Asgari Ücrette Sessiz Uzlaşma: Sendikaların Kaçtığı Yer Sınıfın Yarasıdır

Asgari ücret açıklandığında sendikal merkezlerden yükselen “hayal kırıklığı” cümleleri, bu ülkede emeğin hangi dar koridorlara sıkıştırıldığını bir kez daha ifşa etti. Hayal kırıklığı denilen şey, sanki beklenmedik bir felaketle karşılaşılmış gibi dile getirildi; oysa bu sonucun aylar öncesinden yazıldığı, ekonomik yönelimlerin, siyasal tercihin ve sermaye lehine kurulan düzenin herkesçe bilindiği bir ülkede yaşıyoruz. Şaşkınlık, burada masum bir duygu değil; bilerek takınılan bir maske, sorumluluğu ertelemenin kibar bir dili olarak karşımıza çıkıyor.

Asgari ücret bu topraklarda yalnızca bir rakam değildir. O rakam, emeğin toplumsal değerinin nereye yerleştirildiğini gösteren sessiz bir ölçüttür. En altta belirlenen her sınır, yukarı doğru tüm ücretleri kendine benzetir; pazarlık masalarının dilini belirler, taleplerin ufkunu daraltır, “makul” olanın çerçevesini çizer. Bu yüzden, Türk İş Başkanı Ergun Atalay’ın dilinden düşürmediği,  “bizim işyerlerimizde asgari ücretli yok” cümlesi, gerçeğin etrafından dolaşan bir savunmadır. Asgari ücret düştükçe, yalnızca en yoksul olan değil, henüz yoksullaşmamış olan da biraz daha aşağı çekilir. Bu, tek tek işçilerin değil, emeğin bütününün kaderidir.

Sendikal söylemin giderek üyelik sayısına, sözleşme kapsamına ve teknik ayrıntılara indirgenmesi, daha derin bir kopuşa işaret ediyor. Sendika, tarihsel olarak yalnızca bir pazarlık aygıtı değil, emeğin ortak yazgısını kuran bir hafızaydı. Bugün bu hafıza, yerini dar hesaplara bırakıyor. “Doğrudan muhatap değiliz” demek, yalnızca bir prosedür itirazı değil; sınıfın bütünlüğünden bilinçli bir geri çekiliştir. Oysa ücretli emek, sözleşmelerle bölünebilir ama kaderiyle bölünemez.

“Kabul etmiyoruz” ifadesi, sert görünmesine rağmen çoğu zaman içi boş bir yankıya dönüşüyor. Kabul etmemek, eğer arkasından örgütlü bir hareket, yaygın bir dayanışma ve gerçek bir risk alma iradesi gelmiyorsa, yalnızca bir kelime oyunudur. Emeğin tarihi bize şunu öğretmiştir: Haklar, hayal kırıklıklarıyla değil, ortak bir iradeyle kazanılır. Öfke örgütlenmediğinde, sadece içe çöker; itiraz kolektif bir bedene kavuşmadığında, düzenin sınırlarını zorlayamaz.

Asgari ücret süreci, sendikal hareketin içine düştüğü daha geniş bir krizi görünür kılıyor. Bu kriz, emeğin bir bütün olarak ele alınmasından vazgeçilmesiyle ilgilidir. Sektörler, statüler, sözleşme türleri arasında kurulan her mesafe, emeğin parçalanmasını derinleştirir. Bugün asgari ücretli işçiyle arasına mesafe koyan yapı, yarın kendi kazanımlarının neden buharlaştığını anlamakta zorlanacaktır. Çünkü ücretlerin genel seviyesi aşağı çekildiğinde, hiçbir mevzi kalıcı değildir.

Dayanışma, rahat zamanların süsü değil, zor zamanların zorunluluğudur. Açlık sınırının altına itilen bir ücret karşısında susmak, yalnızca bir eksiklik değil; emeğin değersizleştirilmesine sessiz bir onaydır. Bu sessizlik, bazen düzenle uyumun, bazen konforlu bir bürokratik dengenin ürünüdür. Düşük asgari ücret, yalnızca sermayenin değil, pazarlık alanını daraltarak “gerçekçi talepler” söylemi kuran sendikal aklın da işine gelir.

Asıl soru şudur: Asgari ücret, yalnızca en alttakilerin sorunu mudur, yoksa emeğin toplumdaki yerini tanımlayan bir eşik midir? Eğer ikinci anlamı ciddiye alınmıyorsa, yapılan her açıklama eksik kalmaya mahkûmdur. Çünkü mesele, bir oranın yetersizliği değil; emeğin sistematik biçimde değersizleştirilmesidir. Bu değersizleştirme karşısında yalnızca hayal kırıklığı dile getirmek, itirazın değil, kabullenişin daha yumuşak bir biçimidir.

Sendika olmanın asgari koşulu, emeğin ortak çıkarlarını savunmak ve bu savunuyu örgütlü bir güce dönüştürmektir. Bu sorumluluktan kaçan her yapı, yalnızca bir ücret mücadelesinden değil, kendi varlık nedeninden de uzaklaşır. Bugün “kabul etmiyoruz” demek yetmez; kabul etmemenin bedelini göze alan, emeği yan yana getiren ve parçalanmaya razı olmayan bir hat kurmak gerekir. Aksi hâlde sendikal söylem, her yıl tekrarlanan bir ritüele, her yıl biraz daha inandırıcılığını yitiren bir itiraz cümlesine dönüşür.

Asgari ücret tartışması, sendikalar için bir turnusol kâğıdıdır. Kimin emeğin bütününü gördüğünü, kimin ise düzenin çizdiği sınırlar içinde kalmayı tercih ettiğini açık eder. Bugün bu sınavdan kaçanlar, yarın kaybın nedenini yalnızca dışarıda arayacaklardır. Oysa kayıp, yalnızca ücretlerde değil; dayanışmanın zayıflamasında, ortak mücadele fikrinin silikleşmesinde ve emeğin kendi hikâyesini anlatma gücünü yitirmesinde yaşanmaktadır.