İhraç edilen Kaptanoğlu: Korkuyu yenmeliyiz

KHK ve OHAL rejimine dönen Türkiye’de ekonomi, siyaset ve yaşam gibi akademilere de savaş açıldı. Savaş politikaları üzerinden seçimden seçime koşturan AKP, çıkardığı KHK’lerle binlerce akademisyen üniversitelerin dışına itildi. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin imzacılarından, psikiyatri alanında önde gelen isimlerden biri olan ve işkenceyle mücadele çalışmalarıyla bilinen Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu, OHAL kapsamında son çıkarılan 686 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edildi. Kaptanoğlu, ülkedeki gidişatı ve ihraçlara ilişkin dihaber’in sorularını yanıtladı.

1surman-cem-pet

*İhracınıza ilişkin neler söylemek istersiniz, bunun muhalif kimliğinizle bir ilgisi var mı?

Ben buradakilerin kimliğini Barış İçin Akademisyenler olarak tanımlamıyorum. Benim bildiriye attığım imzam, daha önce demokrasi ve barış için imzaladığım pek çok metinden biriydi. 1989 yılında işkence üzerine Türkiye’de ilk araştırmayı yaptım. İHD ile birlikte cezaevlerine formları sokabildim, işkencenin ruhsal etkilerini araştırdım. Ölüm orucu döneminde kişilerin zorla beslenmesinin yanlışlığını vurguladığımız için intihara teşvikten Ankara DGM’de TBB Yüksek Onur Kurulu üyeleri olarak yargılandık. Bunlara bakıldığında sadece metni imzaladığım için değil politik çizgimden dolayı ihraç edildim. Üniversitede ya teslim olup, onların istediği gibi ölü gibi davranacaktım ya da devam edecektim. Ben de yazdım. Tüm bunlara bakıldığında evet, çok net olarak ihraç edilmeyi bekliyordum.

*Daha önce de pek çok bildiri yayınlandı. Neden bu bildiri bu kadar büyütülüp, hedef seçildi?

Daha önce imzalanmış pek çok bildiriye benzer bir içeriği olmasına rağmen özellikle “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin seçildiğini düşünüyorum. Çünkü, imza atanlar sadece “barış” istedikleri için değil, diğer evrensel değerlerle ilişkileri bağlamında iktidar için iyi bir listeydi. Özgürlükçü insanlardı, “Barış istiyorum” diyen insanlar aynı zamanda “eşitlik” dedi. Bu değerler iktidarı rahatsız etti. Bu evrensel değerleri savunan insanlar üniversiten ayıklamak, üniversiteleri kendilerine benzetmek değildi. Üniversitelerde yine aynı değerleri savunan ama oraya imza atmayan çok geniş bir akademisyen kitlesini de susturmayı ve korkutmayı hedefliyordu. Bu yolla üniversiteler ele geçirildi. Almanya’da Alman toplumunu bir şekilde kontrol altına alabilmek için örneğin Yahudiler gerekiyordu.
Mahallelerde insanlar birbirine selam vermemeye başladı. Burada da üniversitelerde de yapıldı. Barış akademisyeni olanlar ve olmayanlar diye bölerek insanlar fakültelerde birbirine selam veremez hale getirildi.

*7 Haziran 2015 seçimleri öncesi ‘HDP’nin parlamentoya girememesi demek… Parti-devlet ve bunun başındaki ‘Führer’in ülkeyi teslim alması demektir’ demiştiniz. Bugün yaşananları nasıl yorumluyorsunuz?

7 Haziran, toplumun doğal akışı ve ilişkileri içerisinde gelişimini sürdürseydi, nelerin olabileceği konusunda son derece umut veren bir gelişmedir. Toplum 7 Haziran’da doğal akışı içinde çok önemli bir tepki verdi. Ayrıca bu süreç içerisinde savaşın, öldürmenin, hırsızlığın, çalmanın bir şekilde bir suç olduğu ve yargılanabileceği umudunu da canlandırdı. Kötü olanın bir şekilde önüne geçilmesine dair bir tepki aldık 7 Haziran’da. Bu iktidarı korkuttu. Mutlak iktidar arayışlarının söz konusu olamayacağını liberal demokrasi içinde bile ömürlerinin çok uzun olmadığını gördüler. Ve 7 Haziran ile 1 Kasım arasında bir şeyler yapmaları gerekiyordu ya da olması… Ne yazık ki çok kanlı bir şekilde o şeyler oldu. Toplum doğallık içinde değerlendirip, karar verebilme becerisini yitirdi. Sürü haline dönüştürüldü, ama korkmuş, ürkmüş bir sürü. Bu sürüyü çok daha kolay yönlendirebilirsiniz.

*Toplumun ‘ürkmüş’ hali üzerinden hareket etmesi sürekli bir durum mudur?

Hayır, bu mümkün değil. Çünkü devamlı, sürekli tehdit edici bir düşmanın olması gerekiyor. Şu anda var, düşmanlardan bahsediyorlar. Dikkat edersiniz iktidar medyada sürekli şöyle konuşuyor: “Niye Evet, çünkü terörü bitirmek için, çünkü her yerimiz düşmanlarla sarılmış bundan çıkış için, çünkü beka problemimiz var.” Yani varoluş problemi. Var olmak için mücadele edenler sürülerdir, yani hayvani bir yaşamdır varoluş. Hayatta kalmak için mücadele edersin. Daha ötesini isteyemezsin. Bugün toplum bu noktaya getirildi. Esasında çok büyük bir yoksullaşma var. Ne yazık ki referandum sürecine kadar benzer şekilde bunun yürütüleceğine dair kaygılar yaşıyoruz.

*Referandum sonucuna dair öngörünüz nedir?

Referandum, “evet” ya da “hayır” diyen insanlarının oylarının sandıktan çıktığı gibi adil şekilde sayılması değildir. Referandumun öncesi de var. Bir referandumun toplumun gerçek eğilimlerini ortaya çıkarması için o toplumun neyin referanduma sunulduğuyla ilgili yetirince bilgi sahibi olması gerekiyor. Türkiye’de buna çok engel var. Mesela siz bir haber ajansınız ve nasıl koşullarda çalışıyorsunuz, neler sizi sınırlıyor. Medya büyük bir sansür altında. Bu bilgiye ulaşmaya büyük bir engel. İki farklı argümanın “evet” ve “hayır”ın tartışılabileceği bir zemin yok. Bu zeminden sağlıklı bir şey çıkması mümkün değil. KDV’nin kaldırılmasından tutun da büyük anneannelere maaş bağlanmasına toplumu manipüle etmek üzere bir sürü olanak var. Sandıklarda adil bir sayım yapılsa da referandum öncesinde yaşananlardan dolayı adil bir sonuç çıkmayacağını görüyoruz.

*Sonuçtan çok sürecine odaklanıyorsunuz…

Siz bir otobüs kuyruğunda beklerken, binerken, bile belli ilkelere uyuyorsanız inerken de aynı ilkelere uyarsınız. Buradaki tutarlılığı bir başka yere taşıyalım, parlamentoya. Anayasa değişiklikleri oylanıyor, bu tartışmayı halkın izlemeyebileceği TV kanalı kapatılıyor. Bu psikanalizde insan ruh sağlığında çok önemlidir. Buradaki ilişkinizin niteliği hatta çok erken dönemdeki ilişkilerinizin temel niteliği güncel yaşadıklarınıza çok yakınlık gösterir, niteliksel olarak. Siz parlamentoda bir sonuç almak için kanalı kapatıyorsunuz, parlamentoda yoğun şiddet uyguluyorsunuz, gizli kullanması gereken oyu açık oya çevirmek için zorluyorsunuz. Buradaki bu tutumun referandum sandığında ortaya çıkmaması mümkün değil. Psikanalizle ilgilenen bir kişi olarak bu tutarlılıktan bu olumsuzluğu çıkartıyorum. Meclis’te iktidar kanadının tutumlarına bakıldığında referandum da benzer manipülasyonlara açık. Bundan bir vatandaş olarak korkuyorum.

*Rejim değişiyor/değişmiyor tartışmalarına ne diyorsunuz?

Rejim fiilen değişti. Bir rejimi tanımlıyorsanız kağıt üzerinde yazanlara bakılarak yapılamaz. O andaki akışı ölçmek, görmek, bilmek gerekiyor. Bizdeki akursu çizilmiş yatağın dışında akıyor zaten. Daha önceki hukuki durumu böylesine delen bir yürütme, böylesine delici bir cumhurbaşkanı yeni sistemin çerçevesini acaba nasıl deler. Bu da önemli bir konu. Sadece 18 madde ile kalır mı? Bu maddeler fiiliyatta nasıl yönetilmemize neden olur?

*Türkiye, ‘çözüm sürecinin’ ardından çok ağır bir sürece girdi. Kentlerin yıkılması, çatışmaların şiddetlenmesi, patlayan bombalar, sivil ve askeri darbeler ve OHAL… Konunun uzmanı olarak toplumun psikolojisini nasıl özetliyorsunuz?

Toplumda kutuplaşma ya da bölünme doğal şeylerdir. Bunlar bazen toplumu ortadan ikiye de böler. Çünkü toplum bir şekilde sınıf mücadeleleri, çatışma ve çelişkiler içerir. Ve bunlar o toplumun en temel dinamikleridir. Toplumlar bölünürler. Zaten toplumları bölünmüşlükten alıkoymak, homojenleştirmek isteyen rejimler totaliterdir. Yeter ki bu bölünmüşlüğü ifade etmeyle ilgili kanallar açık olsun. Siyaset yani. Toplum bölünmüşlüğünü silahlarla yaşıyorsa iç savaştır. Ama toplum bölünmüşlüğünü müzakerelerle, tartışmalarla, parlamentoyla yaşıyorsa son derece olağandır.
Türkiye’de kötü şeyler oluyor. Kan, ölüm, hırsızlık… Yolsuzlukta en üst sıralarda. İçerideki gazeteciler açısından en kötü ülke. İnsanların özgürlükleri bir KHK ile alıp götürülüyor. Toplumun bir kesimi bunlara “kötü” diyor. Ama bazıları “Bunlar yapılmalı, gerekli” diyor. Şimdi bölünmemek mümkün mü? Beraber olamayız, bakışlarımız farklı. Toplumda bunca apaçık bin yıllardır süre gelen insan zihninin dış dünyaya ve kendine baktığı zaman temel ayrım ve yargılarla ilgili olan “iyi” ve “kötü” örneği, bu karıştı bizde. Neyin iyi neyin kötü olduğuyla ilgili birbirimize zıt şeyler söylüyoruz. Buradaki derin ayrım son derece sıkıntı verici.

*Çok derin ayrılıklar var…

Silahsız insanları, öldürmeden sakatlamadan bir şekilde teslim alabilecekse devlet bunun yapılması en doğalı. Özellikle de bu insanları bir bodruma sıkıştırmışsanız, onları öldürmeden yakalayabilirsiniz. Bu yapılmayıp bu insanlar orada yakılıyorsa buna bakan herhangi bir insan, vicdanı olan ve ayırt etme gücü olan insan “ya bu kötü bir şey” der. “Ne yaparsa yapsın sen nasıl yargısız infaz yaparsın” der. Toplumun bir kısmı bunu dedi. Diğer kısmı da “Böyle olur bu iş” dedi. Hatta yapıldığı için destekleyenler oldu. Bizim bunu destekleyenlerle beraber olmamız mümkün değil. Bunları yapanları bu kötülüğü belli bir kesimin destekliyor olması toplumun kötülüğünü düşündürmez bize. Toplumun olumlu, sağlıklı yanını da 7 Haziran’da gördük.

*Gerçekleri görüp, iyi-kötü ayrımı yapıp da onu bir şekilde görmezlikten gelme hali nasıl açıklanabilir?

Buna yadsıma diyoruz psikolojide. O gördüğümüz şey, bizim bu güne kadar kurduğumuz kimliğimizi çok sarsıyorsa, onun böyle olduğunu söyledikten sonra aynı yerde durmamız mümkün değilse o zaman kullandığımız savunma mekanizması yadsımadır. Buna felsefede sinimiz de deniyor. Sinik şöyle der; “Biliyorum, biliyorum ama şöyle de bir durum var.” Türkiye’deki temel söylemin her yerde böyle olduğunu görebilirsiniz. “Tamam biliyorum, biliyorum ama bunun alternatifi var mı, başkası da yapabilir mi bunu?”

*Kim bunu kullanır?

Kimlik dağılmasını görenler, yeni bir kimlik kurması gerekiyor. Bu kimliği kurmakta zorlanıyor, dünyaya bakışını değiştirmede zorlanıyorsa yadsımaya başlar. Ve çok korkanlar yadsır. Bir grubun da doğrudan çıkarı vardır. Yani katile katil, hırsıza hırsız demiyorsa burada bir çıkar vardır. Bunlara diyecek bir şey yok ama çok küçük bir kesimdir. Önemli kesim ürkenler ve kimlik dağılması yaşayacak olanlardır. Süreç içerisinde bu grup için çok büyük bir kimlik bunalımı, kimlik krizi yaşayacağını düşünüyorum. Bugün Davutoğlu ile Erdoğan taraftarları arasındaki mücadele bile bu kimlik çatlamasının bir göstergesidir. Onun dışında muhafazakar kesimlerden daha farklı seslerin çıkmasına kadar bir kimlik çatlaması var. Bunun olmaması mümkün değil. Bu insanı içerden çürütür, “biliyorum, biliyorum ama…” Bu dayanılacak bir şey değil. Toplumsal ruh halimiz bu.

*Ne yapmalı?

Korkanlar bizim esas hedefimiz. Bir şekilde korkuyu yenmelerini sağlamak gerekiyor. Bunun için bizim de güçlü olmamız lazım, güven vermemiz lazım.

Hayır’ı kötülemeleri bir ilizyon

*İktidarın ‘evet’i anlatmak yerine, ‘hayır’ın kötülüğü üzerinden’ kampanya yürütme çabası, yine ‘hayır’ diyenleri ‘terörist’ ilan etmesi… Bahsettiğiniz ‘düşman’ politikası üzerinden mi belirleniyor?

İktidar düşmanlık zemininde, toplumsal çatışmalara, gerginliklere bakıyor. “Hayır”ın ne kadar kötü olduğuyla ilgili bir şekilde propaganda yapılıyor. “Hayır”ı bir şekilde “terörle” eşleştirmek istiyor. Bu bir illüzyon. Onların bu propagandasının şu şekilde bir tehlikesi var; siz bütün propagandanızı bunun üzerine kurarsanız bir terör olayıyla 7 Haziran-1 Kasım arasında olduğu gibi somut, sıcak bazı olaylarla insanların korkutulması gündeme gelebilir. Çünkü insanları sadece söz etkilemez. Bu çok önemli bir kaygı.

Deniz Nazlım / Nametullah Başar – dihaber