Erdoğan ve Erdoğangiller korkmakta haklı

Bir ülkenin demokratik olup olmadığının en sade ölçülerinden biri ülkeyi yöneten partinin iktidardan düşmekten korkup korkmadığıdır. Demokratik ülkelerde siyasi partiler iktidardan düşmekten korkmaz. AKP ölesiye korkuyor.

AKP, kurulduğunda, bir açılım ve demokratikleşme vaadediyor, içeride ve dışarıda Türkiye’nin köklü korkularını altedeceği ümidini yeşertiyordu. Bu ümitlerin ve vaadlerin niteliğini ve gerçekliğini tartışacak değilim burada. AKP’nin bu ümitleri yaratmayı becermesinin altında yatan sebeplerden birini ve sonra da kendisinin nasıl bir korku ve tehdit haline geldiğini tartışmak istiyorum.

AKP’nin kurulmasını teşvik eden ve sağlayan dönem, merkez siyasetteki çöküşün sahnesiydi. Merkez sağın iki büyük partisi DYP ve ANAP ufalanmıştı. Merkez ‘sol’un iki partisi bataçıka varoluyordu: CHP ve DSP’nin biri parlıyor, öbürü yok derekesine düşüyordu.

Erdoğan, Turgut Özal’lı ANAP iktidarından sonraki bu dönemi koalisyon hükümetlerini lanetlemek için örnek gösteriyor. Merkez siyasetteki bu dağınıklığı da AKP’nin tek başına iktidarının giderdiğini, ortalığı toparladığını ve merkezi yeniden tanımlayıp belirlediğini söylüyor ki, bu doğru(ydu).

Peki bunu nasıl becerdi?

Birbirine bağlı iki temel faktör var bu beceride. Biri, şu son birkaç yıl içinde AKP’nin kurucu kadrosundan sayılabilecek kimi siyasetçilerin söylediği gibi, Erdoğan’ın ‘karizma’sına rağmen parti içindeki hiyerarşinin ‘eşitler arasında birinci’ ilkesine dayanmasıydı.

Buna bağlı, belki daha doğrusu, bunu gerektiren öbür unsur ise kuruluş ve ilk dönem AKP’sinin aslında bir koalisyon partisi olmasıydı; bir iç-koalisyon yani. Çeşitli görüşlerden ve partilerden insanları biraraya getirmişti AKP. AKP ve hatta bizzat Erdoğan, kendi ‘eski’leriyle koptuklarını, yeni bir başlangıç yaptıklarını ilan etmişti. Buna mecburdu. O kopuş olmasa Fazilet Partisi’nden ayrılmanın makul bir gerekçesi olamazdı ve o kopuş olmasa Milli Görüşçü olmayan unsurları bir parti içinde buluşturmak, o iç-koalisyon, mümkün olmazdı.

Fakat bir iç-koalisyon, merkezi yeniden tanımlayacak bir ekip toparlamak için o kopuştan başka bir şey de gerekiyordu: Olabildiği kadar eşitlik, başkalarına söz hakkı, yandakinin ayağına basmamaya özen gösterme, karşındakini dinleme, basit nezaket kuralları… Yani, size benzemeyen birileriyle bir iş yapmak zorundaysanız, onlara saygı göstermeniz gerekir. İki partinin protokole bağlanmış nezaketi ve ilişkisi (koalisyon) yerine, birarada iş görmenin gerektirdiği uyumu sağlayacak davranış kodları (iç-koalisyon).

Kısacası, AKP kurucu kadrosunun ‘eski’den kopuşu, samimi ve hakiki olsun olmasın, içeride bir zenginlik ve çeşitlilik yaratmak için gerekliydi ve şarttı. Ayrıca, parti tüzüğünün ve programının hem bu kopuşu hem de o iç-koalisyonu (çeşitliliği) yansıtması gerekiyordu. Yansıttı. Nitekim, kurucu kadrodan Ersönmez Yarbay, 21 Haziran’da Cumhuriyet’ten Erdem Gül’e verdiği mülakatta bunu net olarak söyledi:

“O dönemde beni davet ettiklerinde ben parti içi demokrasi olacaksa kurucu olabileceğimi söyledim. Gerçekten de çarşaf listenin olduğu, parti yönetimlerinin genel başkan tarafından değil, parti teşkilatı ve kongrelerde belirlendiği demokratik bir tüzük yazdılar.”

Bu iç-koalisyon seçimlerde halktan teveccüh gördüğü gibi, parti dışında da daha geniş bir destek koalisyonu yarattı: 2010 referandumuyla ‘yetmez ama evetçiler’ olarak adlandırılan kimi solcular, liberaller… İçeridekiyle beraber bu çevre koalisyonu AKP’nin ve politikalarının hem meşruiyetini pekiştirdi hem de entelektüel/ideolojik eksikliklerini kapayıp besledi.

Bu iç-koalisyonun yokoluşu erken dönemlerde başlamıştı aslında. İl ve ilçe kongrelerinde Erdoğan’a rağmen aday çıkanların başına çoraplar örüldü, bu yüzden çıkan kavgalar ve iptal edilen kongreler de oldu. Fakat vitrin o iç-koalisyonun çeşitliliğini daha geç zamanlara kadar bir şekilde göstermeyi sürdürdü.

Son bir-iki yıldır Hüseyin Çelik, Bülent Arınç gibi kurucuların yarımağız lafları bu iç-koalisyonun eriyişinin ve tek-adamın ortaya çıkışının işaretlerini taşıyor. Fakat bu ‘ağır toplar’ ilk tasfiyeler gözlerinin önünde yaşanırken sessiz kalmakta beis görmedi. Evet, güç Erdoğan’da temerküz ediyordu ama parti ve kendileri de güçleniyordu ve bunun semeresini hep beraber görüyorlardı. Semere iştahıyla sırtlarına vurulan semere razı oldular. Sonra da çok geç oldu, ‘hafif top’, ‘özgülhafiflik’ oldular.

Fakat meğer Ersönmez Yarbay çok çok erken uyarmış partilileri. Demin alıntıladığım ‘demokratik tüzük’ cümlesinin arkasından şunları söylüyor:

“Ancak iktidara gelir gelmez, hemen olağanüstü kongre toplayıp tüzükteki bu demokratik maddelerin tamamını kaldırdılar. O kongrede ben bu tüzük değişikliklerine tek başıma muhalefet ettim. Şimdi tek adam tartışmaları var. Ben tüzükteki demokratik maddelerin değiştirilmesinin tek adamlığa gidiş olduğunu ta o zaman söyledim. Hatta bizzat o zaman gidip Abdullah Gül’e de Bülent Arınç’a da bunu söyledim. Onları, ‘Bu değişiklikler tek adamlığa gidiştir. Hep birlikte engel olalım’ diye uyardım. Ancak onlar, ‘Şimdi parti içinde görüş ayrılığı zamanı değil, birlik beraberlik zamanı. Bunların zamanı değil’ diyerek sustular.”

Bu susmaların nasıl zaptedilemez, nasıl başınabuyruk bir canavar yarattığının en iyi göstergesi Gezi isyanı sırasında ortaya çıktı. Başbakan Erdoğan, Mağrip gezisine çıkmıştı. Başbakan yardımcısı ve vekili ‘özgülağırlık’ Bülent Arınç ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül meselenin yumuşak ele alınması taraftarıydı ve bu yönde girişimde bulunmuşlardı. Erdoğan Mağrip’ten bu iki kişiyi azarladı (en yakın arkadaşları olmasının yanısıra makamlarına da dikkatinizi çekerim). Bu demekti ki, Erdoğan’a karşı söz söyleyebilecek, politika önerecek kimse kalmamıştı; her koltuk göstermelikti artık. Devletin tepesindekileri tepeleyen biri hak talep eden, itiraz eden, adalet isteyen, doğasına sahip çıkmaya çalışan insanları neden ve niye dinlesindi ki? Mutlak güce, her şeyin mutlak bilgisine, mutlak ahlaka, mutlak doğruya sahipti Reis.

AKP, aslında, ANAP’tan ders çıkarabilirdi. Çünkü ANAP da bir iç-koalisyondu; o da merkezi yeniden tanımlamıştı. Partinin kurucusu Turgut Özal “Dört eğilimi birleştirdik” diyordu. Şartlar, kadro ve lider farklıydı şüphesiz, ama ANAP’ın çöküşü de daha hafif de olsa bir tek-adamlık yüzünden başladı. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçen Özal, kukla başbakan ve başkanla partideki hakimiyetini sürdürmeye kalkmıştı…

AKP çıkarmadı, ama Erdoğan bundan bir ders çıkardı: Özal yeterince yaratıcı ve cesur değildi, yeterli ve gerekli gücü eline alamamıştı. Zira kendisi cumhurbaşkanlığı makamına geçerken partisini de cebinde taşıdı ve referandumla da bunu tescilledi. Kısacası, Erdoğan, baskı rejimini önce kendi partisi AKP içinde kurdu. Yani, koalisyonları lanetleyen AKP varoluşunu bir tür koalisyona borçluydu ve sonra buna ihanet etti.

İç-koalisyonu lağveden Erdoğan iktidarı ve AKP çözülmeye mahkum; bunu Erdoğan da bal gibi biliyor. Çözüm olarak daha fazla ve giderek daha fazla baskıyı seçti. Bırakın iç-koalisyonu, ortada gerçek ve klasik anlamda bir parti bile kalmadı.

Sıfır demokratik yapıdaki bir oluşum mutlaka suç üretir ve ölüm korkusuyla titrer; ölümden ve korkudan sıyrılma hırsıyla da başkalarında korku yaratmak için elinden geleni ardına koymaz. İktidardan düşmek onun için ölüm demektir.

Bunun böyle olduğunu gözümüzün önündeki muazzam bir örnekle gördük biliyoruz. AKP’nin koalisyon yaptığı asıl güç Gülen Cemaati’ydi. Kolkola güç ve suç ürettiler. Bu koalisyon/ittifak 2013 sonunda dağıldı ve iktidardan düşen Cemaat ölümü gördü. Ölümden kaçmak için de Temmuz 2016’da o meşum darbeye sarıldı ve öldü.

Çünkü Tayyip Erdoğan (ve onun organı AKP), her şeyi ele geçirdi. Demokratik ülkelerde iktidara gelen bir parti her şeyi ele geçiremez. Devletin irili ufaklı tüm yönetim erki Erdoğan’ın maşası. Yargı öyle. Medyanın yüzde 90’ı öyle. Ele geçirdikleri kamunun imkanlarıyla ve devletin gücüyle para, imkan, tehdit dağıttılar; bir suç havuzu yarattılar, suç ürettiler, suçu paylaştırdılar, suç şebekesi olarak varoldular. Bu yüzden, Erdoğan’la birlikte, kılıfına uydurulmuş olsun olmasın, bu suçu paylaşanlar, bu suça bulaşanlar, daha alt düzeylerde bu suçu üretenler de ölesiye korkuyor iktidarın düşmesinden.

7 Haziran 2015 seçim sonuçları bu çözülmenin işaretlerini taşıyordu işte. Bu yüzden savaş çıkarmak dahil her yolu denedi, baskının dozunu tahammül edilemez boyutlara taşıdı. İçerideki HDP milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, yüzlerce Cumhurbaşkanı’na hakaret davası, internet yasakları… Hep bu yüzden.

Erdoğan işte bu çöküşü gördüğü ve kaçınılmaz sonu bildiği için parlamenter siyaset alanını partilerden temizledi Çünkü partisi parti olarak erimeye mahkumdu ve iktidar gidecekti. Siyasi partilerin fiili işlevinin kalmadığı, siyasi/toplumsal temsile anayasayı değiştirerek veya seçilmiş milletvekillerini hapsederek veya terörist ilan ederek bu işleve ket vurulduğu bir ortamda iktidar, çeşitli klikler arasındaki dengeler üzerinde işler. Foti Benlisoy’un referanduma gidişin sebebini ve darbe sonrası manzarayı analiz ederken söylediği gibi, mesele, “Erdoğan’ın tartışmasız hakimiyeti altında kliklerarası ilişkilerin yeniden düzenlenmesi”ydi.

Erdoğan, karşısına güçlü bir birleştirici aday çıkmasının zorluğuna, seçim kampanyasını ve sonuçları devlet imkanlarıyla manipüle edebilme gücüne yaslandı. Tek şansı bu.

Erdoğan’ın hileli referandum sonucunu aldığından bu yana en az üç kere AKP’deki ‘metal yorgunluğu’ndan sızlanmasının altında da bu korku ve tek şans bilinci yatıyor, hafta içinde apartopar topladığı partisinin Meclis grubuna “Yorulan varsa kenara çekilsin” diye seslenmesinin altında da.

Hep birlikte Türkiye’yi kendilerine ait bir suç havuzuna dönüştürdüler. Her şeyi ele geçirdikleri için ve her şeyi ele geçirerek bunu yaptılar. Suçlarına devam etmelerini ve üzerilerini örtmelerini sağlamanın olmazsa olmaz koşulu da sızıntısız bir şekilde her şeyi ele geçirmek. Gerçeği ele geçiremeyecekleri için de yalanlar üretmek ve gerçeğin sızacağı bütün delikleri tıkamaya mecburlar (nafile çaba).

Dolayısıyla, ele geçirdikleri şeylerin kontrolünü kaybederlerse defterlerinin dürüleceğinden ölesiye korkuyorlar. Korkmakta haklılar.

Kaynak: Diken