Faşizmin Devletçiliği, Planlamacılığı, Otarşisi ve Kapitalizm
Faşizmi anti kapitalist ilan ederken kullanılan ikinci önemli argümanın ise iktidardaki faşizmin “devletçi”, “planlı ek onomi”ye dayalı “otarşik” ekonomi politikaları olduğunu söylemiştik. Öncelikle bu argümanlar kendi başına bir anti kapitalizm göstergesi olabilir mi? İkincisi faşizmin devletçi, planlı ve otarşik uygulamalarının içeriği, sınırları, gerçekliği nelerdir ve ne kadardır? Bu argümanın bir karşılığı olup olmadığı bu soruların yanıtlarıyla yakından ilgilidir.
Faşizm, iktidara geldiği ülkelerde devletin kontrolünü artırmak ile birlikte ne mülkiyete ne serbest piyasaya ilişkin anti kapitalist politikalar uygulamamıştır. Tıpkı faşist iktidarın olmadığı ABD ve biraz daha gecikmeyle Birleşik Krallık da olduğu gibi içe dönük ve başta silah sanayi olmak üzere genel olarak sanayi üretiminin gelişiminin öne çıktığı bir savaş ekonomisi uygulamışlardır.[1]
Genel olarak sermayenin tekelleşmiş kesimlerini özel olarak da sanayi tekellerini, daha özelde de savaş sanayi tekellerini kayırmak yoluna gitmişlerdir. Bu aynı dönemde, Roosevelt’in de içe kapanmacı ve piyasaya yukarıdan müdahale edici politikaları nedeniyle yoğun biçimde mülkiyet özgürlüğüne, liberalizme ve serbest piyasa ekonomisine karşıtlıkla suçlandığını da hatırlatalım. Dahası faşizmin iktidara geldiği ülkelerdeki yerleşik siyasi parti ve yönetici seçkinlerde, genel olarak, ekonomik anlamda içe dönme, devlet kontrolünü artırma, işçi ve emekçi hareketini ve haklarını baskılama ve otoriter bir iktidar konularında benzer bir yönelim içindeydiler. Faşizmin bu yöndeki politikalarını kapitalizme ve serbest piyasaya karşıtlığın bir göstergesi olarak yorumlarsak eğer, tutarlı olabilmek için uzun kapitalizm tarihinin geniş bir bölümünü de anti piyasacı ve anti kapitalist ilan etmemiz gerekir, Reel kapitalizmin ile liberallerin hayalindeki kapitalizm arasında ciddi bir açı vardır. Zira liberaller ne düşünürlerse düşünsünler, kapitalizm dışa açılma ve içe kapanma biçiminde bir sarkaç halinde ilerlemiştir bugüne kadar ve özellikle de içe kapanma dönemlerinde devletin ekonomik süreçlerdeki etkisi çok daha bariz hale gelmiştir.
Ayrıca Soğuk Savaş sonrası örneklerinde -Türkiye’de MHP, Fransa’da Ulusal Cephe vb. gibi- daha açık biçimde gördüğümüz üzere faşist hareketlerle piyasacı anlayış ve ekonomi arasında da kategorik bir uyumsuzluk yoktur. Türkiye’de 12 Eylül rejimi, Şili de Pinochet rejimi tam da neoliberal piyasacı yaklaşımların bu ülkelerde tesisi açısından da özel bir misyon üstlenmişlerdir. Kısacası neo liberalizm dönemi bize bir dizi faşist ya da faşizan partinin neo liberal politikalarla gayet kolay uyum sağladığı ve bırakalım faşizmin kapitalizm karşıtı olmamasını “piyasa ekonomisinin değerler sistemi”yle de esaslı bir probleminin olmadığını göstermiştir. Fakat öte yandan faşizmin güçlenmesi ve bir devlet rejimi haline gelmesi olasılığı kural olarak ulusal ya da küresel planda kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin derin bir krize girdiği ve bu krizin ideolojik ve siyasal krizle bütünleştiği dönemlerde çok daha yüksektir. Bu dönemler de kapitalist dünya ekonomisinde küreselleşme eğiliminin yerine içe kapanma eğiliminin aldığı süreçlerdir. Dolayısıyla bu dönemlerde faşizmin söyleminde devlet güdümlü ekonomi, üretim disiplininin sağlanması, sınıfların tek bir organik toplumun -çatışan değil- birbirini tamamlayan unsurları olduğu otoriter korporatist vb. söylemler daha öne çıkar. Ama belirttiğimiz gibi yalnızca faşist partilerde değil yerleşik siyasal partilerde de görürüz aynı yönelimi. Faşizmin diğerlerinden farkı, militer ve-ya paramiliter yöntemlerle açıkça baskılanan katı hiyerarşik bir siyasal alan, hukukla bağlantısı askıya alınmış ya da minimum hale getirilmiş iktidar aygıtı, sınıfsal ayrımları baskılayacak, ikincilleştirecek milliyetçi, organik toplulukçu ideolojik söylem ve buna uygun bürokratik ve militer/paramiliter şiddet kurumlar ı ve pratiği vb. olan bir olağanüstü rejim olmasıdır.
Almanya ve İtalya örneği söz konusu olduğunda faşist iktidarın bu iktisadi tercihlerinin arkasında küresel ekonominin yaşadığı derin kriz ve dünya savaşının etkileri gibi genel etkenlerin yanı sıra savaşta kaybedilen -ya da söz verilip de verilmeyen- toprakları kazanmak ve en genelde de dünya pazarlarında söz sahibi olmak amaçlı bir savaş hazırlığı da önemli etkenlerdir, Kısaca tekrar edersek içe kapanarak, genelde sanayiyi özelde ise savaş sanayisini geliştirmeye odaklanan bir ekonomik modele olan ihtiyaçtır bu yönelimin nedeni. Passmore’nin dediği gibi “Faşist rejimler iş dünyasını özellikle savaş çabaları için ulusal çıkara göre düzenleme altına aldılar”; bu doğrudur ama Passmore’nin devamla söylediği “ve siyasi kararlara müdahale etme kapasitesini ortadan kaldırdılar” saptamasına katılmak olası değildir.[2]
Bu tercih sadece faşizmin değil esas olarak büyük sermayenin de desteklediği bir yönelimdi ve büyük sermaye bu sürecin idare merkezinin en kritik alanlarında belirleyici şekilde mevzilenmişti. Planlama kurumunun, kentsel ve kırsal korporatist örgütlerin dümeninde tekelci sermaye gurupları bulunuyordu. Bütün bu sebepler genelde sanayi tekellerinin, özelde savaş sanayinin kayırılması ve/fakat küresel özellikteki finans sektörünün ve daha ziyade orta büyüklükteki işletmelerden oluşan küresel ölçekte iş yapan üretimci burjuva kesimlerin baskılanması ve savaş ekonomisine göre yeniden dizayna zorlanmasına yol açmıştır.
Bu ekonomi politikaların tercihi edilmesindeki -faşizmin temel karakterlerinden birini de oluşturan- bir başka önemli sebep kapitalist ekonominin tekelci sermaye merkezli bir değişim geçirmekte oluşudur. Faşizmin ilk örnekleri yoğun ulusal ve uluslararası tekelleşme sürecinin doğurduğu devlet ile büyük tekeller arasında daha sıkı bir entegrasyon yaşanması gerçeği üzerinde de yükselmiş ve bu sürecin kurumlaşmasında öncü bir rol oynamıştır. Faşizm devlet ve tekel bütünleşmesi açısından da kapitalizm tarihinin özel ve önemli bir parçasıdır. İlk faşizm dönemi, ekonomik-siyasal ve ideolojik planda bu gelişmeye uygun bir yeniden yapılanma sürecidir de.
Faşizm döneminde inşa edilen ve bazı bakımlardan faşizmle süreklilik ilişkisi olan faşizm sonrası devlet artık bütün burjuva kesimlerin üstünde bir yönlendirici ve hakem rolü üstlendiği eski devlet değildir; tekel ve devlet kaynaşmasının yaşandığı ve tekellerin ekonomik, siyasi ve ideolojik alanda ayrıcalıklı bir üst konum elde ettiği bir devlettir, Yani faşizm aynı zamanda tekelci devlet kapitalizmi döneminin kurumlaşma ve yerleşme sürecidir[3]
Bu süreç faşizmle değil çok önce başlamıştır ama ancak faşizm aracılığıyla geri dönüşsüz biçimde sonraki sürece damga vuran nitel bir dönüşüm haline gelebilmiştir. Faşizm aracılığıyla gerçekleşen bu restorasyon faşizmi yaşamayan ülkelere de yayılmış ve faşizmin kapitalizme siyasal, ekonomik ve ideolojik anlamdaki bu mimari katkıları, zamanla bütün bir kapitalist sistemce özümsenmiş ve kalıcılaşmıştır. Bu konuya ileride yeniden döneceğiz.
Şimdi bütün bu saptamaları İtalya ve Almanya faşist iktidarları üzerinden daha somut biçimde tanıtlamaya çalışalım. Nazi Almanya’sında Dört Yıllık Plan Dairesi”nin kurulmasıyla devlet tarafından özel sektöre daha çok ve bariz biçimde müdahale edildiği doğrudur fakat öte yandan bu plan örgütüyle belirli dev şirketler arasında sıkı ilişkiler de gerçeğin öteki yanıdır. Cinemre’nin ifadesiyle, “Bu örgütlenme aracılığıyla gerçekleşen devletin artık özelleşmiş ve belirli büyük özel şirketlerin ise devlet haline gelmiş olması durumudur. IG Farben 1938’den sonra planlama örgütünün merkezi denetimini ve önderliğini ele geçirmiştir. Ama bu aynı kurum üzerinden tüketim malları üreten sermaye kesimleri özgürlüklerini ciddi olarak zedelenmiştir.[4]
Bu Plan Dairesi’nde iktisadi kararlar bir planlama aygıtı aracılığıyla ve mantığıyla değil özel girişimlerin yöneticilerinin, Nazi parti yöneticilerinin ve bürokratların arasındaki ilişkiye dayanır. Bu kararlar ise belirleyici biçimde iktisadi gruptaki en belirleyici tekelin özel çıkarları doğrultusunda hammaddelerin ve hükümet siparişlerinin tahsis edilmesinden ibarettir.[5]
Demek ki belirli sermaye grupları devletleşip iktisadi karar alanını tümüyle ele geçirirken belirli sermaye alanları bu süreçten zararlı çıkmıştır. Devlet tekelleşirken tekeller de devlet haline gelmiştir. Devlet müdahalesi belirli sermaye fraksiyonlarının kesimsel çıkarlarını kollayan özel bir inisiyatif halini almıştır.”[6]
Savaşla beraber devlet kartel kaynaşması, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi daha da üst boyutlara çıkmıştır. Savaş boyunca çıkarılan çeşitli yasalarla kartel sayısı azaltılmış ve karteller daha büyük birimlerde birleştirilmiştir. Kapitalistlerin üye olmaya mecbur oldukları sanayi grupları vardır. Ve bu gurupları fiilen yöneten karttelerdir. Karteller ve iktisadi guruplar arasındaki özdeşleşme, savaş sırasında ulusal üst tekellerin kurulmasıyla hukuki bir varlık kazanmıştır. Kartellerin bulunmadığı alanlarda da yeni karteller yaratılmıştır. Ayrıca karteller ve iktisat gurupları tam olarak özdeşleşmişlerdir. [7]
a-Burjuva faşizm literatürü bu tabloyu teyit ediyor
Michel, Almanya örneğini bu açılardan şöyle anlatıyor: “Ekonomi kuşkusuz planlıydı ve üreticilerin hareket özgürlüklerini azaltan bir güdümcülüğe boyun eğmeleri gerekiyordu. Partiyle ilişkilerin tatsızlaştığı durumlarla karşılaşıldı. Ayrıca SS’in devlet ekonomisinin özel girişimleri tehdit ettiği de doğrudur; bununla birlikte bu tehdit sınırlıydı ve bankalar, ağır sanayi, kimya sanayi vb. sahiplerinin elinde kaldı; saat başı ücretleri toplam satış fiyatlarından daha yavaş artış göstermekteydi: sanayiciler, işçilerin denetimini ellerinde tutmaya devam ettiler; daha da iyisi Speer’in Silahlanma Bakanlığı’na gelmesiyle devlet fabrikalarıyla bütünleştiler. Speer daha sonra onlara devretmek kaydıyla bankaların durumunu düzeltti, devlet zararları üstüne aldığı verimli işletmeleri özelleştirdi bütün bunlar büyük şirketlerin karlarını artırdı.
Sanayiciler Hitlerle bağlarını koparmayı – İtalya’da Mussolini’yle olduğu gibi- ancak askeri yenilginin sonunda düşüneceklerdir “ama genel durum sanayici ve bankerlerin hoşnut olduğu bir durumdu yine de”, Michel kırsal kesimdeki durumu da şu şekilde özetliyor “ Reihscnahrstand tüm tarımsal ve orman üreticilerini, tarım ürünlerini işleyen girişimlerle zorunlu olarak birleştirdi; bu, her ürün için fiyat belirleyen, üretim kontenjanlarını empoze eden, iç ve dış pazarları elinde tutan “besin korporasyonu”ydu. Uygulamada büyük mülk sahipleri bu korporasyonun yöneticileri oldular: personellerine para cezası ve hatta işçiler Polonyalı olduğunda bedensel ceza verme yetkisine sahiptiler.” Griffin, Nazi iktidarındaki faşist iktisadi örgütlenme ve mekanizma hakkında “Merkezi ekonomik planlama ve sınai üretim ilkesi Ley’in Emek Cephesi’nde, Göring’in Dört Yıllık Plan Dairesi’nde, Herman Göring çelik işletmelerinde, Todt kurumunda, Silah ve Mühimmat Bakanlığı’nda, Reich Ekonomik Meclisi’nde ve Reich merkezi kurumlarında ifadesini bulur. Ancak bu “korporatist strateji” büyük işletme ve ağır sanayi sektörlerine asgari müdahale politikasıyla birlikte var olur. Sonuç, planlı ve plansız, eşgüdümlü ve bağımsız, özel ve devlet alanlarından oluşan karmaşık bir yapıdır[8]” diyor.
Michel, İtalya faşizminin bu açıdan durumunu da şu şekilde özetliyor; “Kuşkusuz otarşik bir ekonomiye ulaşmayı hedefleyen devlet, ekonomiye müdahale etmiş ve giderek daha fazla yönlendirmiştir, üretim aygıtı üzerindeki denetimini artırmıştır -gemicilik şirketleri, gemi yapımı, demir çelik vb. Ancak faşizm var olan yapıları değiştirmedi; özel mülkiyet ve Pazar ekonomisi varlığını sürdürdü: karlar özelleştirilirken zararlar toplumsallaştırıldı. Bunun sonucu olarak, faşizm kendisini desteklemiş olmakla birlikte küçük burjuvazinin rejimi olmamıştır.; faşizm yalnızca küçük burjuvaziyi yönetici sınıf yapmamakla kalmamış, ama aynı zamanda şirketlerin yoğunlaşması bu sınıfın zararına gelişmiştir. Bu açıdan faşizm liberal İtalya’nın devamıdır; hatta işçi sendikalarını kapatarak ve grevleri yasaklayarak kapitalizme verilen desteği artırmıştır.”[9]
Passmore, İtalya örneği ile ilgili diyor ki; “Üstelik ekonomik buhran sırasında hükümet Istituto per la ricostruzione Industriale (IRI) adlı bir şirket kurdu ve bu şirket başarısız firmalar üzerinde fiili kontrolü ele geçirdi. 1936’da büyük bankalar millileştirildi. Bu önlemler tek başlarına büyük şirketlerin varlığını tehdit etmiyordu. Aslına bakılırsa küçük rakipler pahasına büyükler kazançlı çıktı. Ama iş dünyası devlet kontrolüne girdi oysa Faşistlerin iktidara gelmelerine yardım ederken tam da kaçınmayı umdukları şeydi bu. “[10]
Çoğunlukla bizzat burjuva faşizm literatürüne atıfta bulunarak buraya kadar aktardığımız bilgiler faşizmin büyük sermaye ile özel ve yakın bir ilişkisi olduğunu ve sermayenin bu kesiminin güçlerini birkaç kat artırdığını gösteriyor. Ayrıca aktarılan bu bilgiler büyük sermaye çevrelerinin faşist iktidar döneminde ekonomik kurum ve karar süreçlerinin en belirleyici noktalarını ellerinde topladıklarını da ortaya koyuyor. Faşizm dönemindeki planlama, devletçilik ve otarşi olarak nitelenen uygulamaların anlamı, bildiğimiz anlamlarından uzaktır. Yani bütün sektörleri kapsayan eşgüdümlü bir kalkınma hamlesinin araçları olmaları değildir. Faşizmde bu uygulamalar tekelci sermaye lehine daha küçük sermayelerden sermaye transferi gerçekleştirmenin, devlet imkânları ile tekelci sermayeyi palazlandırmanın, savaş hazırlığının ve işçi sınıfını ve emekçi kesimleri baskı altına almanın araçlarıdırlar.
Buraya kadar burjuva literatürün faşizmi anti kapitalist ilan etmesinin temel iki argümanını, faşistlerin söylemi ile planlama, otarşi, devletçilik uygulamaları konusunu eleştirel biçimde ele aldık ve neden dayanıksız argümanlar olduğunu yine büyük ölçüde aynı literatürde geçen bilgi ve verilere dayanarak göstermeye çalıştık. Peki reddedemediği bütün bu açık ve somut verilere karşın burjuva literatür faşizmin hem sermayeyle hem de kapitalizmle ilişkilendirilemeyeceği iddiasını hala nasıl ve hangi argümanlarla öne sürebiliyor. Bütün bu verilerden sonra tahmin edilebileceği gibi burjuva faşizm literatürünün elinde geriye sadece spekülatif, muğlak ve çelişkili akıl yürütmeler kalıyor,
[1] İçe kapanma ve korumacılık dönemleri faşizme has ya da otoriter rejimleri has bir özellik olmanın ötesinde kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Daha önceleri de Almanya 1879 ve 1902, Birleşik Devletler 1857, Fransa 1892,1907 ve 1910, İngiltere 1932 yıllarında korumacı politikalar uygulamışlardı. (Üstün, Mahmut, Küresel Hegemonya Krizi ve 3. Dünya Savaşı, Kalan Yayınları,2024, s: 48-49
[2] . Passmore, a.g.e., s: 190-191
[4] Cinemre, a.g.e: s:332
[5] Milward Alan S, “ “The German Economy at War” London, loomsbury, 2015 s: 30’den aktaran Cinemre, s: 332-333
[6] Michel, a.g.e: s: 62
[7] A.g.e., s: 63
[8] Griffin, a.g.e., s:179
[9]Michel, a.g.e., a.g.s.38
[10] Paassmore,a.g.e., s:83