Yaralı bir canlı olarak insan

Yaralı bir hayvan, yaralı bir insan, yaralı bir ruh, kısacası yaralı bir canlı. yaralı bir dünya demektir. Bu düşünceyi, insan bazında ele alacak olursak, yaralı bir birey, her şeye, yaralı bir ruhun ölçüsüyle bakar. İnsandaki bu yaralı olma durumunun kanıksanması, giderek her türlü olumsuzluğa, “komşunun tavuğunun başına gelenler” anlamsızlığında bakmasına neden olur. İnsandaki söz konusu yaralı olma hali aslında onun en derin lekesidir. Bir an önce kurtulması gereken leke…

Kuşku duyulmamalı ki “leke” olarak kodladığım bu durumun adı, sevgi üretememe durumundan başka bir şey değil. Belki pek çok kişiye biraz abartılı gelebilir ama tam da sorunumuz bu. Toplum olarak çürüyoruz. Keza çürüyen bir toplumun bireyleri olarak, yapıp ettiğimiz hatta ürettiğimiz maddi manevi her şeyle çürümeyi daha da hızlandırıyoruz. Çürümenin en önemli belirtisini isterseniz, size politikacıları işaret ederim; bir ideal için yola çıktıklarını söyleyen “dava” adamlarını göstermek isterim. Zira ideal uğruna yalan “meşrudur” onlar için. Bir ideal için yalan maruz görüldüğünde, giderek sıradanlaşır. Bu anamda yalan sıradanlaştığında, “en büyük” yalanı söyleyen, en kahraman ve “en önemli” insan olur.

Toplum olarak, ölçme ve değerlendirme sistemimiz sorunlu; dolayısıyla depreme dayanıksız bir binadan farksız; “mühendislik” ve “mimari” açıdan tam bir facia… Bu durum, yaşamın ihtiyaç duyduğu tutum ve davranışlarla uyumlu değil. Yaşamın ne olduğu konusundaki bilgisizliğimizden hiç bahsetmiyorum bile. Ama şu kadarını söyleyebilirim: yaşam bulaşıcıdır; hatta yaşam bulaşıcı bir hastalıktır. Yaşam kendi içinden yeni yaşamlar çıkarır. Ama yaşam ölüme yazgılıdır; o hastalığa yakalanan mutlaka ölür! İnsan yaşamda her aradığını bulabilir; bazen aramadığını da… Ne aradığını bilmeyenlerin bile olumlu, olumsuz bir şeyler bulması kaçınılmazdır. Bazıları gelip hepsini almak ister, bazıları ucundan biraz; çocuklar neresine saldıracağını bilemez; kimisi azar azar, gram gram, yoksulun mahalle bakkalından helva alması gibi, ama mutlaka yaşamdan alabildiği kadarını alır gider.

Ama yaşamın en enteresan yanı, kimine göre güzelliği ve eşsiz büyüklüğüydü; kimine göre çenesindeki güç ve midesinin büyüklüğüydü. Keza her halükârda yaşamın hayal gücü, bir delininki kadar geniş ve bir akıllının anlayamayacağı kadar güzeldir, her şeye rağmen. Yeter ki onun ”lisanı”nı konuşabilsin insan.

Sadede gelecek olursam; yaşamın lisanı sevgidir hiç kuşkusuz. Sorun, o lisanı en iyi konuşabilir hale gelmemizdir. Elbette toplumun tek sorunu bu değildir. Ama en büyüğü, belki de anasıdır.

Yaşamı sevmek elimizde; elimizin tersiyle itmek de… “Sevmek emek ister” diye bir söz vardır; bu doğru. Biz bu sözü biraz daha geliştirelim: Sevmek belli düzeyde bir olgunluk ister. Yeteri düzeyde olgunlaşmamış olanların sevgisi, onu telaffuz eden dudaklarda, gözlerde, yüzlerde iğreti durur, sırıtır; yapaydır. Belli düzeyde olgunlaşmış insanın sevgisi, dudaklarda, gözlerde, yüzlerde ve dahi davranışlarda mis kokulu çiçek gibi açar. Ama mutlaka her çiçeğin olgunlaşma zamanını bilmek lazımdır; yoksa hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz olur.

Bu anlamda sevgi, asla şanslı olanların kapıldığı bir duygu durumu değildir. Günümüzde erkekler açısından, sevilir biri olmak için “güçlü” olmak; kadınlar açısından ise güzel ve cinsel cazibeye sahip olmak yeterli nitelik olarak kabul görmektedir. Ancak güçlü bir sevginin bu vasatta zemin bulmasını beklemek gülünçtür.

Peki, kibar olmak, alçak gönüllü olmak, ilgili olmak, yardımsever olmak, doğadan yana olmak, güzel konuşmak, hayata dair bilgi sahibi olmak nerede…

İnsanların aralarındaki görünmez duvarları yıktıkları ve neredeyse tekleştikleri an, sevginin en güçlü bir biçimde hissedildiği an olsa gerek. Bu tekleşme durumunun iki farklı cinsiyetin, yani kadın ve erkeğin arasında gerçekleşme durumu, adına “aşk” dediğimiz şey olsa gerek… Kuşkusuz sevme yeteneği, tanrının bir lütfu değil, tıpkı herhangi bir mesleği öğrenmek, onu en ince ayrıntısına kadar bilmek gibi bir şeydir. Önemli olan, sevginin öğrenilebilen bir şey olduğunu anlamaktır. Sevmeyi öğrenmenin herhangi bir sanatı öğrenmekten bir farkı yoktur. Onun kadar zaman, emek ve donanım ister. Diğer biçimiyle sevgi gösterisi, insanın yüzünde “leke” gibi kalır. Sevginin; eşitlik ve özgürlük temelinde -hayatın özgün öznelerinin işbirliğiyle- gerçekleşen bir edim olduğu açıktır ve anlamlı olan da budur. Kant’ın net bir biçimde belirttiği gibi, eşitlik hiç kimsenin bir başkasının amacının aracı olmaması anlamını taşır.

İşte insanın yaralı hali, sevgi üretememe halidir. Siyaseti, toplumsal yaşamı oluşturmadaki tutumunu belirleyen, insanın “öteki” ne karşı tutumudur; sevgisi ya da sevgisizliğidir. Yaralı insanın siyaseti de yaralıdır, sanatı da, kültürü de… Sevginin ya da sevgisizliğin pek çok sosyolojik/psikolojik/kültürel yanı /nedeni vardır kuşkusuz. Ama içinde sevgi dolu olan bir ilgi, bütün olumsuzlukların aşılmasında ilk adım olacaktır diye düşünürüm.

İnsan yarasını başka nasıl iyileştirebilir ki… Aksi takdirde hükmümüz olmayacak yaşama karşı; bir fazlalık, hatta ağır bir “yük” olmaktan öteye gidemeyeceğiz; belki sadece zamanın bir ayrıntısı olarak kalacağız. Oysa insanın bunda fazlası olması çok mümkün.
Değil mi?

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)