Aşağıdaki tablo, tek başına bir fiyat karşılaştırması değil; Türkiye’de son sekiz yılda emeğin, gelirin ve hayatın nasıl aşındığını gösteren çıplak bir ekonomik belge niteliği taşıyor. Mahfi Eğilmez’in paylaştığı bu veriler, gıda enflasyonunun istatistiksel bir oran olmaktan çıkıp, doğrudan mutfağa, sofraya ve hane bütçesine nasıl çöktüğünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
Market Broşüründen Ekonomik Tanıklığa
2017 Mart ayında, aynı marketten alınan temel gıda ürünlerinin toplam bedeli 297 lira iken, Aralık 2025’te bu sepetin fiyatı 6 bin 100 lirayı aşmış durumda. Artış oranı yüzde 1.953. Yani sekiz yıl içinde aynı ürünleri satın almak için yaklaşık 21 kat daha fazla para gerekiyor.
Bu artış, resmi enflasyon oranlarıyla açıklanabilecek bir sapma değil. Burada mesele yalnızca “fiyatların yükselmesi” değil; gıdanın, yani en temel yaşamsal ihtiyacın, geniş toplum kesimleri için giderek erişilemez hale gelmesi.
Gıda Enflasyonu: Ortalama Değil, Yaşanan Gerçek
Tabloda yer alan ürünlere bakıldığında, artışların neredeyse tamamının dört haneli yüzdelere ulaştığı görülüyor. En çarpıcı örneklerden biri yoğurt: 2017’de 2,30 lira olan kaymaksız yoğurt, 2025’te 92 liraya çıkmış. Artış oranı yüzde 3.900. Tereyağı yüzde 2.391, dana sucuk yüzde 2.245, kıyma yüzde 2.039 artmış durumda.
Bu tablo, “ortalama enflasyon” kavramının neden dar gelirli için bir anlam taşımadığını da açıklıyor. Çünkü düşük gelirli hanelerin harcamalarının çok büyük bir bölümü gıdaya gidiyor. Gıda fiyatları genel enflasyonun üzerinde arttığında, yoksullaşma katlanarak derinleşiyor.
Gelir Artışı Gıdaya Yetişemiyor
Aynı dönemde asgari ücrette artış yaşandığı sıkça vurgulanıyor. Ancak rakamlar yan yana konulduğunda tablo değişiyor. Asgari ücret 2025 itibarıyla 22 bin 104 liradan 28 bin 75 liraya yükselmiş durumda. Nominal olarak bir artış var; fakat gıda fiyatlarındaki artışla kıyaslandığında bu yükseliş neredeyse anlamsızlaşıyor.
2017’de bu gıda sepeti asgari ücretin küçük bir bölümünü oluştururken, 2025’te asgari ücretlinin aylık gelirinin neredeyse dörtte birine yaklaşmış durumda. Üstelik bu sepet, lüks tüketimi değil; et, süt, yağ, un, yumurta gibi temel ürünleri içeriyor. Kira, fatura, ulaşım ve eğitim giderleri bu tabloya dahil bile değil.
Enflasyonun Sınıfsal Yüzü
Mahfi Eğilmez’in çalışmasının asıl gösterdiği gerçek, enflasyonun sınıfsal bir olgu olduğudur. Gıda fiyatlarındaki artış, gelirinin büyük kısmını temel ihtiyaçlara harcamak zorunda olan kesimleri doğrudan vuruyor. Üst gelir grupları için enflasyon bir “konfor kaybı” anlamına gelirken, alt gelir grupları için bu doğrudan beslenme hakkının gaspı anlamına geliyor.
Bu nedenle “maaş arttı” söylemi, mutfakta karşılığını bulmuyor. Asgari ücretli için mesele artık ne kadar et alacağı değil; et alıp alamayacağıdır. Peynir gramla, yağ kaşıkla, meyve ise “ayda bir” alınır hale geliyor.
Sofradaki Çöküş, Ekonominin Özeti
Bu tabloyu bir ekonomik kriz grafiği olarak okumak mümkün. Üretim maliyetlerinden kur politikasına, tarımın çökertilmesinden ithalata bağımlılığa kadar uzanan yapısal sorunların hepsi, sonunda market rafında fiyat etiketi olarak karşımıza çıkıyor.
Gıda enflasyonu, yalnızca fiyatların artması değil; toplumun geniş kesimleri için geleceğin belirsizleşmesi, güvencesizleşmesi ve yoksulluğun kalıcı hale gelmesi demek. Bugün market broşürlerinden çıkan bu rakamlar, yarının sosyal krizlerinin de habercisi.
Sonuç olarak bu tablo, “geçim zorlaştı” cümlesinin ötesinde bir şey söylüyor: Türkiye’de emek gelirleri, artık temel gıdayı bile güvence altına alamıyor. Ve bu, sadece bir ekonomik sorun değil; aynı zamanda derin bir toplumsal adaletsizlik meselesi olarak önümüzde duruyor.

















