Ankara’nın Ulus semtinde, emeklilerin aylıkları kiraya yetmediği için ucuz otellere sığınmak zorunda kaldığı görüntüler günlerce ekranlarda yer aldı. Küçük odalar, dar yataklar, bavulların içine sıkışmış bir hayat… Bu manzara, haklı olarak “sosyal devlet nerede?” sorusunu gündeme taşıdı. Çünkü bir ülkede emekli olmuş yurttaşların, yaşamlarının son dönemini otel odalarında geçirmek zorunda kalması, yalnızca bireysel yoksullukla değil, kamusal sorumlulukla ilgilidir.
Ancak birkaç gün sonra, Almanya merkezli bir haber kanalında izlenen bir başka görüntü, bu meselenin yalnızca Türkiye’ye özgü olmadığını açık biçimde ortaya koydu. ABD’de, Disneyland’ın bulunduğu kentte çalışan işçilerin ve hatta tam zamanlı çalışan emekçilerin, astronomik kira fiyatları nedeniyle ev bulamayıp uzun süreli olarak otel odalarında yaşamak zorunda kaldıkları anlatılıyordu. Üstelik bu kez mesele yalnızca emeklilerle sınırlı değildi; çalışan, üreten, hizmet sektörünü ayakta tutan insanlar da aynı çıkmazdaydı.
Barınma Krizi: Ulusal Değil, Yapısal
Bu tablo, sorunu ulusal yönetimlerin beceriksizliğine indirgemekten çok daha derin bir noktaya işaret ediyor. Türkiye’de emekliler, ABD’de işçiler… Coğrafya değişiyor, rejimler değişiyor, refah düzeyleri farklılaşıyor; ancak sonuç değişmiyor: Barınma bir hak olmaktan çıkıyor, piyasada satın alınabilen bir lüks haline geliyor.
ABD’de Disneyland çevresinde yaşananlar bunun çarpıcı bir örneği. Eğlence endüstrisinin devasa yatırımlarıyla çevrili bu bölgede, turizme yönelik otel kapasitesi hızla artarken, kamusal konut politikaları aynı ölçüde geliştirilmedi. Sonuçta ortaya ironik bir tablo çıktı: İnsanları “mutlu etmek” için kurulmuş bir eğlence parkının gölgesinde, o parkı ayakta tutan işçiler barınacak ev bulamıyor. Evlerin yerini otel odaları alıyor; geçici olması gereken mekânlar kalıcı hayata dönüşüyor.
Kapitalizmin Kör Noktası: Yaşam Maliyeti
Bu noktada mesele, artık tek tek ülkelerin sosyal politikalarının ötesine geçiyor. Kapitalizmin temel mantığı, barınmayı bir ihtiyaçtan çok bir yatırım aracı olarak ele alıyor. Konut, insanın başını sokacağı bir yer olmaktan çıkarak; rantın, spekülasyonun ve finansal kazancın nesnesi haline geliyor.
Türkiye’de konut, uzun süredir “güvenli yatırım” olarak pazarlanıyor. ABD’de ise emlak fonları, büyük şirketler ve turizm yatırımları şehirleri yeniden şekillendiriyor. Her iki durumda da ortak sonuç şu: Gelirler yerinde sayarken ya da reel olarak erirken, yaşam maliyetleri kontrolsüz biçimde yükseliyor. Emekli maaşları kiraya yetmiyor; çalışan ücretleri barınmaya yetmiyor.
Bu durum, kapitalizmin yapısal bir çelişkisini açığa çıkarıyor. Sistem, emeği ucuzlatırken yaşamı pahalılaştırıyor. İnsanlardan çalışmaları, üretmeleri, hizmet sunmaları bekleniyor; fakat bu emeğin karşılığı, en temel ihtiyaçlardan biri olan barınmayı dahi karşılamaya yetmiyor.
Otel Odası: Geçiciliğin Kalıcılaşması
Otel odası, modern dünyada geçiciliğin simgesidir. Yolculukların, tatillerin, kısa süreli konaklamaların mekânıdır. Ancak bugün hem Ankara’da hem de ABD’de otel odaları, kalıcı bir yaşam alanına dönüşüyor. Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik bir sorun değil; aynı zamanda psikolojik ve toplumsal bir kırılmayı da beraberinde getiriyor.
Ev, yalnızca dört duvardan ibaret değildir. Güvenlik, aidiyet, mahremiyet ve süreklilik duygusu üretir. Otel odasında yaşayan birey ise her an geçici olduğunu bilir; yarın orada olup olmayacağı belirsizdir. Bu belirsizlik, kapitalizmin insan hayatına dayattığı kırılganlığın mekânsal karşılığıdır.
Sorun Kimlik Değil, Sistem
Bu nedenle barınma krizini yalnızca “Türkiye’de emekliler”, “ABD’de işçiler” başlığıyla ele almak eksik kalır. Sorun ne yalnızca yanlış ekonomi politikalarıdır ne de tek tek hükümetlerin tercihlerine indirgenebilir. Asıl mesele, kapitalizmin barınmayı kamusal bir hak olarak değil, piyasada alınıp satılan bir meta olarak görmesidir.
Sosyal devletin geri çekildiği, kamunun konut üretiminden elini çektiği, barınmanın tamamen piyasa koşullarına bırakıldığı her yerde benzer tablolar ortaya çıkıyor. Bugün Ulus’taki emekliyle, Disneyland çevresindeki işçi arasında görünmez bir bağ var: İkisi de aynı sistemin artan maliyetleri karşısında savunmasız.
Bir Uyarı Olarak Otel Odaları
Otel odalarına sığınan hayatlar, geleceğe dair güçlü bir uyarı niteliği taşıyor. Eğer barınma hakkı yeniden kamusal bir sorumluluk olarak ele alınmazsa, bu görüntüler istisna olmaktan çıkıp yeni norm haline gelebilir. Bugün “olağanüstü” görünen manzaralar, yarının sıradanlığına dönüşebilir.
Bu nedenle mesele yalnızca empatiyle değil, sistemsel bir sorgulamayla ele alınmalı. Çünkü barınma krizinin çözümü, bireylerin daha fazla çalışmasında değil; yaşamın piyasaya terk edilmediği bir toplumsal düzenin yeniden inşasında yatıyor.
Otel odaları bize şunu hatırlatıyor: Kapitalizm, insanlara bir ev değil; ancak geçici bir sığınak vaat ediyor. Ve bu vaat, giderek daha fazla insan için kalıcı bir yoksunluğa dönüşüyor.











