Sessiz Çatlakların Arasında: İBB Soruşturması, Çelişkili Beyanlar ve Bir Gazetecinin Silivri’den Koyduğu Ayna

Silivri’nin duvarları çoğu zaman hakikatin sesini boğmak için örülür; fakat bazen o duvarların içinden gelen bir ses, dışarıdaki gürültüyü yarıp kendine yol açar. Tutuklu gazeteci Furkan Karabay’ın son paylaşımları böyle bir ses. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik yolsuzluk soruşturmasının iddianamesini en ince ayrıntısına kadar didikleyen Karabay, karşısına çıkan manzarayı hem hukuki hem de siyasal bir tablo olarak yeniden kuruyor.

Bu tabloya baktığınızda, çizgilerin birbirini tutmadığını, renklerin birbirine karıştığını, bazı bölgelerin bilinçli olarak kalınlaştırılıp bazılarının silikleştirildiğini görüyorsunuz. Bir iddianameden ziyade, aceleyle yazılmış bir kurguya benziyor karşımızdaki metin. Fakat en önemlisi, bu kurgunun bir kentin iradesine, bir belediye başkanının siyasi geleceğine ve bir seçmenin oy hakkına temas eden bir dosya olması.

Delil mi, Çelişki mi?

Karabay’ın dikkat çektiği en kritik nokta, savcılığın “delil” diye sunduğu beyanların birbirlerini doğrulamaması. Bazıları yan yana koyulduğunda açıkça çelişiyor, bazıları ise tamamen yok hükmünde. Buna rağmen iddianame, bu beyanları kesip biçerek bir rüşvet kurgusuna dönüştürmeye çalışıyor.

  1. eylemde olan tam olarak bu: İtirafçı Yakup Öner bir şey söylüyor, müşteki iş insanı Avni Çelik tamamen başka bir şey söylüyor. Çelik’in ifadesi son derece net: Herhangi bir talep kabul edilmemiş, herhangi bir menfaat aktarılmamış, işlem süreçlerinde sorun yaşanmamış. Buna rağmen savcılık, iki ifadenin ortasına kendi yorumunu yerleştiriyor: “3 milyon dolar rüşvet talep edildi.” Üstelik tutar bile yanlış. 3,5 milyon Euro olan rakam, iddianamede 3 milyon dolara dönüşüyor.

Bu sadece bir maddi hata değil; bir soruşturmanın özensizliğini, hatta niyetini gösteren bir işaret.

“Yalanlama” Delile Dönüştürülebilir mi?

  1. eylem daha tuhaf bir yeri işaret ediyor. Bir yanda itirafçı Öner’in anlattıkları, diğer yanda doğrudan bu iddiayı yalanlayan Kaan Yücel’in ifadesi var. Yücel açık konuşuyor:
    “Restorasyon bizim taleplerimize karşılık istenmedi. Böyle bir ilişki yok.”

Savcılık ise tam tersini yazıyor:
“Kaan Yücel talebi kabul etmedi.”

Bu noktada artık çelişkiyi değil, delilin nasıl dönüştürüldüğünü, ifadenin nasıl “teknik bir manevra” ile başka bir anlama kaydırıldığını görüyoruz.

Bu yöntem, bir iddianamenin objektifliğini yok eden bir kırılma.

Sözde Rüşvet, Beyanda Yok

  1. eylemde iş insanı Murat Özyeğin’in ifadesi tüm iddiayı boşa çıkarıyor. Özyeğin, Öner’in 400 bin dolar talep ettiği iddiasını doğrulamıyor.
    Aksine, yapılan görüşmenin izin süreçleriyle ilgili rutin bir değerlendirme olduğu, herhangi bir menfaat talebi içermediği ortaya çıkıyor.

Savcılık yine aynı şeyi yapıyor:
Olmayan bir rüşvet ilişkisinin gerçekleştiğini varsayıp cezalandırma talep ediyor.

Burada artık “iddianamedeki çelişki”yi değil, “iddianamenin niyeti”ni konuşmak gerekiyor.

Savunmasız Bir İddianame

Kritik bir ayrıntı daha var: Ekrem İmamoğlu’nun savunmaları iddianamede yer almıyor. Bir soruşturma düşünün:
Suçlanan kişinin ne dediği yok.

Deliller tartışılmamış.
Karşı argümanlar görünmez.
Sadece tek yönlü bir anlatı.

İşte bu, hukukun değil siyasetin dili.

Silivri’den Gelen Bir Gazetecilik Mesajı

Karabay’ın analizini değerli kılan şey ise sadece iddianamenin çelişkilerini ortaya çıkarması değil; içeride olmasına rağmen gazeteciliği sürdürme ısrarı.
Bu ısrar, Silivri’deki ağır duvarların arasından süzülen bir direniş biçimi.

Bir gazeteci, kendisine yöneltilen suçlamalara rağmen hâlâ soruşturmanın kara kutusuna ışık tutuyor.
Hâlâ belge inceliyor.
Hâlâ çelişkileri işaret ediyor.
Hâlâ kamuoyuna sesleniyor.

Bu yönüyle Karabay’ın yazdıkları yalnızca bir haber değil; Silivri’den yükselen bir hakikat iddiası.

Türkiye demokrasisinin en kritik eşiği belki de tam burada duruyor:
Hakikat ile siyasi manipülasyon arasındaki çizginin nereden geçtiği, bu çizginin kimler tarafından nasıl silikleştirildiği ve buna rağmen hangi seslerin ısrarla duyulmaya devam ettiği…

İBB soruşturmasının iddianamesi bir kez daha gösteriyor ki, Türkiye’de hukukun metinlerinde değil, o metinleri okuyan gözlerde saklıdır adalet. Ve bazen o gözler, Silivri’nin içinden dünyaya bakıyordur.