Çocuk, Suç ve Toplumun Kör Aynası

Bir çocuğun adını suçla anmak… Bir çocuğun yüzünü karartılmış bir fotoğraf karesi gibi topluma sunmak… Bu, aslında o çocuğun değil, o toplumu biçimlendiren düzenin aynaya düşmüş siluetidir. Kör bir aynadır bu; kırık, yamuk ve çoğu zaman gerçeği eğip büken. Çocuğa bakarken aslında kendimize bakarız; kendi çürümüşlüğümüzü, kendi suskunluğumuzu, kendi payımıza düşen sorumluluğu görmek istemediğimiz için, kolayca “suçlu çocuk” damgasını basarız.

Oysa çocuk, yalnızca içine doğduğu dünyanın bir izdüşümüdür. Onu suçlamak, bir gölgeyi taşlamak kadar beyhudedir. Asıl mesele gölgenin hangi ışığın altından düştüğünü sormaktır.

Her bitki kendi toprağında, kendi ikliminde yetişir. Kaktüsü Karadeniz’in yağmurlarında çürümeye terk ederseniz, narı kutuplara sürerseniz, palmiye ağacını dağ başına dikerseniz, yaşamasını bekleyemezsiniz. Balığın karada, kutup ayısının ekvator sıcağında yaşamaması gibi. Doğal olan, varlığın kendi bağlamında filizlenmesidir. Ama biz, çocuklardan bu doğallığı esirgeriz.

Yoksulluğun, adaletsizliğin, şiddetin ortasında doğan çocuktan “suçsuz” kalmasını bekleriz. Yokluğun sofradan doymuş kalkmasını, sevgisiz bir evde şefkat saçmasını, baskının ortasında özgür düşünmesini isteriz. Bir bitkinin kökünü kayaya, dallarını susuzluğa bırakarak yeşermesini beklemek ne kadar saçmaysa, çürümüş bir düzenin bağrında suçsuz, tertemiz ve masum kalmasını beklemek de o kadar boş bir düş.

Çocuğu suçlayan diller çoğu zaman toplumsal hafızanın en kolay kaçış noktalarıdır. “Bunlar böyleydi, hep böyle olacak” diye başlayan cümleler, aslında düzenin kendi suçunu gizlemek için kullandığı en eski yöntemlerden biridir. Çocuğun cebindeki bıçaktan söz edilir ama o bıçağın hangi yoksulluk içinde, hangi atölyede, hangi pazar yerinde, hangi karanlık sokakta cebine girdiği sorulmaz. Çocuğun işlediği suç konuşulur ama onu suça doğru iten görünmez eller asla tartışılmaz.

Kapitalist toplum, kendi günahlarını çocukların üzerine yıkmakta mahirdir. Çünkü çocuk, en savunmasız aynadır. Onun üzerinden toplum, kendi hastalığını teşhis etmeyi reddeder, kendi yaralarını görmezden gelir.

Bir bilgenin dediği gibi, toplumun varlığı bilinçleri belirler. Çocukların bilinci, onların ruhuna işleyen her günkü varoluşla, evin içindeki açlıkla, mahallenin köşesindeki şiddetle, okulda dayatılan otoriteyle biçimlenir. Çocuk, tek başına bir varlık değildir; o, toplumsal koşulların en çıplak aynasıdır.

Bugün büyük şehirlerin arka sokaklarında dolaşan, gözleri yorgun ve elleri kirli çocukların hikâyesi, yalnızca onların değil; işsizliğin, yoksulluğun, eşitsizliğin hikâyesidir. Onları suçlamak, kapitalizmin ürettiği sefalet tablosunu görmezden gelmektir.

Çocuklar, toplumun en berrak aynasıdır demiştik. Onlara bakarken, aslında bir gelecek taslağına bakarız. Eğer çocuklar öfke ile büyüyorsa, geleceğin öfkeli olacağı bellidir. Eğer çocuklar suskun, içine kapanık ve korkaksa, geleceğin de boyun eğeceğini şimdiden görürüz. Eğer çocuklar küçük yaşta şiddeti tanıyorsa, yarının toplumu da şiddetle yazılacaktır.

Kapitalizmin en acımasız yanı, çocukların hayal gücünü bile metalaştırmasıdır. Oyuncağı, eğlenceyi, oyunu bile sermayeye bağlamasıdır. Çocuğun masum kahkahasını bile bir tüketim nesnesine dönüştürmesidir. İşte bu düzen, suçlu çocuklar üretir; çünkü çocukların saf dünyasını daha en baştan kirletir.

Bazen sorarlar: “Peki ya ailelerin sorumluluğu?”

Evet, ailelerin sorumluluğu vardır; ama aile de toplumdan bağımsız değildir. İşsizlikle boğuşan, kira derdine düşen, asgari ücretle yaşam mücadelesi veren bir ailenin çocuğuna “ahlak dersi” vermesi kolay mıdır? Boş bir tencerenin yanında, ahlaktan söz etmek mümkün müdür?

Anne yorgundur, baba umutsuzdur, çocuk ise bütün bu ağırlığın altında büyür. Çocuğu suçlamak, aslında kendi sınıfsal körlüğümüzü örtmek için bir bahanedir.

Gelelim devletin rolüne…

Devlet, çoğu zaman “suçlu çocuk” kavramını siyasetin diliyle kullanır. Polis kayıtlarına düşen her “çocuk suçlu” haberi, aslında bir disiplin aracıdır. “Bakın, toplum bozuluyor” diyerek kendi baskısını meşrulaştırır. Oysa bozulmuş olan toplum değil, toplumun üstüne çökmüş olan sistemdir. Devlet, suçu çocukta ararken, kendi sorumluluğunu örtbas eder. Eğitim sistemini çürütür, sağlık sistemini ticarileştirir, yoksulluğu kalıcı hale getirir ama tüm bunların sonucunu tek tek çocukların omuzuna yükler.

Çocuklar, yargı salonlarında yargılanırken aslında sistem kendisini aklar. Tıpkı bir tiyatro sahnesi gibi. Hakim, savcı, polis, medya… Hepsi aynı oyunun aktörleridir. Ve seyirciye verilen mesaj nettir: “Suç bireydedir, düzen masumdur.”

Ama biliyoruz ki düzen masum değildir.

Biliyoruz ki çocuk, yalnızca içine doğduğu dünyanın yankısıdır.

Bir çocuğun suçu varsa, o suç önce topluma, sonra siyasete, sonra ekonomiye, sonra da biz yetişkinlere aittir. Çocuğun işlediği suç, bir tür haykırıştır; görmezden gelinenin, bastırılanın, susturulanın dile gelmesidir.

Bize düşen, suçlu çocukları damgalamak değil; onları suçlu kılan koşulları değiştirmektir.

Bize düşen, çocuğu değil, düzeni yargılamaktır.

Bize düşen, suçun köklerini kazımaktır; o köklerin beslendiği çürümüş toprağı değiştirmektir.

Çünkü çocuk, kendisine sunulan dünyadan başka bir dünyada büyüyemez.

Eğer biz, çocukları suçsuz görmek istiyorsak, önce onların yaşayacağı dünyayı değiştirmeliyiz. Toprağı, iklimi, suyu, gökyüzünü… Yani toplumun tüm dokusunu yeniden kurmalıyız.

Ve belki de en önemlisi: Çocukları suçla anmadan önce, aynaya bakmalı ve şu soruyu sormalıyız:

Asıl suçlu kim?

Hasan KAYA