Hayır değil, sadece erke meydan okuma!

Uzun zamandır zor günler geçiriyorum. Adeta savaş artığı bir özel hayatla mücadele içerisindeyim. Evden dışarı pek çıkmıyorum, hatta gündelik yaşam gayesinin gerektirdiği görev ve sorumluluklarımı da askıya aldım. Pek çok yurttaş gibi ben de bu kara delik gibi tüm aydınlığı hapseden ve kendi içindeki tekilliği genişleterek çeşitlilik evrenini yutmaya çalışan bu faciadan nasibimi alıyorum. Bu coğrafyanın toplumsal psikolojisi ne denli berbatsa başta kendi hayatları için olmak üzere bir umut zerreciği arayışındakilerin ruh sağlığı da o denli huzursuz, mutsuz ve isyankar sanırım. Kendi durduğum yerden yaşadığım evrene baktığımda aslında görebildiğim tek şey de umut ve dirayet oluyor. Zira kendi evrenimde sinmiş, karamsar, ürkek ya da tekleşmiş insanlar yok. Görüşmeye ve sevişmeye devam ettiğim sınırlı sayıdaki canların her biri nedense son derece politik birer sit-com karakteri gibiler. Çünkü kendilerini “tek adama” küfretmeye adamamışlar, sisteme ve iktidarın tam da kendisine meydan okumaktalar.

Yazı yazmak, söz üretmek, içindeki taşkınlıkları haykırmak inanılmaz rahatlatıyor.

Ne çok beklemişim meğer içimi bu satırlara dökmek için.

Kimsenin hayatına ya da fikriyatına tesir etmek gibi bir gayem yok açıkçası. Ancak kendimi anlatmak, tavrımı koymak ve bundan da gocunmadan herkesi haberdar etmek gibi bir hedefim var. Benim mayamda muhalif olmak var ve sessiz kalarak muhalefet olmaz. Omurgalı canlılar içerisinde insan denilen hayvanın omurgasını dik tutmaya devam edecek olan ise tek şey vardır kelamını üzerine nakşettiği ameli.

Bağnazlık ancak statükocu karakterlerin ruh haline sirayet eder. Çünkü değişimin kendisi bu zatları ürkütür. Hele ki verili toplum düzeni içerisinde sınıfsal (sosyo-ekonomik) ya da entelektüel belirgin bir sıfatı olmayanlar için karakterlerinin en vazgeçilmez komutanları olur bu bağnazlık. Sorgulamak, eleştirmek, yeni bir söz üretmek, ille de erksiz dik durmak na-mümkün birer vuslattır bu zatlar için.

Heraklitos’un dediği gibi “Her şey akar hiçbir şey kalıcı değildir o yüzden aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir; çünkü dereye bir kez daha girdiğimde hem ben hem de dere değişmiştir.”

Değişim kaçınılmaz bir olgudur. Uzay-zaman sürekliliği içerisinde mekanda iz bıraktığımız her bir atom parçacığı dahi uzaya savrulurken artık aynı bütünlükte değildir. Zamanda yolculuk tam da bu nedenle mümkün değildir. Bir teori olarak hayal edilebilecek en müstesna durum ise bir pencereden paralel evrendeki yansımalarımızı ve izlerimizi izleyebilmek olabilir.

Schopenhauer “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” derken vurguladığı şey aslında kendi farkındalığımızı yaratma gerekliliği değil midir? Yoksa nasıl bir yaşam sürdüğümüzün ne önemi kalır. Kişi kendi yaşamı ve onu çevreleyen, aynı zamanda etkileyen unsurlara dair eylemlilik ve söz söyleme, karar alabilme yetisinden ne kadar uzaklaşırsa kendi farkındalığından da o denli uzaklaşmış olmaz mı? Bir başka deyişle “hayatımıza kim hükmediyor?”

İktidar olma, yani gücü elinde bulundurma, hastalıklı bir haldir. Kişi, yer ve zaman bağlamından etkilenmeden sirayet eder ve sinsi bir virüs gibi tüm benliği kapsar. Elimizde tuttuğumuz çay bardağının hükmedicisi aslında biziz. İstersek yavaş yavaş yudumlayıp keyfini süreriz, istersek bir hışımla kırıp tuzla buz ederiz. Peki çay bardağına hükmederken onun hakkında vereceğimiz karara kim karışabilir ki? Çay bardağının keyfini sürmek ya da o kırıp tuzla buz etmek birtakım sonuçlara sebep olacaktır. Sizce bu sonuçlar yalnızca o çay bardağını mı değiştirir yoksa bizi ve etki alanındaki birçok başka kişi ve nesneyi de mi?

Erk, yani güç, siyaseten elinde bulunduranlar için etki alanı çok daha geniş ve derin bir hali betimler. Ağzınızdan çıkacak her kelime ve o kelimenin hangi vurguda, bağlamda, zaman, mekan ve toplumsal karşılık denkleminde nereye mevkileneceği bir toplumun tüm yaşamsal verilerini dönüştürmeye yetebilecek etkidedir. Erk kişinin, zümrenin, kurumun söylediği her şey bir iletişim aracı olmasına rağmen aslında iktidarın en büyük ortağı olan medya sayesinde toplumsal fikriyatın ve belleğin yeniden yapılandırılmasına neden olabilir.

Kuir Teori aslında toplumsal cinsiyet normları, performativite, vs. gibi konulardan çok iktidarın bir olgu olarak kendisine odaklanır. Farklı genleşmelerde ve etkinlikte milyarlarca iktidarın yan yana durduğunu söylüyor. Tam da buradan yola çıkarak kişinin kendi iktidar alanını belirleyebildiğini ve bu iktidarı en etkin ve yüksek biçimde yaşayabilmek için kendisini betimlediği kimlikler arasında zaman, mekan ve öznelliğe bağlı olarak sürekli değişebilen bir öncelik sıralaması yaptığını vurgular. Aslında bugün ile yarın arasında değişebilen bir ilk ya da üst kimliğim vurgusu yapmaktayız. Böylece elimizde tuttuğumuz gücü ve o gücün etki alanını zapt etmeye devam kaygısı taşıyoruz. Tam da böyle bir iktidarlar silsilesinde devreye rekabet giriyor ve tüm bu iktidar alanları birbiriyle çatışmaya başlıyor.

Mevcut ulus-devlet düzeni içerisinde iktidarın ulaşabileceği en yüksek nokta ulus liderliği olmaktadır. Aslında en ilkel haliyle modernitenin dayattığı toplum düzeni içerisinde bu olağan bir durumdur ve kendisini lider, önder, ata, şef, kurtarıcı, şah ilan eden kişiye gıpta edilir. Bu psiko-semantik durum hastalıklı bir toplumsal yapının ürünüdür. Dolayısıyla kuir olan iktidarı, erki ve o erki elinde bulunduranı sevmez yapı bozuma uğratarak içinin boşalmasını sağlamaya gayret eder. Böylece mevcut iktidar alanlarının birbiriyle olan çatışmasının anlamsızlığını, kimliklerin mevcut toplumsal düzen içerisinde işlevsel olmak dışında hiçbir gerekliliği olmadığını anlatmaya çalışır. Tabi anlayabilene.

Bir yaşam şekli olarak erke meydan okumak kendisini en yaygın şekilde trans, anarşist ve ekolojist topluluklarda gösteriyor sanırım. Düşünün ki trans bir beden kendi farkındalığını sağladığı andan itibaren iktidarla, toplumsal düzen ve genel algıyla, bilimle, hatta kendi egosuyla dahi müthiş bir mücadeleye başlar. Bu mücadeledir ki süreç içerisinde kendisini güçlendirebildikçe, aklını özgürleştirebildikçe daha az bağımlı hale gelir. Sorgulama, eleştirme, yapı bozumu gerçekleştirme pratiklerindeki becerileri artar. Hal böyleyken #HAYIR demeyi ancak bunu derken de nereden doğru gerekçelendirdiğini çok rahat ifade edebilir.

Ülke gündeminde Nisan’da gerçekleşecek bir anayasa referandumu var. Bu referandumun sonucunda bir “Başkanlık” sistemi gelecek ya da götüne tekmeyi yiyecek. Her halükarda ertesi gün çok daha yeni ve farklı bir güne uyanacağız. Aslında her gün yeni ve farklı bir güne uyanıyoruz; ancak bu sefer toplumsal sorumluluğu ve yükü daha ağır olacak. Ben iktidar denilen tehlikeli ve endişe verici virüsün tek bir bedene tamamıyla sirayet etmesindense küçük parçalara çoğaltılarak her bir yurttaşa dağıtılması tarafındayım. Böylece herkes kadar eşit, herkes kadar yaşıyor olacağız.

Verilecek bir #HAYIR oyu birçok yurttaş için sıradan bir karar gibi görünse de “Başkanlık” gibi iktidarı ve tüm karar alma mekanizmalarını tek bir kişiye bağımlı kılan bir düzene karşı çıkmak artık geri dönülmez şekilde bireysel özerklikleri gün ışığına çıkarmak anlamına geliyor. Kim bilir mesela belki de artık translar açısından talep edilen her düzenleme, iadesi beklenen her hak trans topluluğunun bir sözü ile gerçekleşecektir.

Unutmayın umut iktidar olmakta değil, onu paylaşmakta da değil, aksine iktidar denilen korkunç virüsü parça parça etmekte.

Janset Kalan