Adalet Üzerine

Tanıl Bora’nın işaret ettiği gibi “kadim devlet ve iktidar aklında adalet, bir denge siyasetinin fonksiyonudur”[1] ancak bu akıl bu topraklara ya da daha genel olarak Doğu’ya özgü olmayabilir. Kaynağını Platoncu felsefede bulan her akıl, adaleti, denge, düzen, geleneksel işbölümü ve bunların uzantısı sayılabilecek hiyerarşik bir yapıda bulur. Platoncu kent düzeninde adalet, herkesin yerini (haddini) bildiği bir düzendir çünkü Platon’un “soylu yalanına” göre herkes doğuştan/fıtraten belirli bir sınıfa aittir, kentin düzeninin işleyebilmesi için önceden belirlenmiş bir sosyal role oynamak zorundadır. Platon’un yalanına (mitine) göre kentin her üyesi, Tanrısal bir hükümle, özel ve belirli bir metalle doğar. Yöneticiler altın, yardımcıları (muhafızlar, askerler) gümüş, çiftçiler ve zanaatçılar (yani çalışan sınıflar) demir ve bronzla doğmuştur. Herkes fıtratında taşıdığı bu metale uygun davranmalı, dengeyi, düzeni bozacak dil ve davranışlardan uzak durmalıdır. Platoncu kentte adalet tam olarak bu dengedir, bu hiyerarşik düzendir. Adalet, herkesin önceden belirlenmiş konumuna rıza gösterip, dengenin/düzenin işleyişine meydan okumayacağı, ayakların baş olamayacağı bir oligarşik rejimdir.

Eşitsizlik, kentin ve toplumun örgütlenmesine içkindir ve dolayısıyla eşitlik adına yapılacak protesto/isyan, dengenin, düzenin bozulması, yani adaletin yıkılmasıdır. Bu demektir ki adaletsizliği üreten eşitliktir. Bütün, parçalar üzerinde bir önceliğe sahip olduğuna ve dolayısıyla bütünün/düzenin işlemesi parçaların/sınıfların uyumuna bağlı olduğuna göre adalet, uyum ve uzlaşma demektir. Bunun karşısında düzensizlik adaletsizliktir. Dikkat edilecek olursa, Platon’un vurgusu insan acısı ya da mağduriyeti değildir. Bilakis, adaletsizliği kabul edilemez kılan, adaletsizliğe yönelik bir başkaldırının üreteceği düzensizliktir[2].

Bu adalet anlayışı, bireyi önceden belirlenmiş konumlara, sınıfları önceden belirlenmiş iş bölümüne, sosyal rollere sabitleyerek ve adaleti bir uyum/uzlaşma alanına hapsederek siyasal öznelliği öldürür çünkü siyasal öznellik verili olanı sorgulamayı, dayatılan ya da önceden verili özne konumlarını reddetmeyi, yeni öznellikler yaratmayı gerektirir. Örneğin işçinin, siyasi özne olabilmesi için işçi olmaktan çıkmasını gerektirir, kadının haneye hapsedilmiş rolünü reddetmesini, kamu-özel ayrımını yeniden çizmesini gerektirir. Köle, köle kalarak kurucu bir özne olamaz. Dolayısıyla Platoncu adalet, bizatihi siyaseti öldürür, yani adalet anti-siyasettir. Platoncu “adil düzen”, Jacques Ranciere’nin ifadesiyle, sosyal bütünü kuran parçaların hiyerarşik bir düzen içinde konumlandırıldığı, rollerin, konumların, kimliklerin önceden tayin edildiği, kimin konuşmasının söz olarak değerli, kimin konuşmasının değersiz ya da dinlenilmez olduğunun bu bölümlenme içinde belirlendiği bir polis rejimidir. Platoncu adalet anlayışının karşısına Ranciere eşitliği, polis’in karşısına politikayı, denge, düzen, uyum, uzlaşmanın karşısına uzlaşmazlığı, uyuşmazlığı koyar ancak meydan okuma adalet fikrinin reddedilmesi demek değildir çünkü Ranciere’e göre siyasal mücadele kelimeleri kendinin kılma mücadelesidir.

II

Ranciere’nin, neredeyse kendisi kadar ünlü bir sözünü tekrarlayalım: “Uyuşmazlık, birinin beyaz dediği bir şeye diğerinin siyah demesi arasında bir çatışma değildir. Her iki tarafın da beyaz dediği ama beyazdan aynı şeyi anlamadıkları ya da beyazla kast edilenin farklı şeyler olması durumunda ortaya çıkan çatışmadır”[3]. Bir uyuşmazlık durumu, ortak bir sembolik evreni, ortak bir nesneyi, aynı kelimeleri kullanmayı gerektirir ancak taraflar kelimelere kendi anlamlarını yükler. Dolayısıyla, adalet oligarşik, hiyerarşik bir toplumsal örgütlemeyi meşrulaştırmanın kelimesi olabileceği gibi dışlananların, sözü dinlenilmeyenlerin, işitilmeyenlerin hak arayışının, eşitlik mücadelesinin, demokrasinin bir operatörü de olabilir. Geleneksel binyılcı (millennialist) köylü isyanları ki Eric Hobsbawm’a göre modern dünyanın radikal devrimci hareketlerine güçlü miraslar bırakmıştır, “adaletin ve özgürlüğün hüküm süreceği bir dünya” arzusuyla isyan etmiştir.[4] Modern sosyal-siyasal hareketler de dışlanmayı, eşitsizliği, adaletsizlik olarak okuyarak, “yeryüzünde adalet” arayışıyla mücadele etmiştir. Dolayısıyla adaleti, ahlak/vicdan ve hukukun ötesine ve üzerine çıkaran ve ona siyasal bir biçim katan, adalete yüklenen anlamların çeşitliliği ve karşıtlığıdır.

Her siyasal kavram anlam mücadelesine açıktır ve adalet de diğer bütün siyasal kavramlar gibi “özsel olarak tartışmalı” bir kavramdır[5]. Adalet ya da hiçbir kavram, kendi içinde siyasal değildir ama her kavram anlamlandırma mücadelesinin alanı olduğu, toplumun yeniden kuruluşunun, kamunun yeniden düzenlenmesinin zemini olduğu ölçüde siyasaldır. “Adalet nedir?” sorusunun yanıtı ancak siyasal bir mücadelenin sonucunda belirlenir. Farklı adalet anlayışları, adaletten beklenenler, yasanın ve ahlakın/vicdanın sınırlarını aşan bir arzu, verili sosyal yapılanmanın ürettiği eşitsizlik karşısında bir talep, bir iddia olarak adalet, daima çatışma halindedir ve siyaset nihayetinde anlamlandırmanın mücadelesidir. Anlamlandırma mücadelesi sadece siyasal projelerin ya da sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık gibi siyasal ideolojilerin kendi adalet anlayışlarının çeşitliliği ve uzlaşmazlığı ile sınırlı değildir, bizatihi somut bir haksızlığı doğrudan bedenlerinde yaşayan bireyler ya da sosyal grupların da bir hak ve adalet kavrayışları vardır çünkü burada haksızlıkların/adaletsizliklerin bedeli insan acısıdır.

Adaleti (ve bütün kavramları) siyasal kılan ikinci bir moment, kendi karşıtına karşı mücadele içinde anlam kazanıyor olmasıdır yani adalet, adaletsizliğe karşı bir mücadeleyle anlam kazanır. Bundan dolayı adalet soyut/ideal, adaletsizlik gerçek, somut ve can yakıcıdır. Jacques Derrida’nın yasa ve adalet arasında kurduğu fark da bu çerçevede yorumlanabilir. Derrida’ya göre yasa, kurallarda, yönetmeliklerde, tüzüklerde, hukuki kararlarda mevcuttur ama adalet mevcut değildir. Adalet daima gelecek olan, gelmesi beklenendir. Bu nedenle adalet, yasanın üzerinde ve ötesindedir[6]. Bu demektir ki, başlangıç zemini hukuk olsa bile adaleti basitçe yasanın/hukukun sınırlarına hapsetmek adaletin eşitlik ve özgürlükle, yani siyasetle bağını koparmaktır. Tam da adaletin soyut, ideal olması, somut olanla ideal olan arasındaki gerilimde, boşlukta anlamlandırılması nedeniyle siyasal muhtevasını kazanır. Siyasal özne bu boşlukta, bu gerilim içinde ortaya çıkar. Adalet arayan özne, bir kopuşun (adaletsizlikten kopuşun) mücadelesini veren öznedir, tıpkı özgürlüğün bir kurtuluş olarak (tahakkümden kurtulmak olarak) anlam kazanmasında olduğu gibi.

III

Nihayetinde hiçbir kelimenin anlamı sabitlenmiş değildir. Siyasal mücadele, bir yeniden anlamlandırma girişimidir. Ve Ernesto Laclau’nun söylediği gibi, hegemonya, geçici ve kararsız olsa da, anlamı sabitleme mücadelesidir. Laclau’nun katkısı, bugün Türkiye’de demokratik bir muhalefetin inşasını mümkün kılacak bir operatör olarak adalet kavramını konumlandırmamızı sağlayabilmesi bakımından önemlidir. Doğrudur, her kelime, dilbilim ve psikanalizin terimleriyle söyleyecek olursak, her gösteren, hegemonya mücadelesinin bir parçası olabilir ancak adalet içinde yaşadığımız oligarşik-otoriter yönelime karşı adil, eşit ve demokratik bir yeniden yapılanmanın büyülü kelimesidir. Adalet, yeni bir kolektif özneyi kuracak “boş gösteren”dir.

Laclau’ya göre, radikal bir düzensizlik durumunda, örneğin Hobbesçu doğa durumunda, insanlar bir düzeni arzular. Burada “düzen” fikrinin gerçek içeriği tali bir meseledir. Düzen, içeriği doldurulmuş bir kavram olmaktan çok olmamasıyla/eksikliğiyle var olan bir gösterendir. Düzen olmadığı için vardır; soyut ve ideal olarak vardır çünkü somut ve gerçek olan düzensizliktir[7]. Bu durumda düzen, eksiğin gösterenidir, olmayan bütünlüktür, beklenen evrenselliktir. Hegemonik başarı, eksiği, anlamlandırılamaz olanı, Lacan’ın Gerçek’ini (geçici de olsa) anlamlandıracak o büyülü göstereni bulmak ve o göstereni kendi siyasal projesini içinde eklemlemek ve anlamlandırmaktır. Boş gösteren artık, tekil bir talep olmaktan çıkacak diğer bütün farklı sosyal talepleri zincirleyen, hepsini temsil edebilme kapasitesiyle farklılıkları aşan bir eşdeğerlik/kolektif özne üretecek olan, evrenselliği kuracak olan ayrıcalıklı ve kurucu bir zemin olacaktır.

Bu çerçevede Laclau’nun “düzen” örneğini Türkiye’nin içinden geçtiğimiz konjonktürüne uyarlayacak olursak, şunu söyleyebiliriz: Türkiye radikal bir adaletsizlik döneminden geçiyor ve tam da bu nedenle adalet, eksikliğiyle var olan, adaletsizlikle parçalanmış bir toplumu yeniden kuracak olan, farklı talepleri temsil edecek, evrensel kolektif özneyi yani bir “halk”ı kuracak bir gösteren olabilir. Üstelik adalet, hukuksal, siyasal ve sosyal içerimleriyle yeterince geniş bir talepler/şikâyetler alanını zaten kapsamaktadır. Temsili demokrasinin kriz içinde olduğu, temsilin demokratikleştirilmesinin tartışıldığı bir dönemde temsil kurumlarını tamamen önemsizleştirerek, temsilcileri, seçilmişleri yargılayarak, hapsederek, denetlenemeyen kanun hükmünde kararname rejimini, bir “istisna durumunu” olağanlaştırarak, haber yapma/alma alternatif bilgi kaynaklarına erişimi, örgütlenme, ifade özgürlüğünü engelleyerek siyasal adaletsizlik; iş kazaları, işçi cinayetleri, ağır çalışma koşulları, işsizlik, güvencesizlik, bir patronaj şebekesinin nesnesi olmak dışında sosyal yurttaşlık hakları ellerinden alınmış yoksullar üreten sosyal adaletsizlik; kültürel marjinalleştirmeye maruz kalan, kimlikleri dışlanan etnik-dinsel azınlıklarla kültürel adaletsizlik ve buna benzer adaletsizlikler Türkiye’nin yeni normalidir. Hukuk pratiğinin ürettiği adaletsizlik ise zaten başlangıç noktasıdır. Bu “radikal adaletsizlik” durumunda adalet, yokluğuyla var olan, yokluğun eksik tamlığını imleyen bir arzu nesnesidir. Bugün adalet, içinde yaşadığımız derin ve kör boşluğu doldurabilecek nesne küçük a’dır (object a). Platoncu oligarşik/hiyerarşik adalet anlayışına karşı eşitlik ve özgürlükle buluşacak yeni bir “adil düzen”, yeniden kurulmayı beklemektedir.

 



[1] http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8377/adalet#.WVAqRNR96wo

[2] Samuel A. Chambers (2010) “Police and Oligarchy”, içinde Jacques Ranciere: Key Concepts, der. Jean-Philippe Delanty, Durham: Acumen, s. 57-68; Etienne Balibar (2012) “Justice and Equality: A Political Dilemma? Pascal, Plato, Marx”, içinde The Borders of Justice, der. E. Balibar, S. Mezzadra ve R. Samaddar, Philadephia: Temple University Press, s. 9-32.

[3] Ranciere, Jacques (1998) Disagreement: Politics and Philosophy, Minneapolis and London: University of Minnesota Press, s. x.

[4] Michael Löwy (2010) “Eric Hobsbawm, sociologist of peasant millenarianism”, Estudos Avançados, 24 (69), s. 105-18.

[5] Emmanuel Renault (2012) “Struggles of Justice: Political Discourses, Experiences, and Claims”, içinde The Borders of Justice, der. E. Balibar, S. Mezzadra ve R. Samaddar, Philadephia: Temple University Press, s. 99-122.

[6] William W. Sokoloff (2005) “Between Justice and Legality: Derrida on Decision,” Political Research Quarterly, 58 (2), s. 341-52.

[7] Ernesto Laclau (2007) Emancipation(s), London: Verso.