Sosyal Demokrasi ve Refah Devleti

Modern anlamda ve etkin biçimde refah devletinin ortaya çıkışı, 20. yüzyılın ikinci yarısındadır; ancak buraya gelinceye dek birçok gelişme ve birçok mücadelenin bu yönde bazı tohumlar ektiği de bilinmektedir. Bu konuda çeşitli yorumlar olduğunu da söyleyebiliriz. Örneğin liberal yaklaşımlara göre refah devleti anlayışı İngiltere’de 16. yüzyıldaki “Yoksullar Yasasına” kadar uzanır ve özünde toplumun ahlâki bir sorumluluğu olduğu düşüncesine dayanır; bu noktada liberal düşünce muhafazakâr düşüncelerle birleşir. Marksist yaklaşım açısından ise refah devleti, kapitalist gelişmenin bir ürünü olarak değerlendirilir ve ortaya çıkışı kapitalizmin sorunları, sınıf kavgası ve ekonomik krizlere bağlanır; bu nedenle refah politikaları da özel mülkiyet yapısını değiştirmeden işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek amacını taşıyan politikalar olarak değerlendirilir (Przeworski, 1991; 238; Wallerstein, 1998; 46). Bu iki yaklaşım dışında, modern refah devletini genel olarak ekonomik yapıdaki endüstrileşme ve kapitalistleşme ile siyasal yapıdaki demokratik gelişmelere bağlayan yapısal ve fonksiyonel yaklaşımlar da bulunmaktadır. Örneğin bir yanda kapitalistleşme öte yanda mutlakiyetçi devletlerin kitle demokrasisine geçmeleri devlet anlayışlarını değişime zorlamış ve artan demokratik talepler devleti temel hak ve özgürlükler ile siyasal hakların yanısıra sosyal-ekonomik hakları da kurumsallaştırmak zorunda bırakmıştır (Flora ve Heidenheimer, 1990; 22).

Kuşkusuz gerek endüstrileşmenin, gerek demokratikleşmenin devletin anlamı, siyasetin nitelikleri ve işlevinin değişmesi açısından etkisi büyük. Ancak siyasetin ve devletin bu tür nitelikler kazanması açısından asıl olanın toplumsal güçler arasında bir dengenin oluşmasının, özellikle de sermaye karşısında işçi sınıfının toplumsal ve siyasal güç dengesinde belirli bir ağırlık kazanmasının önemli olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin, refah devleti Batı Avrupa’da endüstrileşmeyle ilgili sorunların ortaya çıkmasından çok daha sonra gerçekleşebildiği gibi, bu tür sorunları yaşayan her ülkede de varlık gösterebilmiş değildir. Bu nedenle refah devletine duyulan ihtiyaç endüstrileşmenin ve kapitalistleşmenin yarattığı sorunlara bağlansa ve çıkış noktası olarak demokrasinin gelişmesi gösterilse de, işçi hareketi ve bu hareketin siyasallaşması, bu hareketin sendikalarla ve sınıf partileriyle kurduğu yakınlık, ele geçirdiği toplumsal/siyasal güç gibi gelişmeleri dikkate alan “güç ilişkileri yaklaşımı” (power relations approach) modern anlamdaki refah devletinin ortaya çıkmasında çok daha açıklayıcı olmaktadır. (Walter Korpi, 1978, 40; Gosta Esping-Andersen, 1990, 11) Örneğin Amerika ve Avrupa’daki farklı refah anlayışı ve uygulamalarını, kapitalistleşme, demokratikleşme ve modernleşme boyutlarıyla açıklamak mümkün değildir; ancak bu iki kıtada yaşanan sınıf hareketi ve toplumsal mücadelenin farklılığı ile bazı ipuçları bulunabilir. Öte yandan işçi sınıfının hareketliliği açısından oldukça benzer gelişmeler gösteren Batı Avrupa ülkelerinde devletin sosyal boyutları açısından birbirine benzer özellikler bulunurken, işçi sınıfının gücü ve politikasında, ya da ittifak kurduğu sınıflar ve siyasallaşma boyutundaki farklılıklar da farklı refah rejimlerini açıklamaktadır.

Avrupa’da refah anlayışının doğduğu döneme baktığımızda, başlangıçta ne amaçları, ne de boyutları açısından refah devletinin daha sonra ulaşacağı boyutları ve iddiaları görmek mümkün. Endüstrileşmenin getirdiği sorunlar ve yarattığı toplumsal çözülme karşısında ilk önce, bir yanda “toplumun iyiliği” adına ahlâki bazı kaygılar duyan ve bazı düzeltici tedbirler isteyen liberal yaklaşımlarla, sınıf hareketini bastırmak için “paternalist” bir anlayıştan başka çare bulamayan muhafazakar yaklaşımlar söz konusu. Ancak bu dönemde de genel oy hakkının tanınıp tanınmamış olması oldukça etken bir faktör olarak ortaya çıkmakta. Örneğin yapılan incelemeler ilk dönemde, oy hakkının genelleştiği anayasal monarşilerde merkezileşmiş ve zorunlu hale gelmiş sigorta sisteminin çok daha kolay gündeme geldiğini, genel oy hakkının kabul edilmediği anayasal monarşilerde yoksullara yardım gibi geleneksel uygulamaların sürdürüldüğünü, genel oy hakkının kabul edilmediği liberal demokrasilerde ise, tam aksine, devletin bu konudaki müdahalelerinin önlenmeye çalışıldığını göstermektedir; bu dönemde de en gelişmiş refah uygulamaları güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfının ortaya çıkmış olduğu ve genel oy hakkının tanındığı kitle demokrasilerinde ortaya çıkmaktadır (Flora, ve Alber, 1990; 47). Kısacası, isteğe bağlı uygulamalarla başlamış daha sonra zorunlu hale dönüşmüş sosyal sigortalar refah devletini nüvesidir; ancak sınırlı bir anlamı ve uygulamayı içeren sosyal politika uygulamalarının modern bir refah devletine dönüşmesi için, hem en az 50-60 yıl geçmesi gerekmiş hem de ancak sermaye karşısında güçlenen bir emekçi sınıfının varlığı ve mücadelesi gibi toplumsal güç ilişkilerini değiştiren gelişmeler gerekmiştir. Bu bakış açısıyla, Avrupa’daki refah uygulamalarının, aralarında bazı farklılıklar olsa da, neden dünyanın öteki bölgelerinden ayrılıp buraya özgü bir gelişme gösterdiğini anlamak da mümkün olmakta.

Avrupa’daki 1880’lerde bazı sosyal sigorta uygulamalarının yasalaşmasıyla başlayan değişim, iki Dünya Savaşı arasında bu uygulamaların yaygınlaşmasıyla güç kazanmış, ancak bu uygulamaların bir sosyal güvenlik sistemine dönüşerek tamamlanması İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir (Flora ve Alber, 1990; 54). 1870-1920 arasındaki dönemi deneyim dönemi veya Heclo’nun dedi gibi refah devletinin bir “cenin” olarak ortaya çıktığı bir dönem olarak da adlandırmak mümkün (Heclo, 1990; 385-386). Bu ilk dönemde ciddi bir toplumsal hareketlilik söz konusudur, bir yandan toplumda geleneksel ilişkiler çözülürken, öte yandan herkes için özgürlük, eşitlik ve güvenlik isteyen sesler yükselmekte, fakat bir o kadar da toplumsal rahatsızlıklar yaşanmaktadır. Yükselen rahatsızlık ve tepkiler karşısında, artık yoksullar yasasının veya birkaç yardımsever önlemin ötesinde yeni cevaplar bulmak gerekmektedir. Bu noktada Polanyi’nin dediği gibi, endüstrileşme sonrası toplum kendi içindeki rahatsızlıklar gibi, bunlara karşı tepki ve arayışları da içermektedir ve bu “içkinlik” (embedded) daha sonraki toplumsal dönüşümün de habercisidir (Polanyi, 2000); ancak bu dönüşüm ne kendiliğindendir, ne de boyutları her yerde aynı nitelikte olmaktadır. Bu ilk dönemde, toplumsal ihtiyaçlar ve rahatsızlıklar karşısında deneme niteliğinde de olsa bazı yeni uygulamalara geçilmekte, daha çok bu dönemin rahatsızlıklarını atlatmaya yönelik geçici uygulamalar gündeme gelmektedir. 1920’lerden 1940’lara kadar uzanan dönemde ise, hem ekonomik hem de siyasal bunalımlar emek ve sermaye arasındaki ilişkileri ve bu ikisinin devletle olan ilişkilerini de önemli ölçüde değişime zorlamıştır diyebiliriz. Ekonomideki liberal politikaların yerini müdahaleci bir anlayışa bıraktığı bu dönemde de (Keynesyen ekonomi dönemi), devletin müdahaleci rolünün nereye kadar uzanacağını ve müdahalenin niteliğini belirleyen de yine toplumdaki güç ilişkileri olmuştur.

Prof. Dr. Meryem KORAY

YıldızTeknikÜniversitesi,

İktisadiveİdariBilimlerFakültesiSiyasetBilimiveUluslararasıİlişkilerbölümü