Siyaset çoğu zaman iktidar ile muhalefet arasındaki görünür çatışma üzerinden okunur. Oysa asıl belirleyici mücadele, çoğu kez iktidarın kendi iç katmanlarında, gözden uzak ama sonuçları itibarıyla çok daha sarsıcı olan fay hatlarında yaşanır. Türkiye’nin son dönemde tanıklık ettiği gelişmeler, tam da böyle bir kırılmanın eşiğinde durduğumuzu gösteriyor. Yargısal araçların, medya operasyonlarının ve ahlaki panik söylemlerinin eşliğinde ilerleyen bu süreç, yüzeyde “hukuk” ya da “temizlik” iddiası taşısa da, derinlerde iktidarın kendi iç düzenini yeniden kurma çabasını ele veriyor.
İktidar uzun süredir yalnızca yönetmekle yetinmeyen, aynı zamanda toplumu biçimlendiren, dili, hukuku ve hakikat algısını tek merkezden kurmaya çalışan bir yapıya dönüştü. Böyle bir yapıda çatlaklar kaçınılmazdır. Çünkü mutlaklaştırılan her güç, zamanla kendi içindeki çelişkileri büyütür. Bugün tanık olduğumuz şey, dışarıya yönelmiş bir siyasal mücadeleden ziyade, merkezde biriken gerilimin dışavurumudur. Yargı dosyaları, “skandal” anlatıları, medya üzerinden yürütülen itibarsızlaştırma kampanyaları; hepsi aynı amaca hizmet eder: İktidarın iç dengesini yeniden tesis etmek.
Bu tür dönemlerde iktidar, kendi tarihini bir kalkan gibi kullanır. Geçmişte yaşanan krizler, darbeler, muhtıralar ve “tehditler” hatırlatılır; böylece bugünün çatışmaları sanki dış mihrakların devam eden saldırılarının bir uzantısıymış gibi sunulur. Oysa tarih, burada bir açıklama olmaktan çok bir sis perdesi işlevi görür. Çünkü geçmişin gerçek dersleri değil, iktidarın bugün ihtiyaç duyduğu anlatı dolaşıma sokulur. Böylece iç hesaplaşma, “beka” söylemiyle örtülür.
Ne var ki bu örtü her zaman yeterince kalın değildir. İktidarın kendi içindeki mücadele, ister istemez görünür hale gelir. Bir televizyon kanalına yapılan operasyon, ahlaki sapma imalarıyla yürütülen soruşturmalar ya da belli isimler etrafında örülen kampanyalar, aslında bir güç aktarımının işaret fişekleridir. Burada mesele ne ahlaktır ne de hukuk. Mesele, hangi merkezin, hangi klik ya da hangi çıkar ağının iktidar aygıtı üzerindeki hâkimiyetini sürdüreceğidir.
İktidarın en büyük yanılgısı da burada ortaya çıkar: Gücü tahkim etmek adına başvurulan her araç, aynı zamanda gücün meşruiyet zeminini aşındırır. Hukukun bir mücadele silahına dönüşmesi, adalet duygusunu zedeler; medya üzerinden yürütülen linçler, hakikatin değerini düşürür; ahlak söylemi ise, sürekli tekrarla içi boşalan bir kabuğa dönüşür. Sonunda iktidar, kendisini ayakta tutan toplumsal rızayı sessizce tüketir.
Bu süreç, yalnızca bugüne özgü değildir. Tarih, benzer örneklerle doludur. Gücün merkezileştiği, siyasal alanın daraldığı her dönemde, iktidar içi mücadeleler kaçınılmaz olarak sertleşir. Çünkü artık paylaşılacak şey yalnızca iktidar değil, aynı zamanda iktidarın ürettiği rant, prestij ve dokunulmazlıktır. Bu paylaşım kavgası ise çoğu zaman “ilke” ya da “değer” maskesi takar. Maskeler değişir, ama sahnedeki oyun aynıdır.
Türkiye’de bugün yaşananlar da bu oyunun yeni bir perdesidir. Sarayın koridorlarında yankılanan fısıltılar, kamusal alanda gürültüye dönüşürken, yurttaşın payına düşen belirsizlik ve yoksullaşmadır. İktidarın kendi iç hesaplaşması, toplumsal sorunları çözmek yerine onları derinleştirir. Çünkü enerji, halkın ihtiyaçlarına değil, iktidarın iç dengelerine harcanır.
Son tahlilde, iktidar içi bu kavga bir güç gösterisi olduğu kadar bir zayıflık ilanıdır. Kendi iç barışını sağlayamayan bir siyasal yapı, topluma istikrar vaat edemez. Gücünü sürekli yeniden kanıtlamak zorunda kalan bir iktidar, aslında gücünü kaybetmeye başlamıştır. Tarih bize şunu defalarca göstermiştir: İktidar, en çok da kendi gölgesinden korkmaya başladığında çözülür. Bugün Türkiye’nin tanıklık ettiği tablo, tam da bu gölgenin giderek büyüdüğünü gösteriyor.
- Hikâyesini Kaybeden Sanatın Sessizliği - 23 Aralık 2025
- Sarayın Aynaları: İktidarın Kendi Gölgesiyle Kavgası - 22 Aralık 2025
- AB, Ülkelerinin Çoğunda Aşırı Sağ İvme Kazanırken - 12 Aralık 2025

















