Türkiye solunun intihar etmesine izin vermeyelim – İnonü Alpat

Kim ne derse desin, ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi)’nin “başını yiyen”, Kürt hareketiyle nasıl ilişki kurulacağı konusuydu.

“Her yerden geliyoruz” (“Bizler Meclis’e” diye de okunabilir) şiarıyla yola çıkan ÖDP’nin, “Kürtlerin otantik temsilcileri” ile nasıl ilişki kuracağıyla ilgili “her yerden gelenler” arasındaki farklılık, zamanla kilitlenmeye sebebiyet vererek partiyi iş göremez halde bıraktı, giderek “her yerden geliyor olmanın” yarattığı tılsımı yok etti ve dolayısıyla parti, hızla çekim merkezi olmaktan uzaklaştı. Bir iki seçim yenilgisinden sonra, Kürt hareketiyle ittifakı, programın başköşesine oturtmak isteyenlerin istifaları ile ÖDP, ağırlıkla sosyalist hareketlerden birinin (Devrimci Yol geleneği) bulunduğu bir partiye dönüştü. Yine Ufuk Uras’ın, parti organlarının aksi kararına rağmen Kürt hareketinin desteğini alarak bağımsız aday olması ve milletvekili seçilmesi, geride kalanlar arasında yeni bir çatlağa neden oldu, Ufuk Uras ve ekibinin partiden ayrılması ile ÖDP’de bir dönem sona erdi.

Özetin özeti sayılabilecek yukarıdaki satırlarla hafıza tazelemek, bugün solu benzer bir “tehlikenin” beklediğini söylemek içindir. Bunun emaresi var çünkü. Örneğin BHH (Birleşik Haziran Hareketi)’nin seçim tavrı nedeniyle içine düştüğü kriz, farklı biçimlerde seyretse de, ÖDP’nin yaşadığına benzemektedir. BHH’nin “dayanışma” ilişkisi açıklamasının ardından, oluşum içindeki kimi bireyler, parti/çevreler HDP’nin desteklenmesi yönünde çağrı yapmış, BHH bünyesinde olmasına rağmen KP (Komünist Parti), BHH’nin karara uymayarak kendi kimliği ile seçimlere girmiş, BHH bileşenlerinden HTKP (Halkın Türkiye Komünist Partisi) Kürt sorunu ve HDP’yle ilişki de dahil olmak üzere bir dizi sorun nedeniyle bölünmüştür.

Kürt sorunu ve Kürt hareketiyle kurulacak ilişki anlaşılan o ki daha çok “can yakmaya” devam edecektir.

Çünkü, “Toplar atılırken, müzik susmalıdır” paradoksunu aşabilecek yetkinlikte bir sol hareket mevcut değildir.

Etnik, dini ve mezhepsel farklılıkların bütün bir toplumsal hayat üzerinde egemenliğini ilan ettiği, politik saflaşmaların, hatta oy tercihlerinin bile bu farklılıklar temelinde belirlendiği, son üç aydır görüldüğü üzere ülkenin yeniden ve hızlı biçimde savaşa büründüğü bir zaman diliminde devrimcilerin emekçi kitlelerle buluşma kanallarının yaratılması, hatta bunun ihtimali bile, mümkün olmaktan çıkmaktadır.

Tecrübeyle sabittir; tecrübe aynı zamanda solu bekleyen tehlikeye işaret etmektedir.

Türkçeleştirelim: Sosyalistlerin böyle bir atmosferde nefes alması, siyaset yapması, toplumdan karşılık bulması, bırakalım güç kazanmayı, mevcudiyetlerini koruması mümkün değildir. Hele etnik, dini ve mezhep saflaşmasındaki taraflardan biriyle kurulacak duygusal ilişki, devrimci militanları sosyalizmin kabullerinden uzaklaştıracak, zamanla bir başka “şeye” ağlayan/gülen insanlar, o “şeye” dahil olmakta tereddüt göstermeyecektir.

Tecrübeyle sabittir; tecrübe aynı zamanda saf belirlemenin ilk adım itibarıyla duygusallık üzerinden şekillendiğine işaret etmektedir.

Üstüne üstlük, böyle bir coğrafyada, seçimlere haddinden fazla anlam yüklemeye kalkmanın, asli işini tali plana itmenin,  sosyalist program ve hedefler doğrultusunda uygulamaya alınacak sosyal-siyasal pratiği ihmal etmenin politik intihar olacağı açıktır. Bakalım son iki yılımıza: 2014 yerel, 2014 Cumhurbaşkanlığı, 2015 genel seçimleri, erken seçim, seçim hükümeti, kabine tartışmaları vb. derken, kıt olanaklarımızı, kendimize dert ettiğimiz konuları, mücadele gündemimizi, canhıraş halde pratiğin gereklerini yerine getirmeye çalışan militanlarımızı, yani ömrü hayatımızı nelere vakfettiğimizi, seçim odaklı tartışmaları, kırıp dökmeleri, bölünmeleri de unutmadan, hatırlayalım ve yaklaşan intihara çare bulmaya odaklanalım.

Bakın, bu aynı zamanda iddialı olmaktır. Biz iddia etmeliyiz ki, Kürt sorununu barışçı ve demokratik tarzda çözeceğiz, eşit yurttaşlık temelinde yeni bir toplumsal hayat kuracağız, barışı tesis edeceğiz. Bu iddia, memleketin sorunlarının çözümünü devrime havale etmek sığlığı ve kolaycılığıyla alakalı değildir. Alakası şudur: Memleketin “batı yakasında”, örneğin Alanya’da, ırkçı-gerici kuşatmayı yaracak olanaklara sahip devrimci bir hareket yaratılmazsa, barışı tesis etmek de sanılanın çok ötesinde zor olacaktır.

İhtiyaç şudur: Birilerinin çıkıp Suruç katliamını, Silopi’de vd. yaşanan mezalimi, iki ateş arasında kalan bölge halkının çektiği sıkıntıları sokak sokak anlatması gerekmektedir. İlk kanı kimin akıttığı türü zamanla manasızlaşan tartışmalara takılmadan ve çifte standart tuzağına düşmeden insan hayatına ve barışa sahip çıkmak, savaşan tarafların bunu yapmasının mümkün ve ikna edici olmadığıyla birleştiğinde, bu ulvi sorumluluğun memleketin vicdanını temsil eden devrimcilere düştüğü görülecektir. Vicdan, Baran Çağlı ile Fırat Simpil’in katillerinin insanlık ve tarih anıma mahkûm edilmesine işaret etmektedir. Katillerin hiç de oralı olmayışı ve öldürmeye devam etmesi, vicdanı harekete geçirmek için yeterli sebeptir.

Türkçeleştirelim: Bizim borumuzun öttüğü yerde, ne savaş sesi ne düşmanlıktan beslenen ırkçı-gerici çetelerin höykürmesi duyulur ne de savaşta ölen çocuklar sahipsiz kalır. Örnek mi lazım: Örneğin, ırkçı-gerici kalkışmanın sık görüldüğü Karadeniz’de Hopa, savaş çığırtkanlığına izin vermeyen kıymetli bir taş gibidir. Gelsin de birileri, örneğin Tuzluçayırlıları* kışkırtmaya kalkışsın. Adamın alnını karışlarlar.

İntiharın ayak sesi 

Bulunduğumuz zeminde, belirleyici olmayı bir tarafa bırakalım, etkileme şansına bile sahip olmadığımız açıkken, intihar, Kürt siyasetinin kendi doğruları ve ihtiyaçları bağlamında geliştirdiği/geliştireceği siyasetin, sosyalistlerin temel kabulleriyle çelişmesi karşısında sessizliğe gömülmekle ete kemiğe bürünmektedir.

Örnek mi?  Örnek çok elbette. Daha eskilere gitmek gerekmiyor. Son günlerde HDP’nin seçim hükümetinde yer alma kararı ile Özgür Gündem gazetesinin 25 Ağustos günlü nüshasındaki “Saray Esadlaşıyor” manşetini örnek vermek yeterli. “Savaş kabinesine” dahil olmanın taşıdığı anlam ile büyük antiemperyalist direnişe sahne olan bir ülkenin lideriyle ilgili yaklaşımın taşıdığı stratejik önem üzerine serbest vezin tartışamıyoruz bile.

Ülkenin yakıcı sorunları, savaş, toplumsal hareketler, Kürtlerin hak ve özgürlükleriyle ilgili hassasiyet geliştirmekle kendi ideolojik-politik doğrularımızın taşıyıcısı olmak arasındaki rabıtayı, antikapitalist, antifaşist, antiemperyalist devrimci mücadeleyi geliştirme lehine kullanamadığımız sürece intihar süreci devam edecektir.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde son birkaç yıldır yaşananlar ve politik olarak izah edilmekten uzak gelişmeler Türkiye solunu, teşbihte hata olmaz, “şaşkın ördeğe” benzetmiştir. Havsalamızın kifayetsiz kaldığı o kadar çok “şeyle” karşılaşıyoruz ki, başkalarına izah ve kendimizi ikna etmekte bile zorlanıyoruz. Savaşanlar bir gün sonra barışıyor, barışanlar üç gün sonra birbirlerine düşman kesiliyor; bizim de kaderimize, içimizi rahatlatmaya dönük zorlama yorumlar düşüyor.

Ne yazık ki sadece ülke değil, Türkiye solu da 90’lı yıllara dönmüştür. Solu bu halinden çekip alacak devrimci bir odağa duyulan ihtiyaç, belki de her zamankinden daha yakıcı olarak listenin ilk sırasındaki yerini almıştır.


* Bu yazının kaleme alınmasını takip eden gün, faşistlerin Tuzluçayır’da giriştiği provokasyon devrimcilerin sert tepkisiyle karşılaştı.