Gecenin, sessizliğe sağladığı geçiş üstünlüğünde; ağaçların, parkların, bahçelerin, caddelerin başını dinlediği andayım. Ha! bir de gecenin personeli var, gece çalışanları. Gecenin mahkûmları da diyebiliriz onlara. Birazdan ses, yaşamı bıraktığı yerden devralacak. Birazdan insanlar “yerleşik” olmayan adımlarıyla “yerleşik” olan hevesleri için “yerleşik” olmayan sözcükleri kullanarak “yerleşik” ama tek bir yaşam çıkarma çabasına girişecekler. Ta ki yaşlanıp portatif bir masa ve sandalye gibi katlanıp bir köşeye konana kadar. Biliyorum, birazdan herkes kendi hayatının ilkbaharını, yazını, sonbaharını, kışını, büyük-küçük acı, sevinç, umut ve umutsuzlukla karşılayacak. Güneşin sağladığı tempoya dayalı olarak yaşıyor olacak. Tabii bir diğer gerçek de şu ki, doğan gün kimine güzel bir çiçek ya da açmaya hazır tomurcuk; kimine de “taze kana” susamış vampir gibi doğacak. Nihayet tan vakti, kimine geceyi gündüze bağlayan, kimine de umutsuzluğu umuda bağlayan köprü olacak.
Gecenin uyku tutmamış anında bunları düşündüm. Yazarken öğreniyordum kendimi biraz da. Evet, yaşam en iyi öğretmendi ama öğrenmesini bilene. İnsanları en çok düşündüren ise, mutluluk ile ölüm… Mutlu olmayan birine mutluluğu tarif et desek büyük bir ihtimalle körün fili tarif ettiği gibi edecektir. Dolayısıyla bu hiçbir zaman gerçek bir mutluluk tarifi olmayacaktır. Aslında mutluluğun genel geçer bir tarifi olur mu, ondan da kuşkuluyum. Sanırım ne kadar insan varsa o kadar da mutluluk tarifi olmalı.
Ölüm fikri de öyle netameli bir konudur. Mutluluğun tam tersi, hatta zıttı bir fikirdir. Buna rağmen, belki günde onlarca kez içinde ölüm geçen cümleler duyarız ya da kurarız. Diğer sözcükler gibi sıradandır. Çoğu zaman laf olsun diye telaffuz ettiğimiz de olur onu. Ağzımızdan çıkmasa da olurmuş gibi… Ne zaman ki, çok sevdiğimiz biri ölür, işte o zaman ölüm sözcüğünün çağrıştırdığı şeyler değişiverir. Onun hakiki anlamına henüz vakıf oluruz. O an elimizde olsa, ölüm sözcüğüne karşı bir ihtilal ger-çekleştiririz. O an tanımadığımız bir “ben” ile karşılaşırız. Tüm seslerden sessizlik devşirir, sevinçlere karşı vurdumduymaz, aşkların dürtülerine karşı aldırışsız oluruz. Mutluluğun sesine bile kulak tıkarız. Artık bizden hariç, her şey yerli yerindedir; biz ise başka bir zamanda… Daha önce arzuladığımız her şeye karşı bir küskünlük haline gark oluruz. Bu duygunun etkisinde olunduğunda, bir çocuğun ağlaması kadar gülmesi de ciddi, hakiki ve bir başka önemli olur.
Sabahın bu ilk saatlerinde, içimde inşaatı devam eden ölüm fikrinin beni bir süre daha oyalayacağı ortada… O bize yeryüzünün kötü yüzünü gösteren bir hadise değil miydi? Ama ölüm yeryüzünün hoyrat gerçeklerine atılan bir tokat olamadı ne yazık ki? Yeryüzünün tüm kötülüklerini katlayıp bir köşeye koymayı başaramıyorsa ölüm, bilinmeli ki bunu hiçbir şey başaramaz. Sözüm kalanlara tabii, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlara… Rütbesiz duygu durumuna sevk eder bizi ölüm; rütbeliyle, rütbesizi eşitleyen tek insan hakikatidir o.
Ölümü tanıyıp, her kişiden “taze” bir hayat çıkarmayı öğrenebilseydik, gezegenimizi dile getirmenin başka başka sözcüklerini, güzelliklerini de keşfedebilirdik belki. Ama olmadı…
Günün bu ilerleyen saatlerine doğru gündemim hafifleyeceğine daha da ağırlaştı.
Mesela bizi biz yapan hayatımızın görünmeyen kısımlarıydı. Mutluluğu ve ölüm düşüncesini buradan besliyorduk. O görünmeyen, “iç” kısımlarımızın kendine özgü mevsimi; haziranı, temmuzu, aralık’ı; anıtı, parkı, tepesi; cenneti, cehennemi vardı. Dışımızdaki ayaklanmalar, içimizdeki ihtilallerin ürünüydü. Bizim için birçok tehlikenin barındığı yerdi; hatta, tehlikelerin bir sanat eserine dönüştüğü yer de olabiliyordu zaman zaman.
Mutluluk ve ölüm gibi, bedensel ve ruhsal etkinliğimizi belirleyen duygular hiç kimse tarafından görevlendirilemez ve statüsünü hiçbir otoriteye borçlu değildir. Olsa olsa içimizde asılıymış gibi duran mitlerin zımni yönlendirmesi söz konusu olabilir.
Evet, iç dünyamızla ilgili bir özerkliğimiz vardır ama diğer insanlar da gerçek anlamda özgürleşmedikçe özgürleşemeyecektik. Zira, “insan, insanın geleceğidir.” Daha yakından bakıldığında bu bir çelişkidir. Söz konusu çelişkiye yaklaşım biçimimiz bizi gereksiz biri de yapabilir, lüzumlu bir insan da… Ama insan kendi içerisinde, iktidar lehine bir temizlik hareketine kalkıştığında genellikle “lüzumlu” yanından başlar. Zira adına çalıştığı iktidarın karakteri bunu arzular. Bu durumda dışarısı bazı içerikleri zorunlu kılar, bazılarını çıkarıp atar.
Bu duygu ve düşünceler içinde gün nihayete ermek üzere. Beni nasıl bir gece bekliyor, bilmiyorum. Her şey bir yana, güzel ve deliksiz bir uykudan iyisi yok. Şimdi tek isteğim bu. Ve tabii ki daha uzun vadede, Oğuz Atay’dan esinlenerek söylersem: “Herkesin istediği gibi yaşadığı o uzak ülkenin özlemi”…
Zira, gece, mutluluk ve ölüm herkesin hakkı…
Ve fakat, lakin, ancak…
Rütbesiz, hiyerarşisiz zamanlarda…
- Özgürlük Güzergâhı - 16 Kasım 2024
- Bir İdeoloji Olarak Bilim - 17 Ekim 2024
- Politik Patoloji - 22 Eylül 2024