Demokratik Muhalefet

Bu dünyada Batılılaşma/Modernleşme kararı ve girişiminin böldüğü tek toplum Türkiye toplumu değil herhalde; ama bölünmenin hem uzun süreli, hem geniş kapsamlı, hem de derinlemesine işlediği bir ülke burası. İdeal toplumun birbirinin eşi bireylerden oluşması gerektiğini düşünenlerden değilim elbette: ancak, öyle olması gerektiğini, yalnız bu bireylerin bizim tarafın bireyleri olması gerektiğini düşünenlerin birbirini yok etmek için uygun vesile aradığı bir bölünme biçiminin bir toplum için sağlıklı olduğuna inanacak halimiz yok.

Türkiye’de bu bölünme Cumhuriyet öncesinden başlar (onun için hâlâ bir “Abdülhamid” sorunumuz var). Cumhuriyet’in “tek-parti” evresinde Batıcı kanadın sultası radikalleşir. Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılının sonuna gelirken hâlâ bir “mağduriyet” edebiyatı yapılabiliyorsa böyle bir edebiyatın “inandırıcı” olabilmesinin temelleri o dönemin uygulamaları ile atılmıştır. “Kısmen”, diye düzeltmek gerekiyor. Çünkü o kesimin sultası çok yakın zamana kadar devam etti. 28 Şubat son –başarılı– “indifa”larından biri oldu. AKP’nin seçim kazandığı 2002 sonrasında, Etna Dağı’nın duman çıkarmasını andırır biçimde, “patladı, patlıyor” sinyalleri vermekle birlikte, patlayamadı – halen de “sönmüş” izlenimi veriyor. [1]  Dolayısıyla bu yakın dönemde de, Erdoğan başlıca sermayesi olan “Bizi ezdiler” destanına ekleyecek malzeme bulabiliyor.

“Malzeme” bulabiliyor ve herkesten önce Tayyip Erdoğan kendisi bunun ona “iktidar” veren başlıca dayanak olduğuna inanıyor. Dolayısıyla cephaneliğinin büyük kısmını tarihin bu noktalarında harcıyor. 2002 sonrası Türkiye’de belirli bir hareket serbestîsi veren bir oy oranıyla iktidar olmuş AKP bu ezelî yarılmayı giderecek bir siyaset tutturabilirdi; erken icraatıyla bunu yapacağı (ve yapabileceği) izlenimini de veriyordu. Ama hep bildiğimiz gibi süreç böyle devam etmedi.

Geçen günkü yazımda başlık olarak yazdığım “Kulturkampf” Almanya’nın birleşmesinden sonra Bismarck’ın güneyde yoğun olan Katolikler’e karşı başlattığı “kültür savaşı”nın adıdır. 2010’lardan itibaren Tayyip Erdoğan bu toplumun laik kesimine karşı bir “kültür savaşı” başlattı; bu savaşı, dozunu gün geçtikçe artırarak, sürdürüyor. Sürdürmesi de mukadder görünüyor.

Öyle görünüyor ki bu “savaş”, “kavga” ortamı “Tayyip Erdoğan rejimi”nin beslendiği ortam. Rejimin ihtiyacı bu gerilim. Onun için de, kaynağı önemli değil: AKP’li bakana izin vermeyen Almanya ya da Hollanda mı, gittiği memlekette adam dövmeyi hak sayan Cumhurbaşkanı korumalarına tutuklama kararı çıkaran Amerika mı, “yaptığınız işlerin demokrasiyle ilgisi yok” diyen Avrupa mı, yoksa yürüyüşe çıkan Kemal Kılıçdaroğlu mu, fark etmiyor; Erdoğan dokunduğu olayı soruna dönüştürüyor ve sonra büyük bir keyifle bu yeni (ya da eski) “düşman”la ağız dalaşına giriyor – elinde imkân varsa “dalaş”ı daha ileri de götürüyor. Dediğim gibi bu gidiş onun kendi özel rejimini ayakta tutması için faydalı olabilir; ama memleketin geleceği açısından son derece zararlı. Gelgelelim, ne kadar zararlı olursa olsun, kendi cenahından kimse çıkıp “Bu böyle olmaz” demiyor ya da diyemiyor. Erdoğan bu politikayı sürdürerek toplumun yarısının kendine bağlılığını denetim altında tutmayı başarıyor. Bunu başarabilmesi, kuvvet aldığı “mağduriyet” duygusunun toplumda ne kadar köklü olduğunun da ölçüsünü veriyor.

Daha önce de yazmıştım: Erdoğan’ın icraatına CHP’den ve “Kemalist” olarak bellenmiş çevrelerden eleştiri geldiğinde, “Bu bir ‘tek-adam’ rejimidir” eleştirisi dillendirildiğinde, Erdoğan ve çevresi “Sizin tek-parti rejiminiz neydi?” diye savunmaya geçiyor. Bunun cevabı, genellikle, “O zaman öyle gerekiyordu” mealinde birtakım sözler. Söylenmeyen, ama bunun altında yattığı sezilen savunmaysa, “O bizim egemenliğimizdi. Onun için iyiydi.”

Bunun ne kadar inandırıcı bir pozisyon olduğunu anlatmaya gerek var mı?

Sizden olmayanları sizin söylediğiniz sözü ciddiye aldıracak, belki bundan öte, size inandıracak şekilde davranmazsanız, siyasette çoğalabilir misiniz? Çoğalmadan siyaset yapılabilir mi?

Tayyip Erdoğan’ın özünde şiddete dayanan siyaset biçimi bir ölçüde tepki uyandırıyor. Bir muhalefet cephesinin doğmasına zemin hazırlıyor. Ancak, doğal olarak, “çok-parçalı” bir cephe bu. Erdoğan’ın kendi arkasında tutmayı başardığı kitle, bugün gösterdiği manzarayla, çok daha homojen görünüyor. Bu “homojenlik” ille de olumlu bir özellik midir, bilmiyorum. Ayrıca, o cephenin de göründüğü kadar homojen olup olmadığını bilemiyorum. Ne var ki, muhalefet cephesi hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde heterojen. MHP’nin bir kısmı burada; solun bütün renkleriyle Kürtler de burada. Aleviler burada, “bu gidiş hayırlı görünmüyor” diyen Sünni muhafazakârlar da burada.

Geçenlerde Tony Blair yükselen popülizm karşısında duyduğu endişeyi dile getiren bir makale yazdı. Onun bir “çözüm” olarak önerdiği merkezi güçlendirmek’ti. Bundan Blair’in ne anladığı sorusuna girmeden, söylediği şeyin Batı ülkelerinde bir “fizibilitesi” olduğunu söyleyebiliyoruz, sanırım. Nitekim, bakın, Fransa’da Marine Le Pen şu sıralar hızla sönüyor gibi bir görüntü var. Britanya’da “Yahu, siz şu ‘çıkma’ kararını vermekle iyi mi ettik?” sorusunu soranlar da hızla artıyor gibi. Amerika’da Trump, bu gidişle, birinci başkanlık devresinden sağ salim çıkacak mı, çok da belli değil. Hollanda ve benzeri daha küçük Avrupa ülkelerinde sağ popülistler umduklarını bulamadılar. Bütün bu ülkelerde sağ popülizme direnen bir merkez olduğunu söyleyebiliriz.

Peki, Türkiye’de bir “merkez” var mı? Varsa, nedir, nerede bulunur? Soruyorum, çünkü merkeze baktığımda, orada öyle bir varlık göremiyorum.

Burada, “santra çizgisi”nin iki yanında, birbirini her bakımdan dışlayan iki merkez var. İkisi de, toplumun merkezi olmak için kıyasıya mücadele veriyor ve mücadelenin “kıyasıyalık” dozu yükseldikçe, toplumun bir merkezi olamıyor.

Şu tarihten sonra, o merkez olacaksa, kurulacaksa, tartışmasız demokratik değerler üzerinden kurulmalı. Ve kurulduğu yerden, bu iki düşman gücü demokraside buluşmaya, giderek bir araya gelmeye çağırmalı. Bu da, sözkonusu iki tarafın şimdiye kadar birbirine karşı biriktirdiği cephaneyi yenilemekle, kamaları sivriltmekle, bıçakları bilemekle olacak bir şey değil.

Kaynak: Birikim


[1] “Sönmemiş” olabilir de. Şahsen hiçbir bilgim yok. Ama bir “darbe”, AKP’nin ve olabilecek bütün popülizmlerin “Oluyordu. Engel oldular” propagandasına yeni yakıt kazandıracağı için olabilecek –uzun vadede– en kötü şeydir. Sorunu “kurtarıcı” değil toplum çözmelidir.