1980’ler, dünya kapitalizminin yapısal bir eşiğe geldiği dönemi ifade eder. Sermaye birikim süreçleri, kâr oranlarındaki düşüş eğilimine karşı yeni bir “düzenleme rejimi” arayışına girmişti. Bu arayış, İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan eliyle kurumsallaşan neo-liberal paradigma ile somutlaştı. Yeni rejimin amacı, devletin ekonomik yaşamdan çekilmesi, kamu hizmetlerinin metalaştırılması ve sermaye hareketlerinin önündeki ulusal engellerin kaldırılmasıydı. Bu dönüşüm, salt iktisadi alanla sınırlı kalmadı; toplumsal ilişkilerin, kültürel formların ve siyasal iktidar pratiklerinin yeniden üretim mantığını da değiştirdi. Eski sınıfsal karşıtlıkların görünürlüğünü azaltan ve bunların yerine parçalı kimlik aidiyetlerini ikame eden ideolojik bir yeniden yapılanma süreci devreye sokuldu. Bu, yalnızca ekonomik yeniden yapılanmanın “yan ürünü” değildi; aksine, hegemonya inşasının asli bir aracıydı.
Neo-liberal dönemde ırk, etnisite, cinsiyet ve dini aidiyet gibi kimlikler, gündelik hayatın doğal çeşitliliğini yansıtan olgular olmaktan çıkarılarak, kamusal tartışmanın merkezine yerleştirildi. Bu kaydırma, Antonio Gramsci’nin tarif ettiği “hegemonya” mekanizmasının güncellenmiş bir formuydu: Sınıf çatışmalarını doğrudan bastırmak yerine, toplumsal enerjiyi farklı ve çoğu zaman birbirine karşı konumlanan kimlik kümelerine dağıtmak. Bu sayede, ücretlerin baskılanması, iş güvencesizliğinin yaygınlaşması, kamusal hakların geri çekilmesi gibi sermaye lehine yeniden yapılandırma adımları, siyasal gündemin arka planına itildi. Kimlik temelli kutuplaşma, sermaye ile emek arasındaki temel karşıtlığı görünmez kılarak, kolektif sınıf bilincinin gelişme potansiyelini zayıflattı.
Türkiye’de bu dönüşüm, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin otoriter kurumsal çerçevesi içinde uygulamaya kondu. Darbe, yalnızca siyasal muhalefeti bastırmakla kalmadı; aynı zamanda yeni bir emek rejiminin önünü açtı. Özelleştirme dalgaları, esnek çalışma biçimleri ve taşeronlaşma, işçi sınıfının kolektif pazarlık gücünü ciddi biçimde erozyona uğrattı. Bu dönemde yükselen etnik, mezhepsel ve kültürel gerilimler, siyasal enerjinin sınıfsal taleplerden uzaklaştırılmasında etkili oldu. Neo-liberal reformlar ile otoriter yönetim pratikleri, burada birbirini tamamlayan iki sütun olarak işledi: Biri ekonomik yeniden yapılandırmayı sağlarken, diğeri bu dönüşüme yönelik potansiyel direnci önceden bastırdı.
Michael Burawoy’un “piyasa despotizmi” kavramı, bu sürecin özünü yakalar: Sermaye, emeğin yalnızca üretim sürecindeki zamanını değil, yaşamın tamamını kuşatır. Neo-liberal dönemde bu kuşatma, bireysel kimliklerin sürekli yeniden tanımlanması ve tüketim kültürünün bu kimliklere eklemlenmesiyle derinleşti. Kimlik siyaseti burada yalnızca bir dikkat dağıtma taktiği değil, aynı zamanda piyasa disiplininin ideolojik kılıfıdır. Çalışma saatlerinin uzaması, güvencesizliğin norm hâline gelmesi ve gelir adaletsizliğinin artması, medyatik ve politik söylemde kültürel çatışmalarla maskelenir.
Latin Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan Türkiye’ye, neo-liberal politikaların yerleşmesi çoğu zaman otoriter ya da yarı-otoriter siyasal rejimlerle eşzamanlı gerçekleşti. Uluslararası finans kuruluşlarının sağladığı krediler, toplumsal refahı artırmaktan çok, sermaye piyasalarını derinleştirmek ve küresel sermayeyi yerel ekonomilere entegre etmek için kullanıldı. Bu bağlamda otoriterleşme, yalnızca siyasal alanın daraltılması anlamına gelmiyor; aynı zamanda emeğin pazarlık kapasitesinin yapısal olarak kısıtlanması anlamına geliyor. Böylece, kapitalist yeniden üretim süreci, hem ekonomik hem siyasal düzlemde güvence altına alınmış oluyor.
2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de neo-liberal politikalar, yerel düzeyde kurumsallaşmış otoriter yönetim biçimleriyle birleşti. İş güvencesizliği ve düşük ücretler, gündemin kültürel kutuplaşma ile meşgul edilmesi sayesinde geniş çaplı sınıfsal mobilizasyona dönüşemedi. Bu, klasik anlamıyla “böl ve yönet” stratejisinin, modern kitle iletişim araçları ve kültürel söylemler üzerinden yeniden inşasıdır. Sermaye birikim sürecindeki yapısal sorunlar —kâr oranlarının düşüşü, borç bağımlılığı, ithalata bağımlı sanayi— kimlik siyasetinin yarattığı sis perdesi altında ertelenir ya da görünmez kılınır.
1980’lerden bugüne uzanan çizgi, ekonomik eşitsizliklerin, sınıfsal mücadelelerin bastırılmasının ve otoriterleşmenin birbirini besleyen bir döngü hâlinde işlediğini gösteriyor. Kimlik siyaseti, bu döngünün anahtar dişlilerinden biridir: Toplumsal enerjiyi yatay eksende parçalayarak, dikey eksendeki sınıfsal çatışmayı görünmezleştirir. Dolayısıyla bugün yaşadığımız kriz, ne salt ekonomik ne de salt kültürel bir krizdir; her ikisinin iç içe geçtiği, sermaye birikiminin siyasal biçimlenişiyle birlikte anlaşılması gereken tarihsel bir momenttir. Bu momenti aşmak, ancak toplumsal taleplerin yeniden sınıfsal zeminde örgütlenmesi ve hegemonya mücadelesinin bu eksende kurulmasıyla mümkündür.
- Neo-Liberal Hegemonya, Kimlik Siyaseti ve Sınıfın Görünmezleştirilmesi - 16 Ağustos 2025
- Sahte Diplomalar, Bürokrasinin Kayıtdışı Zekâsı ve Kurumsal Yozlaşma - 7 Ağustos 2025
- Türkiye’de Devletin Ontolojik Sınırları, Sessizlikleri ve Direnç Odakları - 2 Ağustos 2025