Ejderhaların Ortasında Siyaset ve Kadınlar

Anna-Karin Hatt

Siyaset alanında kadınlar, adeta köpekbalıklarının ortasında denizin dalgalı sularında  kulaç atmaya, o dalgalı sularda boğulmadan ilerlemeye çalışıyor. Kadınlar için siyaset alanını  tarif edecek olursak, ağzından ateş saçan ejderhaların ortasında hayatta kalmaya çalışarak  siyaset yapmak gibi bir sahne canlanır zihnimizde. Yahut, timsahların ortasında bataklıkta  hayatta kalmak gibi… Özetle, ejderhaların ortasında siyaset ve o siyasette kadınlar nefes  almaya çalışırken, seslerinin nasıl boğulduğuna şahit oluruz. 

“Aman bunlar nasıl sözler? Ne kadar da abartıyorsunuz” demeyin. Kadınlar için  hayatta var olmak, hayatın her alanında bu kadar zor iken, bir de siyaset alanında kadınların  var olma mücadelesini biraz gözlemleye çalışırsak, bu tabloyu gayet net görüyoruz. Daha  vahimi, bugün en gelişmiş demokrasiler olarak nitelendirilen, Batı demokrasi modellerinde  bile kadın siyasetçilerin var olma mücadelesi üzerine gözlemler yaptığımızda karşımıza farklı  bir tablo çıkar. Nitekim, İsveç Merkez Parti lideri Anna-Karin Hatt geçtiğimiz ay görevinden  istifa ederken bu gerçeği ifşa etti ve bunun demokrasi için bir tehdit olduğuna işaret etti. 

Parti lideri seçilen Anna-Karin Hatt, beş aylık görevi süresince sosyal medyada aldığı  ağır hakaretler ve tehditlere dayanamadığını belirterek istifa etti. Konuşmasında, “sadece  ekran arkasındaki trollerden değil, çok daha yakına gelen fiziksel tehditlerden” söz etti. Artık,  kamusal alanlarda sürekli arkasına bakmak zorunda kaldığını ve kendi evinde bile güvende  hissetmediğini söyledi. 

Peki, bu münferit bir durum mu? Zamanda bir adım geriye dönüp baktığımızda Anna Karin Hatt’ın selefi olan Annie Lööf’ün, aynı nedenlerle siyaset sahnesinden çekildiğini  görüyoruz : aşırı nefret, neo-nazi tehditleri, çevrimiçi troller ve gerçek hayattaki takipçiler.  Siyaset sahnesinde bir kadın siyasetçi olarak yükselişini sürdürürken, 2022 ‘de, Gotland’daki  bir siyasi festivalde konuşma yapmaya hazırlanırken, etkinlikteki diğer bir konuşmacı – politik  olarak aktif bir psikiyatrist – bıçaklanarak öldürülüyor. Katil’in aslında Lööf’ü öldürmeyi  planladığı iddia ediliyor. 

Lööf, istifasının ardından verdiği bir röportajda, siyasetten fiziken zarar görmeden  çıkabildiği için büyük bir rahatlama duyduğunu dile getirmiş. Gerek Lööf’ün gerekse Hatt’ın  istifalarının ardından yaptıkları açıklamalar siyaset alanının kadınlar için ejderhaların  ortasında bir yangın yeri olduğunun göstergesi. Okyanusun tekinsiz sularında panikle  yüzmeye çalışırken, sağlıklı bir siyasetten veya sağlıklı bir demokrasiden bahsedilebilir mi? 

Dünyanın en güçlü demokrasilerden biri olarak nitelendirilen İsveç demokrasisinde, kadınların siyaset alanından dışlanması, bu tekinsiz ve tehdit altındaki siyaset tarzı “normal” hale geliyor. Psikolojik baskı ve tehdit altındaki siyaset normalleşirse, dünya siyasetinde  kadınlar nasıl var olacak? Kadınların bu kadar ağır baskı altında siyaset yapmaya çalıştığı bir  dünyada, yaşamın diğer alanlarındaki kadınların da sesi boğulmaz mı? Kadını yok saymaya  çalışan bir siyaset ortamında demokratik bir ortamdan bahsedilebilir mi? Köpekbalıklarının 

ortasında panikle denizin dalgalı sularında kulaç atan kadın siyasetçiler, nefesi boğulurken  halka nasıl nefes olabilecek? Nasıl sağlıklı düşünecek, nasıl sağlıklı kararlar verecek?  Kadınlar bu kadar ağır baskı, tehdit ve şantaj ortamında nasıl siyaset yapacak? 

Her iki kadın siyasetçinin, siyaset sahnesinden ayrılmalarını baskılayan nedenler, bizi  orada neler olup bittiğini sorgulamaya davet ediyor. Kadınlar, kontrolsüz nefret grupları,  çevrimiçi troller ve aşırı sağcı fanatikler tarafından siyasi yaşamdan kovuluyor. Siyaset  alanında, baskı, tehdit ve şantajlarla susturulmaya çalışılan kadın siyasetçiler, erkek  egemenliğinin nasıl küresel bir haydutluğa dönüştüğünün göstergesi. Siyaset alanında tüm  bu olup bitenler, aynı zamanda cinsiyetçiliğin yükselişini resmediyor. Kadın siyasetçilere  uygulanan bu ağır baskıların ardından aşırı sağcılar ise pişkince, hiç utanmadan Anna-Karin  Hatt’ın dayanıksız olduğunu söyleme cüretini gösteriyorlar. Bu aşırı şağcı baylara şunu  sormak gerek : Pardon bayım siz siyaset sahnesinde ne görmek istiyorsunuz, horoz dövüşü  veya gladyatör dövüşü mü? Siyaset alanı böyle mi inşa ediliyor? Sahi neden siyaset  yapıyoruz? Siyaset neyi ve kimi temsil ediyor? 

Dünyada siyaseten çözülmesi gereken bunca sorun varken, horoz dövüşü yaptırmak  isteyen aşırı sağcılar ve aynı mantaliteye sahip olan siyaset dizayncıları bu alandan  uzaklaşmadıkça, siyaset, tüm bu sorunların ortasında kısır döngüsünde boğuluyor. Daha  ürkütücü olanı ise siyaset mühendisliğine soyunanlar, baskı ve tehdit politikalarıyla kadınları  siyaset alanından kovuyorlar. Bu siyaset mühendisleri, sözüm ona siyasetçilerin  dayanıklılığını ölçüyor kendilerince. Bu dayanıklılık testleri, siyasetçilerin sadece psikolojisine  zarar vermekle kalmıyor, bazı durumlarda canına da mal oluyor. 2022 de istifasının ardından  Lööf, yaşadığı tehditleri ve baskı ortamını ayrıntılı biçimde anlatıyor: “Ölüm tehditleri, posta  kutuma bırakılmış boş mermi kovanları, evimin önünde Nazi gösterileri, sosyal medyada  nefret kampanyaları, aileme yönelik tehditler… Değerlerim yüzünden beni öldürmeyi  planlayan bir adamla yüz yüze oturdum. Cinayet ve terör suçlarından hüküm giymiş bir  adam. 2013’ten itibaren beni takip etmeye başlamış. Bunlar kamu görevinde olmanın  korkunç yanları.” Lööf, ayrıca aşırı sağcı bir partiyle hükümet kurmayı reddettiği için bu  nefretin hedefi olduğunu belirtiyor. 

Lööf’ün açıklamaları da gösteriyor ki, kadın siyasetçilerin peşine salınan cellatlar, suç  çeteleri, cinsel kimliğine dönük tacizler ve tecavüz tehditleriyle siyaset alanından kadınlar  alenen kovuluyor. Siyaset mühendisliği yapan bu güçler, bir yanda nefret iklimini oluşturarak  ırkçılığı yükseltirken, diğer yanda cinsiyetçiliği körüklüyor. 

Bu koşullar altında kadınlar nasıl siyaset yapacak? LGBTI’ler nasıl siyaset yapacak?  Göçmenler nasıl siyaset yapacak? Tüm bu olup bitenler tekçi ve eril siyaseti dünyaya hakim  kılmaz mı? Böylesi nesnel koşullarda hangi demokratik ortamdan bahsedeceğiz? Kadınların  olmadığı ya da sadece vitrin olarak yer aldığı bir siyaset, bu dünyayı kadınlar için daha  tekinsiz sulara sürüklemez mi? Kadınların peşine taktıkları taciz şebekeleriyle, kadınların  kamusal alandan kovulduğu bir siyaset haydutluk üretmez mi? 

Kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günü olan 25 Kasım tarihi  yaklaşırken, siyaset alanında kadınlara yönelik şiddeti görünür kılmak gelmek. Biz kadınlar 

bu dünyada varız ve yaşamın her alanında olmak bizim hakkımız! Kadının siyaset yapma  hakkını engellemeye çalışan bu eril küresel haydutluğun, cinsiyetçi politikalarını teşhir etmeli  kadın siyasetçiler. Sahi, Dominik Cumhuriyeti’nde Trujıllo’nun diktatörlüğüne karşı mücadele  eden Mirabel kardeşlerden* bugüne siyasette kadınlara uygulanan korkunç politikalar değişti  mi? 

Yazımın sonuna gelirken, Mirabel kızkardeşleri ve mücadelelerini saygıyla anarken,  21. Yüzyılda kadınları siyasetten kovmak için baskı ve tehditlerle yıldırmaya çalışan bu eril  haydutluğa karşı sessiz kalmamak gerektiğini belirtmek isterim. Kadınların siyasette var olma  hakkı ancak bu eril baskı politikalarının farkında olarak ve bu politikaları teşhir ederek  korunacaktır. 


*25 Kasım gününün Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü  olarak ilan edilmesinin nedeni, 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde ülkeyi diktatörlükle  yöneten Trujillo’ya muhalif oldukları bilinen Mirabel kardeşler (üç kız kardeş), Trujillo’nun:  “Ülkede iki tehlike var biri kilise ve Mirabel Kardeşler” şeklinde yaptığı açıklamadan günler  sonra vahşice işkencelerle öldürüldüler. 

Kaynaklar : The Guardian, Gaste Avrupa, Wikipedia