Avrupa’nın eski dünyası yavaş yavaş gözümüzün önünde dağılıyor. Bir zamanlar savaş enkazının arasından doğmuş, çok taraflılığın korunaklı kabuğunda büyümüş o modern uygarlık miti, düzenin, refahın ve demokrasinin büyük anlatısı… artık kendi ağırlığını taşıyamıyor. Kıta, uzun süre kendini dünyanın vicdanı sandı; bugün ise kendi vicdanıyla yüzleşmekten kaçan bir gölgeye dönüyor. Sağ dalga kıyılara vurmuyor artık—tam tersine, kıtanın damarlarında dolaşan bir kana dönüşmüş durumda.
Artık Eski Dünyanın Efendisi Değilsiniz
Christine Lagarde’ın Frankfurt’ta söylediği şey aslında bir itiraf: Avrupa, çoktan tarihin başka bir sayfasına düşmüş bir dünyanın büyüme modeline tutunuyor. Yani geçmişin kurumlarına sığınan yaşlı bir kıtanın titrek sesi. Çünkü ABD’nin şemsiyesi çoktan yırtıldı; Çin’in devasa endüstriyel makinesi Avrupa’nın üzerinden geçiyor; Almanya’nın bir zamanlar bütün bir kıtayı sürükleyen motoru, kendi metal yorgunluğunda boğuluyor. Bir zamanlar “ekonomik mucize” diye pazarlanan şey bugün hafifçe dokununca dağılan bir vitrinden ibaret.
Otomotiv sektörünün çöküşü, yarı iletkenlerde kaybedilen hâkimiyet, esnekleşen (yani güvencesizleşen) emek piyasaları… Tüm bunlar aslında bize şunu söylüyor: Avrupa sermayesi, sermayenin en temel yasasına yenildi; daha ucuz emeğin, daha hızlı üretimin, daha acımasız rekabetin olduğu yerlere doğru kaçtı. Orada birikti, burada çürüdü.
Ve çürüyen her şey gibi, önce en kırılgan yerinden kokmaya başladı: siyasetten.
Sağın Yükselişi Bir Sonuçtur, Neden Değil
Bugün Avrupa’da aşırı sağın ivme kazanması bir tesadüf değil; ekonomik çöküşün, sınıfsal çözülmenin ve devletin geri çekildiği boşlukların doğal bir sonucu. Sağ, bu boşluğa ulusal kimlikler, sınırlar ve nefretle dolan plastik çözümler sunuyor. İnsanlara, yitirilen refahın suçlusunun gölgede değil, sınırda olduğunu söylüyor. Göçmenleri, “ötekileri,” görünmez bir iç düşman olarak işaret ediyor. Böylece sınıfsal olanı kültüre tercüme ediyor, tırnak içinde ustalıkla.
Asıl gerçek ise daha basit: Avrupa toplumları, emeğin örgütsüzleştiği, kamu hizmetlerinin özelleştirildiği, sendikaların sessizleştirildiği o uzun neoliberal yılların sonucunu yaşıyor. Sağ, sadece bu enkazın üzerinde yükseliyor.
Tarih bize hep aynı dersleri fısıldar: İnsanlar ekonomik güvencesizliğin koyu gölgesinde yaşarken, çareyi rasyonel programlarda değil, kimlik siyasetinin masallarında arar. Çünkü masallar, açlığın sesini bastırır.
Yok Olan Sadece Üretim Değil, Kıtanın Hafızası
Avrupa bugün bir yol ayrımında. Fakat bu yol ayrımı yeni değil. Marx’ın “Avrupa hayaletlerle dolu” dediği o eski günlerden beri kıta hep aynı hayaletlerle karşı karşıya: kriz, eşitsizlik, sermaye birikiminin yeni ve daha vahşi evreleri…
Bugün kıtayı saran şey bir hayalet değil artık; daha maddi, daha görünür bir çöküş. Üretim kapasitesinin kaybı, teknoloji yarışından düşmek, siyasi parçalanma, sınıfsal çözülme… hepsi aynı hikâyenin farklı sayfaları.
Bu yüzden Avrupa’nın bugünkü krizi yalnızca ekonomik bir gerileme değil; aynı zamanda bir tarihsel hafıza kaybı. Kıta, kendi kurduğu refah modelinin hangi sınıfsal temeller üzerine oturduğunu ve neden çöktüğünü unutmuş durumda. Kendine anlatmayı sürdürdüğü “demokratik mucize” artık yeni dünyada işlemiyor.
Kıta’nın Yeni Sorusu: Ne Olacağız?
Şimdi Avrupa, kendi kendine şu soruyu sormak zorunda: Bu gidişatı sağ popülizmin dar koridorlarından mı yürüyecek, yoksa yeniden eşitlikçi bir toplumsal düzeni mi hatırlayacak?
Bu sorunun cevabı, aslında kıtanın üretim modelinden göç politikasına, sendikal örgütlülüğünden iklim stratejisine kadar her şeyde gizli. Ve belki de en çok şu gerçekte: Avrupa, kendi geçmişinin hakkını vermeden geleceğine dair bir söz üretemez.
Çünkü mesele “Avrupa’nın çöküşü” değil; daha derin bir mesele: Avrupa’nın, kendi yarattığı çelişkilerin artık onu da acıtmaya başlaması.
Bir kıta, kendi sınıfsal yaralarını başka yaralar yaratarak iyileştiremez. Tarih, bunu daha önce de söyledi.
Ama tarih, dinleyemeyecek kadar gürültülü olanlara fısıldamaya devam eder.











