Sessizliğin Meşrulaştırdığı Suç: Talat Paşa ve Kolektif Hafızanın Bozulması

“Bir halkın acısını inkâr etmek, sadece geçmişi değil, insanlığı da inkâr etmektir.”

Toplumsal hafıza, sadece geçmişin anılarını değil, aynı zamanda bir toplumun bugünkü değer yargılarını da yansıtır. Bu hafıza, bazen geçmişteki travmaların üstünü örtmek ya da onları meşrulaştırmak için seçici bir şekilde şekillendirilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde İçişleri Bakanı ve ardından Sadrazam olarak görev yapmış Talat Paşa, bu bağlamda en tartışmalı figürlerden biridir. 1915 yılında yürürlüğe konan Tehcir Kanunu’nun uygulayıcısı olarak, milyonlarca Ermeni’nin sürgün edilmesi ve büyük kısmının hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan sürecin sorumlularından biri kabul edilir. Buna rağmen, Talat Paşa’nın Türkiye’de hâlâ “devlet adamı”, “vatansever” ya da “büyük lider” gibi unvanlarla anılması, suçun idealleştirilmesinin toplumsal bir boyuta ulaştığını göstermektedir.

Modern Türkiye’nin kuruluş sürecinde yer alan figürler çoğu zaman sadece birer tarihsel aktör değil, aynı zamanda kolektif kimliğin simgeleri hâline getirilmiştir. Talat Paşa da bu simgelerden biridir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en güçlü isimlerinden biri olan Talat Paşa, Osmanlı’nın çöküş sürecinde merkeziyetçi ve Türkçü politikaların savunucusuydu.

Ancak bu politikaların bir yönü, imparatorluk içinde yaşayan Ermeni, Rum, Süryani gibi gayrimüslim toplulukların yok edilmesine veya zorla asimilasyonuna dayanmaktaydı. Sosyolog Zygmunt Bauman, Modernliğin ve Holocaust’un kitabında, bürokratik modernleşmenin nasıl sistematik şiddet üretimine yol açabileceğini gösterir. Bu çerçeveden bakıldığında Talat Paşa’nın icraatları, sadece politik kararlar değil, aynı zamanda modern devlet aygıtının soğukkanlı şiddetiyle örülmüş bir mühendisliktir.

Talat Paşa’yı savunanların büyük kısmı, onu “zor bir dönemde devleti ayakta tutmaya çalışan vatansever bir lider” olarak tanıtır. Bu savunular, sadece tarihsel çarpıtmalar değil, aynı zamanda bugünün ulus-devlet ideolojisinin bir yeniden üretimidir. Pierre Bourdieu’ya göre, egemen ideolojiler, çoğunlukla doğal ve değişmezmiş gibi sunulan tarih anlatılarıyla pekiştirilir. Talat Paşa’nın savunusu da bu bağlamda, Türk milliyetçiliğinin kutsal kurucu figürleri arasında yer bulması içindir.

Bu savunuların temelinde şu stratejiler yer alır:

1915 olaylarının bir soykırım değil, savaş şartlarında alınmış zorunlu bir tedbir olduğunu savunmak.

 “Devletin bekası” gibi kutsal kavramlarla tehcir politikalarını haklı göstermek.

Ermenilerin isyan ettiğini, Ruslarla iş birliği yaptığını öne sürerek katliamı mazur göstermek.

Bu stratejiler, suçun sorumluluğunu görünmez kılarken, aynı zamanda toplumun büyük kısmını sessizliğe ya da pasif kabule iter.

Alman sosyolog Aleida Assmann, kolektif hafızanın bir “unutma ve hatırlama ekonomisi” üzerinden işlediğini savunur. Türkiye’de Ermeni Soykırımı’nın uzun yıllar boyunca resmî tarihten ve eğitim sisteminden dışlanması, tam da bu unutma ekonomisinin bir sonucudur. Bu hafıza politikası sayesinde Talat Paşa gibi figürler, hesap vermek yerine heykellerle ödüllendirilmiştir. Halbuki toplumlar, geçmişle yüzleşmeden demokrasi ve barış inşa edemez.

1915 Ermeni Tehciri

Roger W. Smith ve Eric Weitz gibi soykırım çalışmaları yapan akademisyenler, inkârın soykırımın devamı olduğunu ifade eder. Türkiye’de Talat Paşa’nın hâlâ bir kahraman gibi anılması, sadece inkârla sınırlı kalmaz; aynı zamanda geçmişteki suçun ahlaken yeniden üretimini sağlar.

Talat Paşa’nın savunusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı ulus-devlet anlayışının içinde şekillenmiştir. Tek dil, tek din, tek millet esasına dayalı bu yapı, farklı kimliklerin dışlanmasını sistematik bir şekilde normalleştirmiştir. Alman filozof Walter Benjamin, “her kurucu iktidar, şiddetle başlar” der. Talat Paşa’nın mirası, tam da bu kurucu şiddetin en açık ifadesidir.

Bu nedenle onu savunmak, sadece bir tarihsel figürü değil, aynı zamanda bu şiddetin kendisini kutsamaktır. Türkiye’de hâlâ Talat Paşa adına sokakların, okulların, anıtların bulunması, toplumsal şiddetin ne denli içselleştirildiğini ve sıradanlaştırıldığını gösterir.

Talat Paşa’yı savunmak, sadece tarihî bir tartışma değildir; aynı zamanda bugünün ahlaki pusulasını belirleyen bir tercih meselesidir. Toplumlar, geçmişin acılarıyla yüzleşmedikçe demokratikleşemez, çoğulculaşamaz ve barış kültürü inşa edemez. Sosyolojik olarak bakıldığında, Talat Paşa’nın idealleştirilmesi, sadece bir bireyin savunusu değil, şiddetin ve inkârın sistematik bir meşrulaştırılmasıdır.

Bu yüzden Talat Paşa’nın gerçek rolünü ortaya koymak ve onu savunanlara karşı eleştirel bir duruş geliştirmek, etik bir sorumluluk olduğu kadar sosyolojik bir zorunluluktur. Çünkü geçmişi inkâr etmek, sadece geçmişi değil, geleceği de zehirler.

Arslan ÖZDEMİR