Doğan Hızlan Vesilesiyle Eleştiri ve Yazmak Üstüne*

“Tarihsel koşullar en güçlü 
bireylerden daha güçlüdür.”[*]

 “Papyon takan, gömleklerini hazır almayıp diktiren, ceketinin iç cebinde köstek taşıyan sanat insanı” Doğan Hızlan vesilesiyle değinmek istediklerim var; ancak önce Georgiy V. Plehanov’dan birkaç saptamanın altını çizelim:

“Gerek sanat gerekse edebiyatta, belirli bir akımın derinliğini, hangi sınıf ve katmanların zevklerini dile getirdiği ve bu sınıf ya da katmanın oynadığı toplumsal rol belirler… Her şey toplumsal gelişmenin akışına ve toplumsal güçler ilişkisine bağlıdır…”[2]

“Bir eseri yargılarken, onu çağının şartları içine yerleştirmeli ve aceleye getirilmiş genellemelerden kaçınmalıyız…”[3]

“Gerçekten felsefi olan bir eleştiri, aynı zamanda, gerçekten kavgacı bir eleştiridir…”[4]

* * * * *

Eleştirmendir Doğan Hızlan, ya da çoğunlukla böyle anılır.

Pertevniyal mezunudur, hukuk öğrenimini yarıda bırakmıştı.

İlk yazısı 1954’te ‘Yeni Edebiyat’ dergisinde çıkan Doğan Hızlan, çeşitli edebiyat dergilerini ve farklı gazetelerin sanat sayfalarını yönetti. Bunun yanı sıra birçok gazete ve dergide eleştiriler yayımladı.

İlk kitabının yayın tarihi 1983’dü. Kitap yayınlatmakta çok geç kalmış. 46 yaşında kitaplı olmuştu. İlk yazıdan ilk kitaba geçen yaklaşık 30 yıllık sürede, eleştiriler, kitap tanıtma yazıları, edebiyat – sanat dergileri ve yayınevi editörlükleri, günlük gazetelerde sanat sayfası yöneticiliği, televizyonda edebiyat programları, belgeseller, gazetecilik, gazete yöneticiliği var. Çoğu zaman birden fazla işi aynı zamanda yapmıştı. 

Örneğin ‘Yeni Edebiyat’ dergisini 1969-1976; ‘Yeni Gazete’nin haftalık sayfasını ise 1970-1971 kesitinde yönetmişti. Yayınevlerinde redaktörlük ve danışmanlık yapıp; 1980’den başlayarak ‘Gösteri Dergisi’ni yönetmişti. Ayrıca 27 Mayıs ile “atandığı” Türk Dil Kurumu’nda, 12 Eylül 1980’e kadar, 20 yıl görev üstlenmişti.

* * * * *

‘Gerçekçilik Yolunda’ (1989); ‘Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları’ (1995); ‘Saklı Su’ (1996); ‘Güncelin Çağrısı’ (1997); ‘Işık Ol’ (1998); ‘Söz Uçları’ (1998); ‘Edebiyatımızın Yol Haritası’ (2000); ‘Mavi Bereli’ (2001); ‘Şiir Çilingiri’ (2001); ‘Düzyazı Ayracı’ (2001); ‘Aynanın Arkası’ (2002); ‘Edebiyat Dönencesi’ (2003); ‘Celile’de Kuşlar Ölüyor’ (2003); ‘Babil’e Yolculuk’ (2003); ‘Yalnızlık Kahvesi’ (2003); ‘Günün Gölgedeki İzi’ (2004); ‘Küllenen Her Şey’ (2005); ‘Aşk Hayatı Gölgeler’ (2005); ‘Susan Bir Yerin Dili’ (2006); ‘Çalıntı Kitap Deposu’ (2007) gibi yapıtlarda imzası olan Doğan Hızlan’ın aslî niteliği eleştirmenliğidir…

“Bilim adamlarının, psikologların, müzikçilerin denemelerini, edebiyatçılarınkinden daha çok severim bazen. Çünkü yazısız bir alanda söylediklerinden, yazdıklarından çok daha fazlasını burada bulurum. Bir icadın, bir bestenin öyküsü, aslının açıklayıcısıdır. Edebiyatı tür çekmecelerinin içine hapsetmenin anlamı var mı?” vurgusuyla ekler O:

“Kuşaklar hem kendi dünyasını kurar, hem de başka dünyaları gözden geçirir… Sağın içinde de çok sevdiğim, övdüğüm edebiyatçılar var…”[5]

“Ben Anglosakson eleştirisini çok seviyorum. Uygulamalı, didaktik; ve saplantılı olmayan bir eleştiri…

Edebî yargılarımı, değerlendirmelerimi siyasal eğilimle gölgelemekten hep çekindim. Bu, kaale almadım demek değil. Kişilere göre değişen bir yaklaşım… 

Eleştirmenin görevi, göze ilişmeyen, gözden kaçan tabiî önemliyse okurun gözüne onu ulaştırmak. Çünkü asıl çizginin çizdiğini biz takip etmeliyiz. O çizgi zaman zaman yere düşebilir, kopabilir. Koptuğu zaman bağlayacağız, yere düştüğü zaman kaldıracağız. Eleştirinin ve eleştirmenin işlevi ve görevi bence bu…”[6]

“Yüzyıl kalmayacak bir kitap (roman) için neden yüz sayfa yazalım ki?.. Türkiye’de eleştiri yok, bir roman hakkında yüzyıl kalacak yüz sayfa yazılmış bir eleştiri yazısı var mı?”[7]

* * * * *

Üretken ve tanınmış birisi (“star”da denilebilir!) olan Doğan Hızlan hakkında rivayet muhteliftir.

Mesele O; “Bütün zamanların onur yazarı”[8] olmaktan “Edebiyatın Cumhurbaşkan”lığına kadar bir çok -abartılı- payeyle taltif edilmiştir.

İşte bunlardan birkaçı!

  1. i) “Erdal Öz, Doğan Hızlan’ın ‘Edebiyatın Cumhurbaşkanı’ olarak nitelendirmişti. Gerçekten de bir cumhurbaşkanı seçmemiz gerekseydi onu seçerdik. Çünkü onda bir cumhurbaşkanında aradığımız tüm özellikleri görüyoruz… Doğan Hızlan’ın hemen hiç değişmeyen temel özellikleri var. ‘Mavi Bereli’[9] adlı kitabının girişinde, ‘Mavi Bereli’ olmanın koşullarını anlatırken bu özelliklerini şöyle sıralıyor; nesnellik, duygularını gizlemek, mantıklılık, tarafsızlık, iyiden, zevkliden, kaliteliden yana olmak, tartışmaya girmemek, polemikten kaçınmak… Tabii ki kendisi hakkında alçakgönüllülük gösteriyor… Sloganı, ‘İyiden, güzelden yana taraftar olmak’. Sadece bu koşulla taraf olmayı kabullenebiliyor,”[10] der Metin Celal!
  2. ii) “Onu birçok yanıyla kutlamak gerekir. Edebiyatçılığıyla, yazarlığıyla, eleştirmenliğiyle… Bence, kitaplarında kendini gösteren filozofluğuyla da… Doğan Hızlan, aynı zamanda gazetecidir ve gazetecilikte, büyük bir değişimin öncüsüdür,”[11] der Altan Öymen!

iii) “Bilincine çoğu kez geç varılan gerçeklerden biri: Belki de artık tam olarak hatırlayamadığımız kadar uzun bir zamandan bu yana yaşamımızda olan bir insan. Sonra, bir vesileyle o ‘uzun bir zamandan bu yana’nın dökümünü yaptığımızda, karşılaştığımız gerçek: O insanla geçen yıllar, meğer yaşamımızın da en uzun bölümüymüş,”[12] der Ahmet Cemal!

  1. iv) “Edebiyatın taşıyıcı rolüne inanırım… İyi insanların iyi atlarına binerek gittiklerini gördüm. Kuşkusuz kalanlar vardı. Bunların sayısı da öyle çok değildir. Benim için, Doğan Hızlan, işte o kalanlardan biri. Üstelik taşıyıcı, bağlayıcı bir simge. Kültür insanı kimliğinin altında barındırdığı bir duruş, zarafet, insan sarrafı örneğidir… Eğer ‘feyiz almak’ deyiminin bugün hâlen bir anlamı varsa; Hızlan, geçtiği yerlerde edindiği birikimini yazıda taçlandırırken çevresindekilere de yansıtmıştır bunu. Onun yakınında durmak, dahası, dostu olabilecek ‘dar alan’a adım atabilmek belki de usta-çırak ilişkisinin bir yansıması olarak çıkar karşımıza. Hızlan’ın benim için ayırıcı, bağlayıcı yanlarından biri de budur… Edebiyat için doğmuş, deneme yazmak için kitaplar adasına gömülmüş; ama müzikle iç içeliği kendi vazgeçilmezliği bilmiş biridir Hızlan,”[13] der Feridun Andaç!
  2. v) “Doğan Hızlan için ‘estet’ sıfatını ilk kullanan ben değilim. Ancak, onu tek sıfatla anlatmak gerektiğinde bundan uygununu bulmak zor. Tüm çağrışımlarıyla estet: Daha çok batı toplumlarının ‘yüksek sınıflar’ına ait gelenekler çerçevesinde yer alıyor bu çağrışımlar: Aristokrat ya da burjuva ‘gusto’sunu yönlendiren, hem sanatın hem de gündelik yaşamın incelikleri konusunda beğenisine güvenilen, siyasal ya da toplumsal otoritelerle kolay kolay çatışmayan, ama onlarla arasında belirli bir mesafeyi de hep koruyan saygın kişi. Doğan Hızlan, tam böyle bir sima; bunun İstanbullusu ve geniş okur kitlelerine açılmışı. İstanbul’un Avrupalılığını tescil ettirmek gerekse başvurulacak imgelerden biri: Estettir ve taklit değildir,”[14] der Necmiye Alpay!
  3. vi) “Doğan Hızlan, yazılarını, eleştiriden çok, ‘deneme-eleştiri’ diye nitelendiren bir eleştirmenler kuşağındandır. Memet Fuat da, Mehmet H. Doğan da böyle nitelemişler idi yazılarını. Bu anlayış, onların, büyük yapıtlar döneminin eleştirmenleri olmalarından kaynaklandığı gibi, kendilerini izlenimci eleştiri anlayışı içinde görmelerinden de kaynaklanıyordu. İzlenimin ifadesi, eleştiriden çok denemeye yakındır çünkü… Doğan Hızlan, eleştirinin asal işlev mekânının, edebiyatın burç noktası olduğuna daima dikkat çeken bir eleştirmen olagelmiştir. Burç noktası derken kastettiğim, edebiyatın ileriye doğru hamle içinde olduğu, varolma atılımını denediği, edebiyattaki gelişimin şimdiki zaman noktasını kastediyorum,”[15] der Yücel Kayıran!

vii) “Doğan Hızlan’ı okurken insan bir kez daha anlıyor ki edebiyata değişik kültür düzencelerinden bakmak gerekir,”[16] der Mustafa Şerif Onaran!

Vb’leri, vd’leri… Bunların çoğu mübalâa sanatının örnekleridir; olsa olsa!

* * * * *

Hatırlanması gereken başka şeyler de söz konusudur.

Hatırlar mısınız? O, çalıştığı ‘Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün damadı Ercan Saatçi’ye “Türkiye’nin en iyi sanatçısı” sıfatını yakıştırmıştı! 

Yalçın Küçük’ün, “Edebiyat zekâsı yoktur. Okumuştur; ama ne adam gibi eleştirmendir ne de yazar. Bir muammadır,” diye tanımladığı Doğan Hızlan, Fethi Naci’nin ardından “Marksistti ama estetik duygusundan yoksun değildi,” diyerek, ideolojisi olanın estetik duygusu olamayacağını ima edendi!

“Sanatta Star Sistemi”ndedi; Onun açılışına gittiği sergiyi daha çok kişi ziyaret eder; bahsini geçirdiği opera ya da bale temsilinin biletleri tükenirdi!

Ya da bir etkinliğe katılması için sayısız telefon gelir, çünkü bazen şöyle bir görünmesi bile o etkinliğin prestijini arttırırdı. Bu yüzden de bütün kitap fuarları onu isterdi; tüm edebiyat yarışmaları da onu jüri yapardı. 

Sanat alanındaki “bilirkişi”ydi de; bin bir zorlukla sanat üretmeye çalışanları, hiç bilmiyormuş gibi davranırdı; “Bir heykele ucube,” denildiğinden habersizmiş gibi susmuştu; hep bir şeyleri tek yanlı ve eksik görürdü. Ancak 2015 Temmuz’undaki yazısında “Cumartesi Anneleri”nden söz edebilmişti!

2011’in Aralık’ında Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görüldü Doğan Hızlan “eleştiri dalında”; Cumhurbaşkanı Gül, Ona ödülünü verirken ona “Edebiyatın Profesörü” denildiğini, kültür faaliyetlerini detaylı biçimde takip ettiğini, eleştirerek onları güçlendirdiğini ve bunun kültür ve sanat hayatının daha da zenginleşmesini sağladığını belirtmişti…[17]

2013 yılında T24’de, “Edebiyatın Doğan Hızlan’ıydı… biat’ın da Doğan Hızlan’ı oldu,”[18] denen Onun hakkında; “Aydın Doğan adına tetikçilik yaptığı”ndan söz edilirdi; 2016’da Dolmabahçe’deki yandaş “sanatçılar” toplantısına katılmışlığını unutmadan![19]

Katıldığı konserlerin ikinci yarısında çıkan eleştirmen ya da “eleştirmeyen bir eleştirmen”di; bir nevi Hıncal Uluç’tu…

‘Picus Dergisi’nin Temmuz 2005 nüshasında Alev Alatlı, Doğan Hızlan için “Hilmi Yavuz’la birlikte kendilerini klonlamışlardır. Bu yüzden yapıştıkları iktidar koltuğundan ölseler bile vazgeçmeyeceklerdir,” deyip eklemişti: “Bunlar, artık klasikleşmiş isimler dışında kimse için eleştiri yazısı yazmaya cesaret edemez, çünkü yazmaya kalkarlarsa ne kadar yetersiz oldukları ortaya çkar. Bundan korkuyorlar.”

Veya Onun referansıyla bir kitap yok satardı.

Her türlü edebiyat ödülünde seçici kurulda yer alan bir isimdir. Oysa bir yıl içinde beş tane seçici kurulda yer alsa, yaklaşık 600 tane kitap okuması gerekirdi ki, bu da eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu. O hâlde basit bir çıkarımla okumadan, iltimasla ödül dağıtanlardandır diyebiliriz.

Bu noktada sözü Taylan Kara’ya bırakalım:

“Türkiye’deki ‘edebiyat piyasası’, üç beş kişinin mutlak hâkimiyeti altındadır. Ödüller veren, şair ve yazarları öne çıkaran, kısacası ‘edebiyat piyasası’nı belirleyen insan sayısı, parmakla sayılacak kadar azdır.

2013’te verilen 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimdir. (Doğan Hızlan: 12 kez)

Aydın Doğan ödülü 1997’de roman, 2000’de şiir, 2012’de öykü dalında verilmiştir. Hepsinin seçici kurulunda Doğan Hızlan vardır.

Aydın Doğan ödülü, arkeoloji, kent mimarisi, resim, moda tasarımı, heykel, tiyatro, sinema, Türk halk müziği, fotoğraf dalında verildiği yılların tamamında seçici kurulda yine Doğan Hızlan bulunmaktadır.”

Dedik ya: “Sanatta Star Sistemi”ndedi; “köşesini tutmuş ekmeğine bakan”dı O…

* * * * *

O ve benzerleri mübalâğalarla “göklere çıkarılır”ken; Nurullah Ataç, Fethi Naci gibi “efsane eleştirmen”[20] payesini hak edenler göz ardı ediliyordu!

Hatırlanırsa coğrafyamız “Tarihinin önemli bir toplumsal dönemecine denk düşen 1950’lerde ürün vermeye başlayan edebiyat, bu dönemde ‘resmi ideoloji’ye de fazla kapılanmadan, kendi piyasasını kurabilmişti… Ürünlerin bu kadar ‘bereketli’ olduğu bir ortamda, edebiyat eleştirisinin de lojistik destek sağlamak amacıyla ‘hazır ve nazır’ olması, doğaldır. Nurullah Ataç’ın ‘izlenimci’ eleştirisi, biraz ‘sosyolojik’ biçimde olsa da, bu dönemde aşılır olmuştur. Ancak o alanda da ciddi engellemeler vardı. Sözgelimi, dönemin ‘kötü baskılı’ kitaplarından biri, Fethi Naci’nin kendi imkânlarıyla yayımlayabildiği, ‘İnsan Tükenmez’ adlı yazılar toplamı, çıkar çıkmaz toplatılmış, soruşturma konusu olmuştu. Fethi Naci, ancak 1960 sonrası okunur olan yazılarıyla eleştirideki ağırlıklı yerini edinebildi. Bu kuşağın, kültür hayatında iz bırakmış en önemli adlarından birisiydi… Gerek modernist edebiyatın, gerek sosyalist edebiyatın, ayrıca çeviri edebiyatının ‘nitelikli’ hâle gelmesinde payı büyüktü.”[21]

O; 15 yaşındayken Charles Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”ni alabilmek için paltosunu satandı…

1951’de tutuklanır ilk kez. ‘İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nin tüm kurucuları ve yönetim kurulu üyelerini 141. maddeden içeri almışlardı. Şöyle anlatırdı o günleri: “Asıl amaç belliydi: özgürlük savaşçısı olarak iktidara gelen demokrat parti, özgürlükleri daha da kısmak, 141., 142. maddeleri daha da ağırlaştırmak için, atmosfer hazırlamak üzere tutuklatmıştı bizi… Yaşamımda rastlantıların büyük yeri vardır. O tutuklama olmasaydı Anadolu’nun bir köşesinde ya muhasebeci, ya personel müdürü olacaktım; oysa o tutuklamadan sonra beni işten attılar, bir daha da aramadılar. Ben de iktisatçı olamadım, eleştirmen oldum!”

1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye olan Fethi Naci, ‘Vatan Gazetesi’nde ve ‘Sosyal Adalet Dergisi’nde yazılar kaleme aldı. Partiyle ilişkisi kesildikten sonra yazılarını ‘Yön’ de ve bir süre yönetiminde yer aldığı ‘Ant Dergisi’nde sürdürdü. 

Mesela eleştirmen, aynı zamanda yayıncılık ve sendikalarda işçi öğretmenliği yapan Fethi Naci…

Yapıtıyla toplumcu sanatın ilkelerini koymaya çalışan ve bilimsel bir tutumu benimseyen bir eleştirmen olarak tanındı. Edebiyat merakı içinde yürütülmüş bir iktisat öğreniminin sağladığı iki yanlı gözlemin avantajları ilk yapıtlarında belirgin olarak görülmektedir. Güvenilir yargıları, dikkatli inceleyiciliği, bireşimci kültürü ve tutarlı dünya görüşüyle öne çıkan bir eleştirmen olarak değerlendirildi.

Yazınımız Fethi Naci’ye çok şey borçludur; hem yazar-eleştirmen hem de yayıncı olarak. Renkli kişiliği de cabasıdır… 

Kültürlüydü, bilgiliydi, çok okur, okudukları arasında anlamlı bağlantılar kurar ve benzerleri… 

Edebiyat âleminde eleştiri/tahlil gibi dallarda Fethi Naci, birçok insanın bir “école” olarak kabul edeceği bir kişiydi. Ama kimseye “pir” olmak için de bir hevesi, çabası görülmedi…

Gerçek Yayınevi’ni kurmuş, birbirinden değerli yapıtları kazandırmıştı…

Marksist dünya görüşüne sahipti; sosyalist bir insandı…

Doğan Hızlan yaygaraları arasından Onları hatırlayan var mı hâlâ?

Ya da Füsun Akatlı’yı, Bedrettin Cömert’i?

Hatırlayan var mı? Füsun Akatlı, ne yazsa iyi yazardı, onu kalıcı kılan aydınlık fikir dünyası kadar dilinin, anlatımının güzelliği, yazılarının “kalitesi”dir. Denemeci ve eleştirmen olarak bilinir. Bir yazısında denemeciliğe eleştiriden iki yıl önce başladığını belirtir.

Akatlı’nın denemeciliğini, Nusret Hızır’dan onun yaptığı bir alıntıyla tanımlayabiliriz: “Deneme, konusunu derinliğine kavramak ya da tüketmek savında bulunmayan, ama dizgesiz biçimde, çoğu kez söylediklerini önemsemiyormuş gibi davranarak yeni katkıda bulunan bir yazın türüdür denebilir.”

Akatlı’nın bir eleştiri yöntemi varsa, her yapıtı ayrı ele almayı yeğlemesidir. “Eserin bağımsız ve tek başına varlığı”nı, “tek tek yapıtların biricikliğini ve bütünlüğünü” görebilmesi onu tek kitap değerlendirmeleri bakımından doruğa taşımıştır. Piyasa kaygısı taşımadan, neyse fikri onu çekinmeden yazardı O![22]

Sonra da; “Bir yazıyı bütünlüğü içinde anlama alışkanlığını edinemedik biz daha. Yazarına veya yazıda adı geçen kişilere karşı olan sevgimiz ve tepkimiz; yazıyı daha tümden okumadan, okumuş olsak bile anlamak için gerekli çabayı harcamadan, o yazıyı övmemiz veya yermemiz için yeterli oluyor,” diyen Bedrettin Cömert…

O, eleştirinin eleştirisine yeni kavramlar kattı, “elden düşme duyguculuk”la, edebiyatta ve sanattaki yanlış devrimcilikle, ada sığınma hastalığıyla ve edebiyatımızdaki kooperatifçilikle ömrünün yettiği kadar mücadele etti. 

Cömert’e göre, birçok eleştirmen, kitap tellalıdır. Okurla yazar arasında iletişim kanalı olan kitap tanıtıcılığı görevini bile yapamamaktadırlar. Kitap tellalı olan eleştirmenlere itiraz eden Onun için Özdemir İnce, “Benim umudumdu” diye yazmıştı. 

Bedrettin Cömert, keskin eleştirel gözü ve çalışkanlığıyla edebiyat eleştirimizi “kitap tellallığından” da, “kooperatifçilikten” de, piyasaya göbekten bağlı eleştirmenlerden de koparabilecek yetkinlikteydi. Onun katledilmesiyle, Türkçe edebiyat eleştirisi çağına beş kala durdu.[23]

* * * * *

O hâlde Doğan Hızlan vesilesiyle, bir kez daha eleştiri ile yazmak eylemi üzerine kafa yormak gerek!

“Yazmak” deyince bir parantez açarak ilerleyelim; ‘Liberation’un 1985’deki bir nüshasında yayınlanan ankette kimi yazarlar, “Neden yazdıkları” sorusunu şöyle yanıtlamışlardı.

Milan Kundera (1929, Çek): “Yazmak benim için herkesin söylediğinin tersini söyleme zevkidir. Yani herkese karşın tek başına haykırmanın direnci…”

Heinrich Böll (1917-1985, Alman, 1972 Nobel Armağanı): “Yazmak benim için yaratmaktır.”

Günter Grass (1927-2015, Alman): “Yazıyorum, çünkü başka şey yapamam.”

Ba Jin (1904-2005, Çinli): “İnsanın edebiyata ihtiyacı vardır. İnsan kafasında biriken çöpleri temizlemek ister. Ben kafamda birikenleri temizlemek, çevremi ve yaşamı değiştirmek için yazıyorum. Hiçbir zaman yaşamla alay etmedim. Yapıtlarımla savaş verdim.”

José Saramago (1922-2010, Portekiz Komünist Partisi üyesi): “Ölümü geciktirmek ve yaşamı uzatmak için yazıyorum.”

Georges Simenon (1903-1989, Belçikalı): “Yazmazsam rahatsız oluyorum.”

Nicolas Guillen (1902-1989, Küba Komünist Partisi yöneticilerinden, Yazarlar Birliği Başkanı, Lenin Barış Ödülü almış Kübalı yazar): “Düşmanlarımı ateşle susturamıyorum. Bunun için de yazıyorum.”

Jorge Amado (1912-2001, Brezilyalı): “Yazmadan duramam. Halkın üzerinde bir etki yaratmak istiyorum. Daha iyi bir yaşam düzenine ulaşmak için yazıyorum. Askeri diktatörlüklere karşı koymak için yazıyorum.”

Salman Rushdie (1947, Hintli yazar): “Yazıyorum, çünkü yaratmayı seviyorum… Yazıyorum, çünkü yazmadan nasıl yaşayabileceğimi henüz keşfedemedim. Yazarken dünyayla hesaplaşıyorum. Ben bir göçmenim, yazarken kendi dünyamı yaratıyorum.”

Silvina Ocampo (1903-1993, Arjantinli): “Başkalarının neleri seçmeleri gerektiğini göstermek için yazıyorum. Dünyadaki önemli olayları yani dostluğu, aşkı, sanatı ve siyasal olayları vurgulamak için. Kâğıtlarda bizden bir şeyler kalsın istiyorum.”

Necib Mahfuz (1911-2006, Mısırlı): “Yaşamakla yazmak aynı şey.”

Tevfik Al-Hâkim (1898-1987, Mısırlı): “Okuyucuyu düşündürmek için yazıyorum.”[24]

Bunlara bir de Elias Canetti’nin şu satırları eklenmeli: “Bir yazar ya özgündür, ya da yazar değildir. Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı diye adlandırdığımız yanı aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki, kendinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile. Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.

Yazar eğer bu dünya üzerine değer taşıyan bir şeyler söylemek istiyorsa, dünyayı kendisinden uzaklaştıramaz ve ondan kaçamaz. Tüm amaçlara ve planlamalara karşın, günümüzde her zaman olduğundan daha çok kaostur bu dünya, çünkü kendi kendini ortadan kaldıracağı noktaya doğru artan bir hızla ilerlemektedir; yazar dünyayı okur için sansürden geçirerek, düzeltip pisliklerinden arındırarak değil, olduğu gibi kendi içinde taşımak zorundadır. Ama kendini de kaosa kaptırmamalıdır; edindiği deneyimden yola çıkarak bu kaosla savaşmalı ve kaosun karşısına içindeki umut çağlayanını çıkarmalıdır.”[25]

* * * * *

Devam edersek: Kapitalizmin “sürdürülemez” niteliğiyle topyekûn bir yıkıma dönüştüğü koordinatlarda yazmak eyleminin insan(lık)ın kurtuluş, eşitlik ve özgürleşme mücadelesinin önemli bir mevzisi olduğundan kimsenin şüphesi olmamalı.

Evet tarihi serüveninde insan(lık)ın yaşadıklarından ders almasını öğütleyen yazın eylemi, bin yılları aşarak bugünlere uzanan bir umut çığlığıdır.

Aristophanes’in tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunlarından ‘Lysistrata (Kadınlar I-ıh Derse)’ ile ‘Barış’, Homeros’un ‘İlyada’, Euripides’in ‘Troyalı Kadınlar’, Vergilius’un ‘Aeneis’, Firdevsi’nin ‘Şehname’, Dante’nin ‘İlahi Komedya’, William Shakespeare’in ‘V. Henry’ gibi yapıtlar hâlâ güncelliği korur, yolumuzu aydınlatır. 

Elbette bu kadar değil; bu işin bir yanıdır; ötekine gelince: “Yazı boyun eğdirmek içindir” der ve ekler Rahmi Öğdül:

“Felix Guattari, günümüzde de iktidarın yazıyla ilişkili boyun eğdirme yönteminden söz ediyor: ‘Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor.’ Semiyotik boyun eğdirme, göstergelerin gömülü olduğu bir metne göre işliyor; düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirleyen bu metindir. Gündelik hayatta kullandığınız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasına uydurmak zorundasınız. Aksi takdirde kendinizi özel kurumlarda bulabilirsiniz. İçine gömülü olduğumuz metni ihlâl edenlere deli, sarhoş, anormal, meczup deniliyor.

Yazı iktidarın icat ettiği en erken dispozitiflerden biri. Michel Foucault’nun dispozitif kavramını Giorgio Agamben şöyle açıklıyor: ‘Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların beden diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey.’[26] Bir yakalama aygıtı olarak yazı, capcanlı sözü işaretlerden oluşan bir soyutlama sistemine dönüştürmüştür.

Devlet, yeryüzünde dolaşan sözü surların içine kapatmış ve sözün yaşamla bağlantısını koparmıştır. Varlıkların envanterini çıkarma yöntemi olarak yazı, bürokratik bir tekniktir. Kabul edelim; yazının içine gömülü hâlde yaşıyoruz, yazıyor ve yazılanları okuyoruz. Ve durmadan yakalanıyoruz. Bir kaçış mutlaka olmalı, yazıyla birlikte kaçış. Yazıyı kaçırıp açık havaya çıkarmalı. Yazıya, göçebelerin kasırga gibi esen soluklarını bulaştırmalıyız:

‘Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz’[27]…”[28]

Yani “Yazı, olmuş, olmakta ve olacak olanı birbirine bağlayan sokaklardır; yazdıkça kendimizi var edebilmemiz ondan. Hayata yazının ipliğiyle bağlıyız. Yazıyla ilişkimiz koptuğunda hayatla da bağımız kopuyor. Yazı belleği, şimdiyi ve geleceği birbirine bağlıyor. Bir yılan gibi; yazı sokaklarda dolaşıyor, kentin kıvrımlarını açıp farkı açığa çıkarıyor. Yazı, kıvrımlı kent sokaklarında dolaştıkça kabuk değiştirir. Ama yazar kimliğine sığınanları üsluplarından, değişmeyen süslü kabuklarından tanıyabilirsiniz. Oysa ‘üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir;…üslup -tıpkı ressamlar için renk gibi- bakışın bir niteliğidir… başkalarının görmediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır…’[29] Yeryüzü, evrenler çokluğu. Evrenler açığa çıktıkça üsluplar da, kimlikler de değişir. Yazı içinde saklanacak bir yurt değil, aksine bir geçittir, evrenlerin içinden geçiyor. Yürümek, yeryüzüne yazı yazmaktır, yazdıkça var olabilmek. İktidarın bizleri kapattığı yurtlardan sokaklara çıkmak. Sokaklar, ayrıştırılmış yurtları birbirine bağlıyor. Ve tüm sokaklar sonunda denizlere çıkıyor.”[30]

* * * * *

İnsan aklının ürettiği, zamanı aşarak bugüne uzanan birikimin yazın eylemi tarihe ayna tutar.

Ve o, insan(lık)a insanı tanıttığı için hâlâ günceldir. 

Söz konusu güncellik, pozitif (ve elbette negatif) özellikleriyle insan(lık) tarihinin eleştirel hazinesi, ezilenlerin sesi soluğuyken; durmadan değerlendirilip, tanzim ve tasnif edilmelidir; Georgiy V. Plehanov’ın altını çizdiği üzere…


[*] Kaldıraç, No:228, Temmuz 2020…

[1] Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014.

[2] yage.

[3] Georgiy V. Plehanov-Jean Freville, Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum, çev: Asım Bezirci, May Yay., 1968, s.66.

[4] Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014, s.76.

[5] Osman Çutsay, “Doğan Hızlan, Ben Sanatçıyı Koruyorum, Evet!”, Cumhuriyet Kitap, No:1086, 9 Aralık 2010, s.15-17.

[6] Necmiye Alpay, “Doğan Hızlan: Bir Estet”, Radikal Kitap, Yıl:6, No:341, 28 Eylül 2007, s.10-11.

[7] Doğan Hızlan, Edebiyatımıza Dipnotlar, Yapı Kredi Yay., 2010.

[8] Melisa Gürpınar, “Doğan Hızlan 70 Yaşında: Bütün Zamanların Onur Yazarı”, Varlık Dergisi, No:12, Aralık 2006, s.32-33.

[9] Doğan Hızlan, Mavi Bereli, Yapı Kredi Yay., 2001.

[10] Metin Celal, “Edebiyatın Cumhurbaşkanı”, Cumhuriyet Kitap, No:872, 2 Kasım 2006, s.12.

[11] Altan Öymen, “Edebiyat Adına ‘Feth’e Çıkmış Bir Kahraman: Doğan Hızlan”, Radikal, 5 Kasım 2006, s.9.

[12] Ahmet Cemal, “Doğan Hızlan’lı Yıllarım…”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2006, s.14.

[13] Feridun Andaç, “Dönencesi Edebiyat…”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2006, s.15.

[14] Necmiye Alpay, “Doğan Hızlan: Bir Estet”, Radikal Kitap, Yıl:6, No:341, 28 Eylül 2007, s.10-11.

[15] Yücel Kayıran, “Yazınsal Hedonizm”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:503, 6 Kasım 2010, s.16. 

[16] Mustafa Şerif Onaran, “Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı: Doğan Hızlan”, Cumhuriyet Kitap, No:913, 16 Ağustos 2007, s.22.

[17] Emre Kongar, “Bilsay Kuruç, Doğan Hızlan ve…”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2011, s.3.

[18] http://t24.com.tr/yazı/mabeyn-katibi/6339

[19] http://siyasihaber2.org/

[20] M. Sadık Aslankara, “Fethi Naci’siz Geçen On Yılın Ardından”, Cumhuriyet Kitap, No:1484, 26 Temmuz 2018, s.14.

[21] Tahir Abacı, “Edebiyatta 1950 Kuşağı”, Cumhuriyet Kitap, No:1521, 11 Nisan 2019, s.8.

[22] Oğuz Demiralp, “Füsun Akatlı…”, Cumhuriyet Kitap, No:1577, 7 Mayıs 2020, s.3.

[23] Ayşegül Tözeren, “Edebiyatımızın Eleştiri Kalbi: Bedrettin Cömert”, Evrensel, 11 Temmuz 2018, s.12.

[24] Hıfzı Topuz, “Yazmasalar Olmaz mıydı?”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2020, s.2.

[25] Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev: Gürsel Aytaç, Payel Yay., 2007.

[26] Giorgio Agamben, Dispozitif Nedir?, Monokl Yay., 2012.

[27] Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, çev: İnci Uysal, Norgunk Yay., 2013.

[28] Rahmi Öğdül, “Yazı Boyun Eğdirmek İçindir”, Birgün, 4 Ekim 2019, s.15.

[29] Marcel Proust, Edebiyat ve Sanat Yazıları, çev: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yay., 2015.

[30] Rahmi Öğdül, “Yürümek, Yazmaktır ya da Tam Tersi”, Birgün, 10 Ocak 2020, s.15.