kırılma, aslında muhtemelen bugün bize çok basit ya da “verili” gelecek bir husustan bahsetmesindendir. Marx ve Engels Manifesto ile ilk defa komünist tasarımı sistemli bir biçimde bir toplumsal mücadeleyle, tarihsel-toplumsal bir hareketle doğrudan bağlantılı kılarlar. Bu hareket, bizim işçi sınıfı hareketi dediğimiz şeydir. Birkaç alıntı yapmak zorunda kalacağım. 1888’deki önsözde Engels, “niye biz buna sosyalist manifesto demedik de Komünist Manifesto dedik” mealindeki açıklamasında şöyle yazar: “Böyle adlandıramazdık, çünkü 1847 yılında sosyalist deyince akla bir yandan çeşitli ütopik sistemlerin taraftarları, İngiltere’de Owen’cılarla, Fransa’da Fourier’cilerin oluşturdukları çoktan ölmeye yüz tutmuş mezhepleri geliyordu. Diğer yandan ise bütün yamacılıklarıyla, sermaye ve kâr için hiçbir tehlike yaratmaksızın her türlü toplumsal kötülüğü ortadan kaldıracaklarına söz veren muhtelif şarlatanlar –her iki durumda da işçi hareketinin dışında duran ve daha çok okumuş sınıflardan destek arayanlar- anlaşılıyordu”.
Devamında Engels, “Ama diğer taraftan salt bir politik devrimin yetersizliğine inanan ve toplumun baştan aşağı değişmesinden yana yer alan işçiler, kendilerini komünist olarak adlandırmaya başlamışlardı. Bu tabii kabaydı, biraz yontulmamış, tamamen içgüdüsel bir komünizmdi” diyor. “Ama bizim tam da bu nedenle Manifesto’ya isim seçerken, tavrımız bu işçilerden yana oldu; çünkü 1847 yılında sosyalizm bir orta sınıf hareketiyken, komünizm o dönem şekillenmeye başlamış bir işçi sınıfı hareketiydi. Sosyalizm ‘saygın’ bir görüştü komünizm bunun tam tersiydi.” Burası önemli: “Biz de en başından beri işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır düşüncesinde olduğumuz için bu iki kavramdan hangisini seçeceğimiz açıktı.” Bilindiği gibi, Engels’in kullandığı bu ifade, yani “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı”, daha sonra Birinci Enternasyonal, yani Uluslararası İşçi Birliği’nin merkezi sloganı olacaktır.
Komünist Manifesto daha baştan itibaren komünist tasarımı bir toplumsal hareketle bağlantılı kılarak onu modern işçi sınıfının bir ifadesi olmakla tanımlar. Böylece “ekonomistler, filantroplar, insancıllar, çalışan sınıfların durumunu düzeltmeciler, yardımseverler, ılımlılık örgütçüleri” ile tüm bağları keser. Manifesto’daki terimlerle, “komünistlerin kuramsal görüşleri dünyayı düzeltmeye hevesli reformcular tarafından icat edilen ya da keşfedilen fikirlere, ilkelere dayanmaz.” Dolayısıyla da “onların söyledikleri yalnızca, mevcut bir sınıf mücadelesinin, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleridir”.
Komünistler Birliği
Komünist Manifesto aslında işçiler için yazılmış bir tür bildirge. Komünistler Birliği’nin bildirgesi. Marx ve Engels Komünistler Birliği’ne girmeden önce bu örgütlenmenin adı “Adiller Birliği” idi. Ardından ismi Komünistler Birliği’ne dönüşüyor. Üstelik sadece adı değil, örgütün organizasyon biçimi de değişiyor. Bir tür konspirasyon örgütü, o devrin siyasal adetlerine has bir “gizli cemiyet” iken Marx ve Engels’le birlikte açık kitle propagandası yapan bugünküne yakın modern bir örgüt haline gelmeye başlıyor. Bu çok önemli zira sadece yöneliş itibariyle değil, örgütsel işleyiş itibariyle de demokrasi meselesi ortaya konmuş oluyor. Mesela Marx ve Engels’le birlikte yönetim kurulunun seçimlerle oluşturulması benimseniyor. Bugün bize basit bir mesele gibi görünse de bu tip organizasyonel bir iç demokrasi meselesi de gündeme geliyor.
Daha o yıllarda (henüz Manifesto yazılmadan önce) Komünistler Birliği’nin gazetesindeki bir yazısında Marx, “Biz kişisel özgürlüğü ortadan kaldırmak ya da dünyayı koca bir baraka ya da devasa bir işlik, atölye haline getirmek isteyen komünistlerden değiliz” diye yazıyor. Burada Marx, devasa atölye, devasa baraka derken esas itibariyle otoriter yönelimli ütopyacı sosyalizmi kastediyor, onunla kendi çizgisini ayırıyor. “Özgürlüğün yerine eşitliği koymak fikrinde değiliz” diye de devam ediyor.
Komünistler Birliği’nin çözülmesi de bugün “sosyalist demokrasi” diyebileceğimiz bir mesele etrafında şekilleniyor. 1850’lerin hemen başında, artık 1848’in o uluslararası devrimci dalgası geriye çekilmeye başladığında örgüt içerisinde ciddi bir tartışma gerçekleşiyor. Önemli bir kesim, dalganın geri çekilmesine rağmen bir tür acil eylemle siyasal iktidarın zorlanması, ele geçirilmesi gerektiğini savunmaya başlıyor. Marx’ın buna ilişkin cevabı ilginç. Diyor ki: “Siz harekete geçelim derken” (muhaliflerini kastediyor) “biz işçilere diyoruz ki ‘Sadece mevcut koşulları değiştirmek için değil, kendinizi de değiştirmek için ve kendinizi politik egemenlik için uygun kılmanız için 20, belki 50 yıllık bir mücadele içinden geçmeniz gerekebilir, buna hazırlıklı olun’.” Yani Marx’a göre Komünistler Birliği’ni dağıtacak siyasal saflaşmanın bir tarafında bir tür konspirasyonla, darbeci-ikameci yöntemlerle iktidarı zorlamayı düşünen bir “seçkinler” örgütü, diğer taraftaysa Marx’ın öne sürdüğü, “esas olan işçi sınıfının kendisini politik egemenlik için uygun kılması” çizgisi. Proletaryanın kendisini hâkim sınıf konumuna getirmesi, yani komünizmin işçi sınıfının öz özgürleşme eylemiyle özdeş kılınması, Manifesto’yla devam eden belirleyici bir vurgu. Buna göre proletarya ancak eylem ve öz örgütlülük kapasitesini çoğaltarak kendisini hâkim sınıf konumuna getirebilir. Burada “işçi sınıfı demokrasisi” ya da “aşağıdakilerin demokrasisi” diyebileceğimiz mesele, proletaryanın kolektif eylem ve örgütlenme kapasitesinin artışıyla ilgili bir husus.
“Aşağıdan sosyalizm”
“Yukarıdan sosyalizm” diyebileceğimiz anlayış, Komünist Manifesto’nun yazılması ve basımevinden çıkmasıyla bitmiş olmadı elbette. Yukarıdan sosyalizm esas itibariyle 20. yüzyıla damgasını vurdu, yani sosyalizmin işçilere, emekçilere, ezilenlere yukarıdan birtakım hayırsever, “eğitimci” lider ya da partiler tarafından ihsan edildiği bir anlayış hâkim oldu. Oysa bu deneyimlerin ışığında, ezilenlerin, emekçilerin eyleme, öz örgütlenme, kendi kaderine sahip çıkma enerjisindeki artışla ilgili olmayan, hatta bu kapasitede azalmaya tekabül eden bir “sosyalizm” mümkün mü tartışmasını yürütmek gerekir.
Manifesto’da bu konu ile ilgili meşhur bir pasaj vardır: “İşçi devrimi sırasında atılacak ilk adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesi ve demokrasi mücadelesinin kazanılmasıdır”. Biraz önce bahsettim, proletaryanın egemen bir sınıf konumuna yükselmesi, bir yönetici sınıf olarak örgütlenebilmesi öz eylemlilik, öz örgütlülük kapasitesindeki artışla, kendi kaderine sahip çıkma, kendi kaderi üzerinde söz söyleme kapasitesindeki artışla doğrudan ilintili Komünist Manifesto’da. Marksist sosyalizmi 19. yüzyılın ilk yarısının sosyalizminden de, aslında 20. yüzyılın çok sayıda başka deneyiminden de ayırt edici kılan temel öğe, Komünist Manifesto’daki bu başlık.
Bu tartışmanın güncelliği ne olabilir? Sadece geçmiş deneyimleri eleştirel bir biçimde değerlendirmemize vesile olabilecek bir not mu bu? Açıkçası tam da içinden geçmekte olduğumuz dönemin, neoliberal kapitalizm dediğimiz şeyin ezilenlerin, emekçilerin bu kolektif eylem ve örgütlenme kapasitesinde yarattığı bir düşüşle anılması gerektiğini düşünüyorum. Neoliberalizm işçi sınıfının politik, sosyal, iktisadi, kültürel gücünü kırmaya dönük bir saldırı. Bu saldırının amacı da aşağıdakilerin ya da işçi sınıfının demokrasisi diyebileceğimiz bu kolektif eyleme ve örgütlenmeye vesile olabilecek bütün araç ve vasıtaları, bütün kurum-kuruluşları dağıtmak, çözmek, işçi sınıfını parçalamak ve atomize etmek. Türkiye’de bu yolda çok ciddi mesafeler kat edildiği, çok başarılı olunduğu da aşikâr. Bugün eğer kendimizi “güçsüz” hissediyorsak, kendi kolektif eyleme kapasitemize dair bir özgüven yitiminden bahsediyorsak bu, söz konusu saldırının ne kadar başarılı olduğuyla alakalı. Dolayısıyla tam da bu devirde, eskilerin deyimiyle, sosyalist görevlerle demokratik görevlerin nasıl harmanlanabileceği, nasıl bir araya getirebileceği soruları öne çıkıyor.
Manifestoya dönersek demokratik görevlerle sosyalist görevlerin aslında aynı şey olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla yaşadığımız çağda aşağıdakilerin eyleme ve örgütlenme kapasitesini artıracak, onların özgüvenlerini artıracak bir mücadele hattının neoliberalizme karşı mücadelede temel önemde olduğunu görüyoruz. Asla unutulmaması gereken bir şey, bugün dünyada gerçekleşen bir dizi mücadelede demokrasi talebinin şu veya bu formda gündeme geliyor oluşunun aslında bu neoliberal gündemle de ciddi bir alakası var. Kimi yerlerde bu bir demokrasi talebi olarak, kimi yerlerde “doğrudan demokrasi”, kimi yerlerde de “alternatif bir demokrasi” talebi olarak çıkabilir ama içerisinde bulunduğumuz dönemde sosyal taleplerle demokratik taleplerin yeniden harmanlanmaya başlamasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum.
Komün
Manifesto’da sosyalist hareketin o dönemki düşünsel evriminden çok ciddi bir kopuş var. İlk defa somut bir toplumsal hareketin aşağıdaki kitlelerin, insan toplumlarının çoğunluğunu oluşturan bir sınıfın politik-sosyal eylemi ile özdeşleştiriyor komünizmi ve bu, sosyalizmin düşünsel evreni içerisinde adeta bir “demokratik bir devrim”. Aslında Komünist Manifesto ilk defa demokrasi meselesini, sosyalizm meselesine içkin hale getiriyor, sonra bunun “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” gibi daha spesifik formülleri ortaya çıkıyor.
Ancak bu “demokratik devrime” karşın Manifesto’da henüz yer almayan bir unsur var, bir eksiklik söz konusu. Bu eksikliğin tamamlanabilmesi için bir tarihsel deneyimin yaşanması gerekecek. İşte bu deneyimin ışığında Marx ve Engels, Manifesto’nun 1872 tarihli önsözünde “Paris Komünü karşısında bu program bugün güncelliğini yer yer yitirmiştir” diye yazacaklardır. Çünkü “Paris Komünü işçi sınıfının mevcut devlet aygıtını öylece ele geçirip onu kendi amaçları için işletemeyeceğini kanıtlamıştır.” Manifesto’da henüz bu yok, yani Manifesto’da hâlâ proletaryanın siyasal yönetici sınıf olarak kendisini örgütlemesine dair formül belirsiz. Paris Komünü ile birlikte işçi sınıfının burjuva devlet aygıtını ele geçirerek kendisini özgürleştiremeyeceği, bu devlet aygıtını parçalayarak ve yeni bir “devlet” yaratarak, yani kendi sosyal, siyasal, kamusal meselelerini demokratik bir biçimde kendi öz örgütlülükleri aracılığıyla örgütleyebileceği yeni bir form yaratarak özgürleşebileceği netleşecek.
Paris Komünü Marksist devrim tahayyülü açısından Manifesto’yu tamamlayan bir dönüm noktasıdır. Marx, Enternasyonal için kaleme aldığı Fransa’da İç Savaş adlı çalışmasında Komün’ün bir emekçiler iktidarı olarak siyasal anlamını çözümler. Ona göre Komün’ün “gerçek gizi şudur: üreticiler sınıfının mülk sahibi sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşebileceği en sonunda bulunan politik biçim; temelde bir işçi sınıfı hükümetiydi.” Buradaki merkezi fikir, devrimin mevcut devleti fethetmekle ilgili bir eylem olmadığı, esas olanın devlet aygıtını “parçalayarak” yerine doğrudan demokrasi esinli yeni bir siyasallık biçimi konulması gereğidir. Devrim mevcut iktidarı ele geçirmeye dönük bir hamle değil, “bizzat devlete, toplumun bu doğaüstü yaratığına karşı yapılmış” bir eylem olmalıydı.
Manifesto çok iddialı, insanı sarsan bir mücadele çağrısı. Onu bu kadar kalıcı kılan başlıca özelliği de muhtemelen bu. Marx ve Engels’in Manifesto’su bugünün mücadeleleri aracılığıyla yazılabilecek yeni manifestonun, 21ç yüzyıl sosyalizminin manifestosunun ipuçlarını veriyor. O ipuçlarından en önemlisi de sosyalizmin, aşağıdakilerin, emekçilerin kendi mücadelesinin adı, kendi kendisini özgürleştirmesinin adı olduğu. Bugün bizim sosyalizmimizi başka sosyalizmlerden siyasal düzeyde ayıranın ne olduğunu sürekli olarak hatırlatmamız, hatırlamamız gerekiyor. Komünist Manifesto’yu okumak bunun en iyi vesilesi hâlâ.
Yukarıdaki sunuş Toplumsol dergisi çağrısı ile “Komünist Manifesto’nun tarihselliği ve güncelliği” başlıklı 16-17 Şubat 2013 tarihlerindeki forumda gerçekleştirilmiştir.
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024