Anarşizm ve Vicdani Ret

Büyük Yürek durdu diyorlar. Belki de, kendisi gibi büyük yüreklerin gümbürtüsünü işitmek için durmuştur bir an için. Kalbi durduysa onu bilemem. İkisi aynı şey değil. Aşk, dayanışma, bağımsızlık, otorite tanımazlık, özgürlük, özgüven, kadınca duyarlılık, cesaret ne zaman yok olursa bu dünyadan, Büyük Yürek’in durduğuna o zaman inanabilirim.

Güle güle ve hoşça kal Büyük Yürek.

Nezahat.

Arkadaş.

Yoldaş.

Sevgili.

6 Kasım 2007

„Savaş, birbirini tanımayanların, birbirini tanıyıp öldürmeyenler için birbirini öldürmesidir.“

Paul Eluard

Bu yazıda, konuyu iki ana başlık altında ele alacağım: I. Bir anti-militarist tutum olarak anarşizm ve vicdani ret; II. Ordu hizmeti karşısında anarşist tutum.

I. Bir Anti-Militarist Tutum Olarak Anarşizm ve Vicdani Ret

Aslında yukarıdaki başlık yetersiz. Çünkü bu başlık altında yalnızca anarşizm ve vicdani reddi değil, pasifizm ve sivil itaatsizliği ve bu dördünün birbiriyle ilişkilerini incelemeye çalışacağım.

Anarşizm, pasifizm, sivil itaatsizlik ve vicdani reddin kesiştiği ortak bir nokta var: anti-militarizm. Militan anti-militarizm, esasen anarşizm; pasifist anti-militarizm, esasen pasifizm; savaşmayı ve emirlere uymayı reddeden anti-militarizm, esasen sivil itaatsizlik; askere gitmeyi ve ele silah almayı reddeden anti-militarizm, esasen vicdani ret tarafından temsil edilir.

En sonuncusundan başlayacak olursak, vicdani ret, ilk üçüne göre daha az ideolojik bir tutum sergiler. Daha doğrusu, ilk üçüne göre vicdani ret çok daha heterojendir. Ciddi İncil Araştırmacıları, Yehova Şahitleri, Quakerler gibi Hristiyan mezhepleri, Budistler vb. dinsel inançları dolayısıyla askeri hizmeti ve ele silah almayı reddettiklerinden tanım olarak vicdani retçi kategorisine girerler. Ama öte yandan dini inancı olmayan, ateist bir anarşist de, ordu kurumuna karşı olduğu için askerliği reddederek vicdani retçi olabilir ya da örneğin, Kürt milliyetine mensup birisi, genel olarak askeri hizmete karşı olmamakla birlikte, kendi milliyetinden insanlara silah sıkmak istemediği için özel olarak Türk ordusuna katılmaya karşı çıkabilir. O konumuyla, bu kişi de objektif olarak vicdani retçidir. Ya da bir Marksist, genelde askerliğe karşı olmasa da, emperyalist savaşa karşı olduğu için emperyalist savaşa katılan bir orduya hizmet etmeyi reddedebilir. Yani vicdani retçiliği belirleyen, şu ya da bu inanç, şu ya da bu tutum, şu ya da bu ideoloji değil, o somut durumda belli güdülerle askere gitmeyi reddetmektir.

Oysa anarşizm, pasifizm ve sivil itaatsizlik, derece derece de olsa, görece daha homojen bir ideolojik tercihi yansıtırlar. Ancak anarşizmin temel ilkelerini benimseyen (örneğin devletin reddi, kurumlaşmanın reddi, kapitalizmin reddi, bürokratik sosyalizmin reddi, tavizsiz özgürlükçülük) birisi, bir militan anti-militarizmi[1] pratiğe geçirebilir. Öte yandan, ancak pasifizmin ilkelerini benimseyen birisi (örneğin, her türlü şiddetin, zorun ve her türlü silahlı eylemin reddi), pasifist anti-militarizmde diretebilir. Keza, sivil itaatsizliği kendisine ilke edinmiş birisi (örneğin, zararlı ve adaletsiz olduğuna inandığı emirlere uymama) sivil itaatsizliğe dayanan bir anti-militarizmi hayata geçirmeye çalışacaktır. Basitleştirerek ve vulgarleştirerek somutlamaya çalışacak olursak, anarşist, askere gidebilir ve asker kişi konumundan yararlanarak ilk yaptığı şeylerden biri, eğer cesareti varsa ve göze alabiliyorsa bir askeri cephaneliği kullanılmaz hale getirmek ya da olanaklar el verdiği ölçüde ordu içinde antimilitarist propaganda yürütmek olur. Pasifist, askere gitmemeyi tercih edebilir, ama zorla askere alınacak olursa buna karşı direnmez. Askerde üniforma giymeyeceğini beyan eder. Ama zorla giydirirlerse direnmez. Sonraki aşamada silah kullanmayacağını beyan eder ve emirlere karşı pasif direnişe geçer. Eline zorla silah vermeleri mümkün olmayacağından (eline silahı tuttursalar bile silah elinden düşecektir) hapse atılır ve yargılanır. Sivil itaatsiz, askere gidebilir, üniforma giyer, eline silah alır. Ancak dahil olduğu birliğe iç ya da dış “düşmana” ateş açması emri verildiği zaman, bu emri adaletsiz buluyorsa uymayı reddeder ve silahını bırakır. Vicdani retçi, bu üçünden de farklı olarak baştan askere gitmeyi reddeder. Zorla alınacak olursa da üniforma giymez ve eline silah almaz. Sonunda askeri hapishaneye atılır.

Öte yandan, vicdani retçinin eylemi, yine ilk üçünden farklı olarak, sadece askere gitmemek ve orduya hizmet etmemekle sınırlıdır. Oysa anarşist, çok daha geniş bir görev belirlemiştir kendine: dünya yüzünde devletlere son vermek. Pasifistin hedefi de az buz değildir: dünya yüzünde şiddete son vermek. Sivil itaatsizin hedefi de çok dar sayılmaz: dünya yüzünde haksız uygulamalara son vermek. Oysa vicdani retçinin bir şeye son vermek gibi bir hedefi yoktur. Onun hedefi kendisiyle sınırlıdır: Bedenini askeri ölüm makinesinin hizmetine koymamak.

Anarşistlerin, militarizme karşı savaşırken, gerilla ya da milis adı altında silahlı güç kurmaları, diğer üçüyle ne derece çelişir? Pasifizm ya da pasifist anarşizm, anarşistlerin silahlı mücadele girişimleriyle ve silahlı güç oluşturma çabalarıyla temelden çelişir. Sivil itaatsizlik, bu tür çabalarla sadece somut durumlarda çelişebilir ya da çelişmeyebilir. Bir sivil itaatsiz, anarşist milisin içinde aklına ve mantığına uymayan bir emirle karşılaşıp buna uymadığı zaman sivil itaatsiz bir tutum almış olur. Vicdani retçilik ise, tarihteki iki anarşist silahlı güç örneği olan Mahno’nun Ukrayna’daki köylü çeteleri ve İspanya’da Durruti’nin önderlik ettiği anarşist milis örneklerini ele alacak olursak, bunlardan sadece Mahno’nun, belli bir dönem yürürlüğe koyduğu “zorunlu askere alma” uygulamasıyla çelişir.[2] Ama Durruti milis birlikleri, tamamen gönüllülük esasına göre kurulduğu için, bu milisin vicdani retle çelişen bir yanı yoktur, daha doğrusu bir vicdani retçi ancak zorunlu askerliğin geçerli olduğu yerde pratikte işlevsel olabilir. Elbette zorunlu askerliğin olmadığı ABD ya da İngiltere gibi yerlerde vicdani reddin kuramsal işlevselliği varlığını sürdürecektir.

Öte yandan, Durruti’nin komuta ettiği, 1936 yılında kurulan anarşist milisi, militan anti-militarizmin gerçekleşmiş, hayata geçmiş en aşırı örneği olarak görmek mümkündür. En aşırı diyorum, çünkü sonuç olarak, anti-militarist anarşist milis de, ordunun temel aracı olan silahı kullanmaktadır militarizme karşı. Nasıl kapitalizmin temeli olan parayı kullanarak kapitalizme karşı mücadele edilemeyeceği ve bu çabanın da eninde sonunda kapitalizme dönüşeceği ileri sürülebilirse, ordunun temeli olan silahı kullanarak orduya ve militarizme karşı mücadele edilemeyeceği ileri sürülebilir pekâla ve bu noktada pasifistler haklı olabilirler. Bununla birlikte, İspanya 1936 somutunda duruma bakacak olursak anarşist milis yine de militan anti-militarizmin sert ve aşırı bir örneği olarak önümüzde durmaktadır (bütün aşırılıklarda olduğu gibi, mücadele ettiği zıddına giderek daha fazla benzeme tehlikesinden azade olmadan). Buradaki uygulamalardan gördüğümüz kadarıyla, anarşist milis, ordunun tam zıddı bir örgütlenme ve yönelim içindedir: “Bu hareketlilik, yukarıdan verilen talimatlarla olan hareketlilikten farklıydı. Gönüllüler birbirleriyle örgütleri tartışıyorlardı. Burada askeri ruhun ya da bürokratik komutanın restorasyonu söz konusu değildi. Bu tartışmalar, militarize edildikleri 1937 yılına kadar işçi milisleri içinde yavaş yavaş gelişerek yapısal bir hal aldı. Örgütlenme basitti. On kişi bir grup oluşturuyordu ve bunlar serbestçe kendi başkanlarını seçiyorlardı. Bu gruplardan on tanesi bir araya gelip yüz kişilik bir tabur oluşturuyorlardı ve aynı yoldan bir kişi başkan seçiliyordu. Beş tabur bir birlik oluşturuyordu ve bu birliğin bir delegesi oluyordu. Taburların delegeleri ve birliğin delegesi Birlik Komitesi’ni oluşturuyorlardı. Birliğin delegeleriyle tugayın genel delegeleri Tugay Savaş Komitesi’ni teşkil ediyorlardı.” (Abel Paz, Halk Silahlanınca, çev: Gün Zileli, Kaos Yayınları, Nisan 1996, s.312-313) “İşçi milisi mücadelede emir altındaki bir asker gibi davranamaz, fakat ne yapacağını bilen bilinçli bir insan gibi davranır. Biliyorum, böyle bir sonuca ulaşmak kolay değildir, fakat insanın mantık yoluyla varamayacağı bir sonuca zor yoluyla hiç varılamaz. Eğer bizim devrimci ordumuz da korku yoluyla varlığını sürdürecekse sonuçta biz korkunun rengini değiştirmekten başka bir şey yapmış olmayacağız. Özgür bir toplum ancak insanın kendini korkulardan kurtarmasıyla olabilir.” (Durruti’den aktaran Abel Paz, agy., s.314) “Disiplin? Bu soruyu sorduğunuza sevindim. Bunun hakkında çok konuştuk. Benim için disiplin, başkalarına karşı kişisel sorumluluk ve saygıdan başka bir şey değildir. Ben bu disipline uyarım, kışlaların disiplinine ise asla. Birincisi insanı özgür ve sorumlu yapar. İkincisi ise, yalnızca otomatlar yaratır, yani vahşeti yaratır.” (Durruti’den aktaran Abel Paz, agy., s.385)

Bununla birlikte, pasifistleri haklı çıkaran olaylar da yaşanmıştır anarşist milis içinde. Abel Paz’ın eleştirisiz aktardığı bir olaya göre, Durruti, beş milisin görev yerlerini terk edip bir köye şarap içmeye gittiklerini öğrenir ve onları “suç üstü” yakalar. Onlara şöyle der: “Yaptığınız işin ciddiyetinin farkında mısınız? Bilmiyor musunuz ki, faşistler nöbet yerlerini geçip sizi teslim alabilirler ve güvenliklerini sizin ellerinize bırakmış olan yoldaşlarınızı katledebilirler? Sizin CNT ya da milis birliklerinin safında yeriniz yok, kartlarınızı verin bana… Sizler ne CNT’lisiniz ne de işçi, siz pisliksiniz. Artık birlikte yeriniz yok. Evinize dönün… Kıçınızdaki elbiselerin halka ait olduğunu bilmiyor musunuz? Pantolonlarınızı çıkarın.” Ve milisler iç çamaşırlarıyla Barcelona’nın yolunu tutarlar. (Abel Paz, agy. s.332)

Evet, milislerin yaptığı büyük bir hatadır, ama gönüllü katılıma dayanan bir silahlı güçte de böylesi bir aşağılama (pantolonlarını almak) hapis cezasından bile daha ağırdır içerik olarak. Üstelik Durruti, bu uygulamaya kendi başına karar vermiştir. İşte bu, askeri bir ortamda kişisel diktatörlüğün başlangıç noktasıdır. Gördüğümüz gibi, militan anti-militarizmle militarizm arasında ince bir zar vardır ve silahlı mücadele koşullarında bu zarın her an yırtılması ihtimal dahilindedir.[3]

Pasifizm, militan anti-militarizmle karşılaştırıldığında, kendinden daha emin, daha tutarlı görünmektedir kimi açılardan. En azından, şiddeti tümüyle reddettiği için, pratikte tutarsızlığa düşme ihtimali oldukça azdır ve yukarda sözünü ettiğim ince zar, pasifizmle militarizm arasındaki ilişkide kalın bir deriye dönüşür. Bununla birlikte, pasifizmin yanıt vermesi zor noktalar da az değildir. Örneğin bir savaş makinesinin her şeyi ezip geçtiği bir ortamda sadece şiddetsiz pasif direniş ne ölçüde işlevsel olabilir? Ya da örneğin, 19 Temmuz 1936’da, Barcelona’da, işçiler Franko’nun generallerinin başlattığı isyana karşı ellerindeki silahlarla direnişe geçip, dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirerek ordu darbesini işçi gücüyle yenilgiye uğratmakla hata mı yapmışlardır? Bu konuda militan anarşizmle pasifistler ya da pasifist anarşistler arasındaki tartışma halen devam etmektedir.

Bu tartışmadan söz etmişken, Tolstoy’un ve onu izleyen Gandhi’nin, anarşizmin özlemleriyle pasifizmin hedeflerini birleştirme konusundaki öneri ve pratiklerini anımsamakta fayda var. Tolstoy, Tanrının dışında insanın üzerindeki her türlü yeryüzü otoritesini reddederek net bir anarşizm noktasına varmıştı. [4] Tolstoy’un şiddet karşıtlığı da, bu anarşizme içkindi. Eğer yeryüzünde bir otorite tanımıyorsam, doğal olarak silahın otoritesini de tanımıyorum demektir. Eğer bu dünyada benim için en büyük değer insan da dahil bütün canlılarsa, o zaman canlıyı öldüren herhangi bir aleti elime almamam gerekir. Total bir vejeteryanizmle de birleşen Tolstoy’un bu anarşist-pasifizmi, devlet ve kilise başta olmak üzere otoritenin her türlüsüne karşı onurlu bir direnişi ve baş eğmemeyi de önerdiği ve yüksek bir ruhsal dinginliği ve direnci gündeme getirdiği için mücadelecidir ve genel olarak anarşizmin reddetme ve direnme kültürüyle bire bir örtüşür. Tolstoy’un izinden giden Gandhi[5] ise, sanırım biraz da Hint toplumunun ve Hindu felsefesinin etkilerini önemli ölçüde barındırdığından, Tolstoy’un otoritenin dikine dikine giden tutumundan biraz daha farklı bir pratik sergilemiştir. Gerçi Gandhi de sivil itaatsizlikçi ve pasifist direnişçidir ve İngiliz kolonyalistlerine karşı bunun pratiğini de ortaya koymuştur. Ne var ki, yine de Tolstoy’dan farklı bir nokta vardır. Tolstoy otoritelerin tümüne birden meydan okurken, Gandhi, kolonyalizm sonrası Hindistan yönetimine açıktan kafa tutmamıştır. Eleştiri ve önerilerini, sadece doğu kültürüne özgü imalarla yönetime iletmekle yetinmiş ve köşesine çekilmeyi tercih etmiştir.

Sivil itaatsizlik örnekleri, barış zamanlarında da görülmekle birlikte (örneğin sivil itaatsizliği ilk olarak formüle edenlerden Thoreau, vergi vermeyi reddetmişti) savaş durumlarında bu tür eylemler yaygınlaşmakta ve kitleselleşmektedir. Adının “sivil” itaatsizlik olmasına bakarak, bunun sadece ordu dışında geçerli olduğunu sanmayalım. Tersine, sivil itaatsizlik için en verimli toprak ordu içinde mevcuttur, çünkü ordu toplumun mantık kurallarına en uzak kurumudur, orada emir ve talimatlara boyun eğmemek için birçok neden bulunabilir. Ama aynı zamanda bu zordur. Çünkü ordu sivil özgürlükler açısından toplumun en zorlayıcı kurumudur. Orduda bu tür eylemler, yenilgi ve çözülme dönemlerinde yaygınlaşır. Örneğin I. Dünya savaşının sonuna doğru her iki tarafta savaşan ordunun askerleri arasında geniş bir sivil itaatsizlik hareketi yaygınlaşmış ve bu, giderek cephelerdeki kardeşleşme eylemlerini getirmiştir: “Kollin’deki çatışmada genç bir subaydan yanında kalan küçük tümeniyle öne doğru son bir manevra yapması istendiğinde, askerlerden birisi şakayla karışık şöyle seslenir: ‘Aldığımız sekiz groschen’e karşılık bugün yeterince çalıştık: bırakın da Maria-Theresia da bir muharebe kazansın.” (Ulrich Bröckling, Disiplin, çev:Veysel Atayman, Ayrıntı, 2001) “Ara sıra, karşılıklı haberleşmeler sonucunda siperler arasındaki çatışma birkaç saatliğine duruyor; az sayıdaki siperde ateşkes yaşanabiliyordu. Kimileyin de bu ateşkeş iyice uzayabiliyor ve mevzilerdeki siperlerin çoğunu kapsayabiliyordu. Hatta topçu ateşi başlamadan önce düşman siperindeki askerlerin karşılıklı olarak birbirlerini uyarmaları bile söz konusu olabiliyordu… en çarpıcı örnek 1914 Noel’inde yaşanmıştı: ‘askerler günlerce, karşılıklı mevzilerin ve siperlerin arasında kalan alanlarda buluşuyor, birbirlerine armağanlar veriyor, hatta siperlerde birbirlerini ziyaret ediyor; birlikte Noel şarkıları, ilahiler söylüyor; düzenli müzik icraatları gerçekleştiriyor; bayramlardan, şenliklerden kalma gösteriler yapıyor, oyunlar oynuyor; ve her iki tarafın ölülerini birlikte topluca gömüyorlardı.’” (agy., s.256)

İkinci Dünya savaşında da sivil itaatsizliğe ilişkin ilginç örnekler var: “Naziler daha sonraki uygulamalar için Yahudileri kolayca ayırt edebilmek amacıyla, tüm Yahudilerden giysilerinin sırtında büyücek altı uçlu sarı bir yıldız bulundurmalarını isteyen bir yasa çıkarttıklarından Danimarka’da kim var kim yoksa, Yahudi olsun olmasın, hatta aralarında Kral Chiristian da olmak üzere sırtlarında sarı yıldızlarla sokaklarda boy gösterdiler. Yasanın uygulanması imkansızlaştı.” (Walter Harding, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, s.35) “Hollandalı liman işçilerinin Amsterdam’da Nazi mallarını kullanmayı reddetmeleri ve bunun sonucu olarak Naziler tarafından vurulmaları, dövülmeleri ve hapse atılmalarından sonra ancak, direniş hareketleri Avrupa’yı sardı. Diğer örneğim, Hitler’in kitaplarını okutmayı reddeden Norveçli öğretmenlerdir. Hepsi sürgünle tehdit edilmiş, birçoğu toplama kamplarına atılmış, fakat onlar boyun eğmemiştir. Sonuç olarak Norveç’te, Hitler’in beli kırılmış ve Hitler orada asla tam kontrolü elde edememiştir.” (Bayard Rustin, agy., (s.136)

Bununla birlikte, örneğin Stalinist diktatörlükte, Hitler rejiminden bile daha korkunç bir baskı ortamı olduğundan,[6] sivil itaatsizliğin kanalları da bir anlamda tıkanmıştır. Buna rağmen sivil itaatsizlik eylemleri bu rejim altında da meydana gelmiş, kötü koşullarda çalıştırılan işçiler vahşi grevlere ya da iş yavaşlatma eylemlerine baş vurunca, önderleri kurşuna dizilmiş ve direnen işçiler kitle halinde sürülmüşlerdir: “Durup bir grup yaşlı kadının çalışmasına baktık. Üzerlerindeki ceket ve etekler yırtık pırtıktı, ayaklarındaki ayakkabıların burunları açılmıştı ve ayaklarından içeri çamur giriyordu… ’Onlar mahkûm mu?’ diye sordu Firelei rahatsız bir havada. ‘Yok yok,” dedi GPU görevlisi net bir şekilde. ‘Binlercesi Leningrad’daki fabrikalardan çalışmak için getirildiler. Onlar orada köprü inşaatında çalışıyorlardı, şimdi de Murmansk’a çalışmaya geldiler. Bir yıl Murmansk’ta kaldıktan sonra Leningrad’a geri dönüp iş aramalarına izin verilecek.’ ‘Her zaman geceleri mi çalışırlar?’ ‘Zaman değerli ve SSCB’nin balığa ihtiyacı var.’ Derken bize GPU’nun, üç ay kadar önce bu işçiler arasında meydana gelen bir pasif direniş hareketini nasıl ezdiğini anlatmaya başladı. ‘Kulaktan kulağa çalışmayı yavaşlatın diye fısıldıyorlardı. Dört yüzünü tutukladık.’ ‘Ne oldu onlara?’ diye sordu Firelei. ‘Liderlerini burada kurşuna dizdik. Diğerleri de trenlerle uzak bir yerlere gönderildi.’ ‘Onlar ne oldu?’ ‘Bilmiyorum. Sabotörlere harcayacak zamanım yok.’” (Jan Valtin,Out of the Night, Birinci baskı 1941, 2004 Ak Press)

Dört anti-militarizm türü içinde, ölümle cezalandırılmaya en yakın olan vicdani reddir. Vicdani retçinin savaştaki adı “firari”dir (elbette tüm firariler vicdani retçi değildir) ve militarizmin hele savaş sırasında ne firariye, ne de isyancıya müsamahası vardır: “Ele geçirilmiş bir evde ya da karşılaştığınız, elinde silah bulunan her isyancı, hatta elinde silah olmasa bile, bize karşı silah kullanmış olduğu belli olan herkes, hemen oracıkta öldürülmelidir. Çünkü böyle bir savaşta; mertçe ve şerefiyle mücadele eden, bizimle açıktan açığa savaşa girmiş, düzenli bir gücün birliklerinden oluşan bir rakibe karşı savaşırken korunması gereken insanlık, bağışlayıcılık ve halkın hukuku gibi nitelikler söz konusu bile olamaz… isyancı hainler şerefli bir askerin yumruklarıyla değil de celladın ipiyle ölümü hak etmiş olsalar da, gene de genelde bu işi kısa yoldan halletmek daha hayırlıdır.” (F.G. Waldersee Kontu’ndan aktaran Ulrich Bröckling, agy., s.197) “Düşman karşısında bir birliği sırasını bozmadan ve birbirine kenetlenmiş halkalarını parçalamadan tutabilmek için, firarı zor kullanarak engellemek gerekiyordu: Bölüklerin arkasında, geride kalmaya ya da kaçmaya kalkışanı, talimatlar gereği, ‘ellerindeki kılıcı ya da süngüyü kaburgalarının arasına sokarak’ durdurmaya çalışan hat gerisi subayları yer alıyordu. ‘Sıradan askerin kendi subayından korkusu düşmandan duyduğu korkudan’ daha fazla olmalıydı.” (agy., s. 103)

Aynı yöntem, Kronstadt isyanını bastıran Kızıl Ordu birliklerinde de uygulanmıştı: “Fin Körfezinin beyazlığına uyarak gizlenmek için beyaz tulumlar giymiş Tukaçevski’nin askeri birlikleri korkunç bir fırtına altında buzları geçmeye başladılar. En öndeki subay okulu öğrenci müfrezelerinin ardından toplanmış Kızıl Ordu birlikleri ve en arkadan da herhangi bir kaçışı önlemek üzere Çeka makineli tüfekçileri geliyordu.” (Paul Avrich, Kronstadt 1921, çev: Gün Zileli, Versus, Şubat 2006)

Nazi’ler firarilere ve vicdani retçilere karşı en acımasız önlemleri almaktan geri kalmıyorlardı: “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi liderine göre, kantonluları askeri görev yerlerini terk etmekten alıkoymak ancak şöyle mümkün olabilir: ‘Firari, firarının, tam da kaçıp kurtulmak istediği sonuca yol açacağını bilmelidir: Cephede belki ölünebilir; ama firar ederseniz, öleceğiniz kesindir.’” (agy., s.315) “Silah altına alınma çağrısını karşılıksız bırakan veya askerlik andı içmeyi reddeden vicdani retçiler de ‘ordunun gücünü zayıflatma’ maddesi uyarınca mahkûm ediliyordu. Savaşma hizmetini açıkça reddetme tavrı, çok az istisna dışta tutulursa, genellikle dini nedenlere dayanıyordu. Savaş hizmetini reddedenlerin çoğunluğu kendine ‘Ciddi İncil Araştırmacıları’ adını veren gruba dahildi. Yaklaşık 250 Yehova şahidi ve diğer dini cemaatlere mensup asker yükümlüsü, savaşmayı reddettiği için idam edildi.” (agy., s.339) “Ordu gücünü zayıflatma’ yasasına göre alınan mahkeme kararlarının toplam sayısını tam olarak belirlemek mümkün değil; fakat günümüze ulaşan istatistikler temelinde yapılan tahminlere göre, savaş bitimine kadar en az 30 bin Wehrmacht mensubunun bu yasaya göre mahkûm edildiği ve bunlardan en az 5 bininin idam edildiği anlaşılmaktadır.” (agy., s.340) “…firarilik, savaş hizmetini reddetme, itaatsizlik veya görevden kaçmak amacıyla kendini bilerek sakatlama suçlarından yargılananlar, askeri hukuk teröründen nasibini haydi haydi almaktaydı. Wehrmacht hakimleri, dönem dönem Hitler’in bile aşırı bulduğu hummalı bir ‘temizlik’ çabasına girmişlerdi… Wehrmacht mahkemeleri savaş bitiminde firarilik suçlamasıyla yaklaşık 23 bin idam kararı vermiş, bunlardan en az 15 bininin infazı gerçekleşmişti. Nizami askeri mahkemelerin sorumlu olduğu bu hukuki cinayetlere bir de silahlı SS mahkemelerinin verdiği idam kararları ve sadece savaşın son aylarında binlerce askeri seri mahkemelerle yargılayan ve yıldırmak amacıyla ‘birliğin gözü önünde anında’ kurşuna dizdiren veya astıran divanı harbin kitlesel cinayetleri eklenmelidir” (agy., s.340-341-342) “Firari sayısını ancak yaklaşık olarak tespit edebilen tahmini rakamlar bile II. Dünya Savaşı’ndaki firari sayısının, I. Dünya Savaşı’ndaki firari sayısını aştığını göstermektedir. Fritz Wüllner, 1944 yılının sonuna kadar askeri mahkemelerde kayda geçen kişilerden yola çıkarak en az 300 bin kişilik bir firari sayısına ulaşmaktadır.” (agy., s.342)

II. Ordu Hizmeti Karşısında

Anarşist Tutum.

Yazının başında Marksist Liebknecht’ten yaptığım alıntıda da görüleceği gibi, pratikte yürütülecek devrimci mücadele konusunda, Marksistlerle anarşistler arasında çok temel bir ayrım vardır: doğrudan eylem. Anarşistler, her ne kadar teorik planda kapitalizmin kurumları arasındaki bağlantıları bilirlerse de, bu kurumların her biriyle karşı karşıya geldiklerinde, “mücadelenin bütünselliği” konformizmine sığınmazlar ve o kurumu doğrudan hedef alırlar. Ayrıca, Liebknecht’in önerdiğinin tersine, bu kurumların her birine karşı mücadele edebilmek için “koşulların olgunlaşmasını” ya da “proletaryanın bilinçlenmesini” beklemezler. Bu, ordu kurumuna karşı mücadele açısından da geçerlidir ve bu noktada anarşizmle vicdani ret aynı tutumu paylaşır.

Anarşizm, devleti bir bütün olarak yıkmaya çalıştığı gibi, tüm devlet kurumlarını da elinden geldiği ölçüde yıpratmak ve yıkmak için mücadeleyi esas alır. Dolayısıyla, bir anarşist, ister ordu kurumunun içinde olsun, ister dışında, ordu kurumuyla uzlaşmaz bir mücadele içindedir ve onu yıkmak ya da en azından yıpratmak için elinden geleni ardına koymaz.

Anarşizmle vicdani reddin ayrıldığı nokta, anarşizmin, ordu hizmetine katılmayı doğrudan doğruya reddetmemesidir. Anarşizmin amacı, ordunun yıkılmasıdır. Bu amaç doğrultusunda, bir anarşist pekâla orduya katılma yolunu da seçebilir. Orduya katılmasındaki amaç, orduyu yıpratmak, askerler arasında savaş aleyhtarı propaganda yapmak, eğer koşullar elverirse ordu içinde sabotaj eylemlerine girişmek olabilir. Bu yüzden, askerlik hizmetine hiçbir şekilde katılmamak, anarşizmin vaz geçilmez bir ilkesi değildir. Nitekim, anarşizm, sistemin tüm kurumlarını reddettiği halde, anarşistlerin bu kurumlar içinde yer almasını ilkesel bir tutumla mahkûm etmez. Sonuç olarak anarşist de, verili koşullarda bireysel olarak geçimini sağlamak zorunda olan bir bireydir. Mevcut kurumların hepsi, istisnasız, var olan sisteme hizmet ederler. Bunların başında polis ve ordu kurumları gelir elbette ama herhangi bir devlet kurumu ya da özel kapitalist kurum da sistemin hizmetindedir. Sisteme hizmet etmek bakımından aralarında derece farkı olsa da sonuçta hepsi sistemin hizmetindedirler. Elbette bir anarşist, yaşamını polis kurumunda çalışarak idame ettirmek yerine, görece daha “tarafsız” bir kurumda çalışarak idame ettirmeyi tercih edecektir. Ne var ki, polis kurumunda çalışmak bile doğrudan doğruya anarşist olmakla çelişen bir şey değildir. Bir anarşist hasbelkader, geçim için polis kurumuna dahil olmuş olabilir ya da bu kurumun içinde çalışırken anarşist olmuş olabilir. Anarşist, bu kurumun içindeyken de pekâlâ anarşist bir faaliyette bulunabilir, örneğin polisin içinde edindiği bilgileri yoldaşlarına aktarabilir. Anarşistin polis kurumundaki görevi sırasında kendisiyle tutarsızlığa düşeceği nokta, örneğin göstericilere cop sallamak zorunda kalması olabilir. İşler bu noktaya geldiğinde anarşistin bu kurumdan ne pahasına olursa olsun istifa etmesi zorunlu olmalıdır. Öte yandan, bir silah fabrikasında çalışmak zorunda kalan anarşist bir işçi, polis kurumunda çalışandan bile daha zor durumdadır. Üretmek zorunda olduğu her madde doğrudan insan kıyımının hizmetindedir. Böyle bir noktada, anarşist işçi, eğer orada bulunduğu sürece ciddi bir engelleme faaliyetinde bulunamıyorsa, bu fabrikadan istifa etmek zorunda kalmalıdır. Elbette bu işlerin kolay reçetesi yoktur. Aslına bakılacak olursa, batı ülkelerinde işsizlik parası alarak yaşayan işsiz bir anarşist bile salt bu konumuyla dolaylı olarak sisteme hizmet etmektedir. Aldığı işsizlik parası, kapitalizmin tüketim fonlarının hizmetindedir. Bu nedenledir ki, bazı anarşistler, işsizlik parası almak da dahil, mevcut sistemin tüm kurumlarıyla bağları kesmeyi ve tamamen bağımsız bir yaşamın koşullarını gerçekleştirmeyi, örneğin kırsal bir alana çekilip orada yaşamayı savunmaktadırlar ama bu da çeşitli zorlukları içermektedir. Örneğin, kırsal bir alanda yaşarken bile, sistemle asgari de olsa bağ kurmak zorundasınız, örneğin karnınızı doyurmak için alış veriş yapmak zorundasınız. Kendi yiyeceğinizi kendiniz üretseniz bile bunların üretilmesi için gerekli aletleri satın almak zorundasınız. Aletleri kendiniz yaptınız diyelim, elektriği, suyu bir yerlerden almak zorundasınız. Bu, böyle sonsuza kadar gidebilir. Bu konular, halen anarşistler arasında tartışılmaktadır.

Sistemin kurumları arasında ayrım yapan ve doğrudan insan imha araçlarını ve kurumlarına daha baştan kesin bir ret tutumu alan anarşistlerle, yukarda sözünü ettiğimiz tüm sistem kurumlarına total ret tutumu alan anarşistlerin farklı farklı açılardan ileri sürdükleri argümanlar askerlik hizmeti karşısında ortak bir noktada birleşmektedir: daha başından askerlik hizmetini ret, yani vicdani ret. Gerçi, bir sonraki aşamada, bu iki eğilim arasında da yeniden bir ayrılık ortaya çıkmaktadır. Esas vurguyu şiddet kurumlarına yapan anarşist, bir takım batı ülkelerinde askeri hizmet yapmak istemeyenlere gösterilen sivil hizmet yolunu kabul ederken, tüm kurumları baştan reddettiği için vicdani retçi olan anarşist total retçilikte ısrar etmektedir.

Bu noktalarda anarşistler arasında bile önemli farklı davranış biçimleri ortaya çıktığına göre, vicdani retçilerle anarşistler arasında da belli farklılıkların ortaya çıkması doğaldır. Ne var ki, bu farklılıklara rağmen, ikisi genelde ortak bir noktada omuz omuzadır: Militarizme direnme.


[1] Spartakist ayaklanması sırasında, Rosa Luxemburg’la birlikte kendi „yoldaşları“ olan sağ sosyal demokratlar tarafından (örneğin Noske) katledilen ünlü Karl Liebknecht‘in militan anti-militarizm konusundaki görüşleri de sağ sosyal demokratlarınkinden pek farklı değildi. Liebknecht, anarşist militan anti-militarizmi şöyle hedef almaktaydı: „Neden beri Almanya’da kımıldamaya başlayan anarşist anti-militarizmi daha çekirdekte boğmak şarttı.“ (Liebknecht’den aktaran Ulrich Bröckling, Disiplin, çev. Veysel Atayman, Ayrıntı, 2001, s.239) Bröckling, Liebknecht’in bu konudaki fikirlerini özetlemektedir; „Liebknecht’e göre, savaş tehlikesine ya da seferberliğe karşı askeri grevle ya da genel itaatsizlikle karşılık vermeye çağırmak çok tehlikeliydi. Liebknecht bu tehlikenin altını çizerken Kautsky’nin evrimci görüşünü aynen paylaşarak şöyle düşünüyordu: ‚Dönem henüz, işçi sınıfına zarar verecek her savaşa karşı genel ya da askeri grevle karşılık verebilmeyi mümkün kılacak olgunluğa kavuşmamıştır. Hervé, enerjik bir anti-militarist ve (bizleri) vatanseverlik karşıtı ajitasyon yapmaya çağırıyor; bu durumda, dağ Muhammed’in ayağına gelecektir. Bu noktada anarşistçe zekâ parıltıları gösteriyor. Şöyle demek zorundayız: Proletaryanın büyük çoğunluğu henüz sınıfının bilincinde değildir. Demokrasi konusunda aydınlanmamıştır, nerede kaldı, en tutkulu, şovenist girdapların dalgalarının altında en az sınıf bilinci kadar fedakârlık, serinkanlı cesaret, bilgelik ve akıllılık isteyen bu vatanseverlik karşıtı eylemler için proletaryayı ikna etme imkanı?‘… Anarşist öğretiler ütopikti, anarşist pratik bireyciydi ya da darbeciydi. Anarşistler (bireysel) bilincin etkilenmesini ve şartlandırılmasını başarının biricik önemli koşulu olarak görüyor ve becerikli, gerekli çabaların ortaya konmasıyla da bir devrimin mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Anarşistler, Liebknecht’e bakılacak olursa, ‚militarizmin organik kapitalist karakterini gözden kaçırıyorlar‘, dolayısıyla da militarizmin kapitalizmden bağımsız, yalıtılmış olduğunu düşünüp, kapitalizm dururken ordunun bertaraf edilebileceğini sanıyor, bu işi nihai amaçları olarak görüyorlardı… Buna karşılık sosyal demokrat anti-militarizm, sınıf mücadelesi propagandasıdır ve mücadele aracı, kahramanca bir eylem propagandası değil, ‚askeri ruhun yavaş yavaş organik yoldan ayrıştırılması ve etkisizleştirilmesidir.‘“ (agy., s.239-240-241)

[2] „1919 yılının ilk beş ayında Gulyai-Polye bölgesi fiilen politik otoriteden bağımsız durumdaydı. Avusturyalılar, Hetmancılar ve Petliyuracıların hepsi gitmişti; ne Kızıllar ne de Beyazlar boşluğu doldurabilecek güçteydi. Mahnocular, Ocak, Şubat ve Nisan aylarında ekonomik ve askeri sorunları tartışıp yeniden kuruluş işini denetlemek amacıyla bir dizi Bölge İşçi, Köylü ve Asi Kongreleri örgütlediler.

„Bölge Kongrelerinde ağırlıklı yer tutan sorun, bölgenin, denetim kurmaya çalışabilecek güçlerden korunmasıydı. 12 Şubat 1919‘da toplanan İkinci Kongre’de oylanarak kabul edilen ‚gönüllü seferberlik‘ kararı, gerçekte, gücü kuvveti yerinde bütün erkeklerin çağrıldıkları zaman gelmelerini gerektiren eksiksiz bir askerlik çağrısını kapsıyordu.“ (Paul Avrich, Anarşist Portreler-I, çev: Osman Akınhay, Sarmal Yayınevi, Ekim 1991, s.165)

Yalnız bir bölgede de Mahno özgürlükçü ilkelerinden ayrılıp önemli bir uzlaşmaya girmişti. Daha önce belirtildiği gibi, askeri önder olarak azalan kuvvetlerini tazelemek amacıyla yeni bir askere alma biçimini yürürlüğe sokmak zorunda kalmıştı; yer yer, aceleyle yerine getirilen idamlar dahil, askeri disipline yönelik katı önlemler aldığı da bilinir.“ (agy, s.173)

„Cumhuriyetçi yazar Chiristian Abt’a göre, politik kurtuluş ile mecburi genel askerlik hizmetinin bağdaştırılması imkansızdı: ‚Bana diyorlar ki, mecburi askerlik hizmeti olmasa devrimi dayatabilmek olanaksızdır; ben de buna, halkın çoğunluğu devrimle ilgilenmez ve özgürlüğe ihtiyaç duymaz, dolayısıyla da devrimi savunmayacaktır; oysa savaşçılar, zaten çıkarları devrimle kenetlenmişse, özgürlüklerinin düşmanını geriletmek için gönüllü olarak ayağa kalkacaklardır. Gönüllülük ilkesine dayanmayan ve bu ilkeyi bütün ölçü koyucu kurallarının kılavuzuna dönüştürmeyen her devrim kaybedilmiş demektir, diye cevap veriyorum.‘“

[3] Gerçi, sağ sosyal demokrat-Stalinist işbirliği bu zarın yırtılmasına bile zaman tanımadan İspanya Devrimini tasfiye programı çerçevesinde devrimci milisleri (POUM ve anarşistler) dağıtarak ya da militarize ederek, milisin tersine gönüllülüğe değil, zorunlu askerliğe dayanan cumhuriyetçi ordunun içinde eritme işlemine girişmiş ve hedeflerine de ulaşmıştır. Zaten 1938 yılında, daha da büyük bir militarist güç, Franko’nun asi ordusu Cumhuriyetçi güçleri yenilgiye uğratarak ülke çapında bir askeri diktatörlük kurmuştur.

[4] „Tolstoy, Yurtseverlik ve Hükümet’te (1900) savaşa hazırlanırken barış çağrısı yapan bütün güçlerin ikiyüzlülüğünü açığa çıkardı. Müthiş yıkım araçları keşfetmenin caydırıcı olacağı (nükleer silahları mazur gösterenlerin popüler görüşü) ve savaşa son vereceği görüşünü reddeden Tolstoy, tek çarenin nihai şiddet araçları olan hükümetleri ortadan kaldırmak olduğunu öne sürdü: ‚insanları korkunç ve gittikçe artan silahlanma ve savaş kötülüklerinden kurtarmak için, Hükümet denilen ve insanlık için en büyük kötülüklere yol açan şiddet araçlarının ortadan kaldırılmasını… istiyoruz.‘ Tolstoy, evrensel silahsızlanma gerçekleştirilmedikçe, daha çok dehşet verici savaşların geleceğini düşünür. İnsanların, anavatanın çocukları ya da bir hükümetin köleleri değil, Tanrının çocukları olduklarını kabul etmeleri halinde, ‚Hükümet denilen o çılgın, gereksiz, köhne, öldürücü örgütlenme ve onun yol açtığı bütün acılar, şiddet, ihlaller ve suçlar sona erecektir.‘ Savaş, askere alma ve bütün diğer baskıcı hükümet eylemleri ancak Devlet’in aşamalar halinde çözülmesiyle sona erecektir.“ (Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, çev: Yavuz Alogan, İmge, Şubat 2003, s.525)

„‘Her türlü devrimci girişim sadece Hükümetlerin şiddetine yeni bir gerekçe sağlar ve onların gücünü arttırır.‘ Mevcut düzenin şiddet yoluyla değiştirilmesi halinde, yeni düzenin kendi düşmanları tarafından şiddet yoluyla yıkılmayacağı garanti edilemez. Bu durumda yeni düzen kendisini şiddet yoluyla savunmak zorunda kalacak ve kısa sürede tıpkı eski düzen gibi yozlaşacaktır.“ (Tolstoy’dan aktaran Marshall, agy. s.528)

[5] „İngilizlerin kaba kuvvet kullandıkları mutlak surette doğrudur ve bizim de aynı şekilde davranmamız mümkündür ama aynı araçları kullanarak ancak onların sahip olduğu aynı şeyleri elde edebiliriz. Kabul edersiniz ki biz onu istemiyoruz. Amaçlarla araçlar arasında hiçbir bağ olmadığı inancı büyük bir hatadır… eğer okyanusu geçmek istiyorsam onu sadece bir gemi vasıtasıyla yapabilirim; eğer bu amaç için bir araba kullanacak olursam hem araba hem de ben denizin dibini boylarız.“ (Gandhi, Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, çev: C. Hakan Arslan, Fatma Ünsal, Vadi Yayınları, Şubat 1997)

[6] „Kabul etmek gerekir ki, komünist rejimler, bilgi akışını kesmekte çok başarılıydı ve devlet sırrı sanatını hayal bile edilemeyecek düzeye çıkarmışlardı.“ (Zygmund Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı, 2003)