Kırk yıl hatırı olan kahveler…

Pencereden dışarı bakıyorum, açmış o güller, kayısı ağacı, kış armudu, can erik, kararmaya yakın akşam sessizliği, havada irili ufaklı gri bulutlar. Canım sıkılıyor nedenini bilmediğim bir sebepten. Komşunun radyosunda bir türkü, uzak hasretleri çağıran ezgisiyle pencerenin pervazına tutunuyor.

Bu saateler de susuyor kuşlar, çünkü bu saatlerde başlıyor yalnızlığın koyu mavi sessizliği. Taş atığım o bütün denizlerde dalgalar bu saate başlıyor kabarmaya.

Birazda bu havayı dağıtmak için, kalkıp kendime bir kahve yapıyorum. Kahve kokusu doluyor mutfağa, içime çekiyorum.

Sonra akşama kapadığım pencerenin karşısına oturup, kendime yaptığım kahveden höpürdeterek ilk yudumu almadan, o soru düşüyor aklıma; “Hangi kahvelerdi onlar kırk yıl hatırı olan?”

Yalan mıydı her şey?

O sözler, o gülüşler, o sarılmalar hepsi yalan mıydı?

“Yalanmış” dememek için bir piç gibi ortada bırakıyorum kendime sorduğum soruları.

Bir yudum ve ardından ilkinden de sesli höpürdeterek bir yudum daha alıyorum kahveden. “Yalnızlığın keyfi” diye geçiyor aklımdan.

Gülümsüyorum.

Gök gürlemesi ile anlamını buluyor dışarıda birden bire inan karanlık. O irili ufaklı gri bulutlar toplanmış yağmur olup yağmaya hazırlanıyor. Birden yağacak yağmurla her şey temizlenirmiş gibi bir duyguya kapılıyorum. Bütün kirlerimizden arınacakmışız gibi geliyor bir an için bana. Korkularımızı sel suları alsın götürsün, riyakarlığımızı, yalanları, sahtekar gülüşleri, o iki yüzümüzden birini, en çirkinini.

Kahvenin son yudumu, telve ve buruk tadı kendime gelmeme yetiyor. Çocukça bir beklenti içinde olduğuma şaşırıyorum. Kolum kanadım kırılmış çaresiz, uçmayı unutmuş bir kuş gibi duyumsuyorum kendimi.

Çaresizlikten belki de; o şaşkınlıktan, kendimi söylenirken yakalıyorum; “Ne kadar acı, ne kadar…” derken içimde bir yerlerde acılar kendine yurt arıyor.

Hasan KAYA

18 Nisan 2014 Cuma